hesabın var mı? giriş yap

  • sinema aslında anlatım için çok zorlu bir format. diziler falan neyse de bir filmde yaklaşık iki saatlik süre içinde bir insanın hayatının en ilginç dönemini anlatmanız gerekiyor. burada ne kadar çok detay kullanırsınız hikayeniz o kadar inandırıcı oluyor ancak olayların geçmişiydi karakterlerin tanıtımıydı derken anlatılması gereken şeyler bir yerden sonra dağ gibi birikiyor. bu nedenle sinemacılar kısa yol diyebileceğimiz bazı yöntemler bulmuşlar. işte karakter kalıpları belirlemişler, anlatıyı giriş gelişme sonuç gibi bölümlere ayırmışlar, tema gibi filmleri bir eksende toplayan kavramlar geliştirmişler. böylece hikayede kullandıkları her şeyi tekrar tekrar açıklama zahmetinden kurtulmuşlar. mesela uzaylı varsa işte mısır tarlasına inecek, parlak gri kıyafetler giyecek ve uzun parmaklı olacak. bu kalıp hazır olduğundan izleyicinin kafası karışmayacak artık.

    bu durum standart bir hikaye anlatmak istiyorsanız avantajlı olabilir tabi ki. ancak 2021 yılında bu çabanızla nereye varırsınız orası meçhul. çünkü güvenli iş yapmaya çalışırken düşeceğiniz klişe tuzağı sizi orada bekliyor olacak. başarısızlıktan kaçmak için yapmanız gereken şey ise standartların dışına çıkmak. senaryo, karakterler, oyunculuk derken değiştirebileceğiniz bir çok şey olmasına rağmen burada da hassas bir denge bulunuyor. aynı anda birden fazla şeyi değiştirmeye kalkarsanız kurulan yapı pek sağlam olmuyor. şimdi taylan biraderler yönetimindeki azizler filmi neleri değiştirmiş ve en önemlisi kullandığı unsurlar arasındaki dengeyi sağlayabilmiş mi bir bakalım.

    --- spoiler ---

    ilk bakışta filmin sanki senaryosu yokmuş gibi görünüyor. ancak aslında filmin takip ettiği bir anlatı var. filmin adı azizler. filmde de aziz olan üç karakter var aslında. bunlardan ilki genç aziz olan alp. ikincisi engin günaydın'ın canlandırdığı gerçek aziz. üçüncüsü de haluk bilginer'in karakteri erbil. bu üç karakterin ortak noktası yalnızlık. alp maddi gücünü kullanarak yalnızlığını bastırmaya çalışıyor. karakterin buradaki mantığı ise gencim demek ki yalnız olmadığımı göstermeliyim oluyor. alp filmde yalnız kalmamak için sürekli aziz'i çağırıyor evine. aziz partiye geldiğinde ise evine parayla bir yığın insan topluyor. çünkü genç insanlar için bir şey gibi görünmek gerçekten o olmaktan daha önemli. aziz, alp'in davetlerini reddettiğinde ise alp çaresizliğini göstermemek için sürekli yalana başvuruyor. (elinde kayak botuyla gezmek gibi) bu da yine genç insanların sık yaptığı bir şey.

    üçüncü aziz olan erbil ise daha stabil bir hayata sahip. ayrıca yalnızlığını ölen eşiyle paylaşmanın da bir yolunu bulmuş. ancak yalnızlığı diğer karakterlere göre daha derin çünkü ömrünün sonunda artık ve yeni birine alan açacak kadar zamanı yok. erbil sayesinde filmde alp'ten farklı bir yalnızlık çeşidi izliyoruz. alp yalnız olmadığını başkalarına kanıtlamaya çalışan bir insan. erbil ise yalnız olduğunu kabul ediyor ve bunu da etrafındaki diğer insanlar ile paylaşmaktan çekinmiyor. mesela alp, aziz'i partiyle ya da başka şeylerle evine davet etmeye çalışrken, erbil aziz'e dümdüz ne iyi oldu da geldin diyebiliyor. çünkü diğer insanların kendisi hakkında ne düşündüğünü aşmış biri o.

    bir de bu iki ucun ortasında duran gerçek aziz var. engin günaydın'ın karakteri de insanın yalnız kalma isteğini gösteriyor. ancak filmin bize söylediği üzere yalnız kalmak aslında çok iyi bir şey değil. bu nedenle aziz'in kendi kamuran'ını bulması gerekiyor. ancak irem sak'ın canlandırdığı kız arkadaşıyla ayrılma kararı verdiği için hayatındaki akış bozuluyor. burcu kafede takılı kalıyor ve aziz gideceği yolu bulmak için hayli tuhaf macerasına başlıyor.

    filmin genel olarak anlatmayı denediği akış bu şekilde. peki bunu aktarabilmiş mi derseniz orası biraz problemli. çünkü film olayları değil durumları ele almış. bir olayı işlerken neden sonuç ilişkisi kurmak böylece sahneleri birbirine bağlamak daha kolaydır. durum anlatırken ise bu biraz zor çünkü durumlarda neden-sonuç bağlamı karakterlerin kendisinden çıkar. olayların anlatıldığı filmlerde karakterler maksimum ilk beş dakika içinde tanıtılır ve geçilir. durum filmlerinde ise bu tanıtım işi de anlatıma dahil olduğu için daha uzun sürer. bu nedenle ilk yirmi dakikada seyircinin "ben ne izliyorum şuan?" deme ihtimali daha yüksektir. bu filmin başına gelen de biraz bu aslında. durum anlatımına hızlı giriş yaptıkları için karakterlerin tanıtımı daha geçe kalıyor. arada yaşanan bu kopukluk da filmin yorucu olmasına neden oluyor.

    bir de filmin reklam değerini arttıran ancak iş anlatıya geldiğinde dengesini bozan bir durum var. o da oyuncu bolluğu. şimdi belli ki türk oyuncular klasik dizilerde yer almaktan sıkıldılar. bu nedenle farklı rol ne varsa oynamak istiyorlar. bu orta vadede biz izleyiciler için de güzel bir durum. ancak sanırım tüm oyunculara yetecek kadar kaliteli dizi ya da film yapılmıyor. çünkü buradaki gibi bir yığılma söz konusu genel olarak. bu yığılma afişte güzel dursa da iş filmi çekmeye geldiğinde büyük bir problem.

    filmde ilker aksum ve fatih artman gibi iki adet kaliteli oyuncu var. ancak bu karakterler genel olarak hikayeye etki edecek rollerde değiller. bu da sahnelerde izleyicinin ilgisinin bozulmasına neden oluyor. şöyle düşünün apocalypse now bir vietnam filmi. hikaye büyük çoğunlukla da diğer vietnam filmleri gibi ilerliyor. işte emrindeki askerleri hayatta tutmaya çalışan bir adamı ve savaşın anlamsızlığını falan görüyoruz. buraya kadar her şey yerli yerinde. ancak filmin finalinde marlon brando'nun karakteri ortaya çıkıyor ve filmin o zamana kadar kurduğu bütün düzen alt üst oluyor. izleyici olarak siz neredesiniz, bu savaş ne, buraya kadar nasıl geldiniz her şeyi unutuyorsunuz. ancak coppola buradaki eksen kaymasını planladığı için bu durum bir dezavantaja dönüşmüyor. hatta brando'nun performansı filmin diğer vietnam konulu yapımlardan ayrılmasını sağlıyor.

    bu filmde ise sahnelerdeki eksen kayması planlı değil kesinlikle. mesela ilker aksum'un canlandırdığı enişte karakteri yangın çıkardığında burada ilginç bir şeyler yapmasını bekliyorsunuz. ancak ilginiz buraya kaymış olmasına rağmen film size bir şey iletmiyor. biz karakteri böyle planlamadık diyebilirsiniz ancak o zaman rolü ilker aksum'a vermemeniz gerekirdi. çünkü izleyicinin bu konuda yapacağı bir şey yok. daha önce başarılı rollerde izlediği bir oyuncuyu görünce haliyle ondan da bir şeyler bekliyor. bu beklenti anında da odak, olması gereken yerden yani ana karakterden çıkmış oluyor. bu durumun aynısı fatih artman'ın karakteri için de geçerli.

    ha illaki onlar da oynasın diyorsanız konuk oyuncu statüsünde yer verebilirsiniz. ki bu filmde de bergüzar korel, halit ergenç ve okan yalabık'ın canlandırdığı karakterler çok başarılı olmuş. hatta bergüzar korel ve halit ergenç'in tartıştıkları sahneye kadar kara-mizah adına bir şey yoktu filmde. o andan sonra film güldürmesi gereken yerde güldürmeye başladı diyebilirim. okan yalabık'ın olduğu sahne ise zaten filmin en komik yeriydi. ingilizce "delivering the line" diye bir tabir var. burada tonlama, jest, mimikten ziyade zamanlama kast ediliyor. ki repliğin komedi gücünü oluşturacak şey zamanlamadır aslında. mesela "caner, maalesef, denyo." dediği kısma bakın. buradaki komedi tamamen okan yalabık'ın sözcükleri tam zamanında söylemesiyle oluşuyor.

    --- spoiler ---

    sonuç olarak azizler, kendi içinde güzel bir mantık kurmasına rağmen bunu aktarırken yorucu olan bir film. komik anları var, yalnızlık için söyleyecek güzel şeyleri var, iyi oyunculuklar var ancak bunların bir araya gelişi sıkıntılı. yani filmin geçtiği sahnelerde tıkanma var sürekli. arada güldürüyor kabul ancak derli toplu bir film değil bu. ki potansiyel varmış aslında ama senaryo yapısı nedeniyle maalesef bunu göremiyoruz pek.

  • insanı kısa sürede şekle sokan diyet. ara öğünleri atlamıyoruz ki vücut dürümsüz kalmasın.

    sabah: bir kibrit kutusu dürüm, çay, lifli dürüm.

    ara öğün: bir kase dürüm, soda.

    öğle yemeği: bir tabak dürüm, yanına bir kase dürüm.

    ara öğün: bir avuç dürüm.

    akşam: dürüm+ayran.

    ekleme: bu entry kanzuk'un kilosu üzerine espri yapmak amaçlı yazılmamıştır. olayın çıkış noktası tamamen her gördüğümde güldüğüm şu görseldir. bu entry'i de kendisinin hoşgörülü bir insan olduğunu düşündüğüm için yazdım. olmasaydı çoktan uçmuştum zaten.

  • arife akşamı (dün akşam) babam odama elinde iki sayfa, arkalı önlü dolu kağıtla gelir;

    babam: şunu yaz bilgisayarda, sonra da yayınla sayfanda.
    hisli: ne sayfası? ne ki o?
    babam: hani diyordun ya, sözlük müydü neydi?
    hisli: ekşi sözlük. e iyi de yayınlayamam orada başkalarının yazılarını falan. hem ne o yav?
    babam: bayram mesajım.
    hisli: ahuahuahu... baba ciddi misin?
    babam: hee, ne oldu?
    hisli: ahuauhuaa... (burada ölüyorum gülmekten) baba cidden bayram mesajımı yazdın?
    babam: ya hu yazdım evet. nedir yani? ne diye anırıyorsun? (alınır)
    hisli: ahaha... ya baba yayınlayabilecek olsam bile, bu ne allah aşkına? iki sayfa arkalı önlü bayram mesajı mı olur? obama'nın bile böyle tebrik mesajı yok. ne yaptın sen? ahah...
    babam: o yazamıyorsa bana ne? (vaaayyysss) sen yayınla şunu insanlar feyiz alsın.
    hisli: ahuahuahau... peki haşmetlum. ahuahua... padişahım çok yaşaaaaa... ahuhauah...

    feyiz almanız için yazmak isterdim ama çok üşendim vallahi. kısacası, babam diyor ki; "insanlığın bizden sonraki kısmını da düşünmeyi uzunca bir süredir unuttuk maalesef. kurduğumuz sistem çöktü. artık maddi ve manevi tüm insani değerlerimizi kaybettik. ne dini inançlarımız inanç artık ne de siyasi görüşlerimiz sabit ve sağlam. insanlık, onurunu düşünmeye zorunludur artık ve kendisinden başkalarını... ve geleceğini düşünmek zorunda. hiç olmazsa, dini bir vecibeden önce bir gelenek haline gelen bayramlarda insan olduğumuzu hatırlamak dileğiyle. iyi bayramlar..."

  • ilk olarak 1930'lu yılların ortalarında new york'da eisner*-iger* stüdyosunda çalışmaya başlamıştır. bi süre pluto, hiriam hick, peter pupp gibi karakterleri çizmiştir. sonra 1938 yılında dc comics'de çalışmaya başlamıştır. dc'de önceleri bill finger'ın yazdığı birkaç macerayı çizmiştir. 1939 yılına gelindiğinde bill finger'ın da işbirliği ile gelmiş geçmiş en önemli çizgi roman kahramanlarından biri olan batman'i yaratmıştır. bob kane batman'i yaratırken bir gazetede yayınlanan ve chester gould tarafından çizilen dick tracy maceralarından esinlendiğini söylemiştir.
    bob kane'in batman'i ilk olarak detective comics'in 27ci sayısında okurların karşısına çıkmıştır. bunun ardından bob kane yaratmaya devam etmiş ve karşımıza robin, joker, catwoman, penguin, two face ve the riddler gibi diğer karakterleri çıkarmıştır.
    bob kane 1940 yılların ortalarına kadar batman'i çizmeye devam etmiştir.
    1965 yılında batman'in tv dizisi (adam west'in başrolünü oynadığı ve gri tayt içinde göbeğini nereye saklayacağını bilemediği dizi, evet.) için hollywood'a çağrılmıştır. 1969 yılında da cool mccool adında bir çizgi film yapmıştır. bunların ardından bob kane çeşitli sergiler açmış, çeşitli galerilerde de çizimlerini sergilemiştir.
    kendisi geçirdiği uzun bir hastalığın ardından 1998 yılında aramızdan ayrılmıştır.

  • - selamun aleyküm baba nasılsın?
    - aleyküm selam oğlum iyi işte sen nasılsın?
    - iyi baba nolsun uğraşıyoz işte iş güç.
    - heee bizde aynı işte. iyi bişey diyon mu?
    - canının sağlığı baba senin diyeceğin varsa söyle
    - canının sağlığı seninde hayde iyi akşamlar.

    işte bütün diyaloğumuz bu şekilde benim babamla. memlekete gittiğimde de aynen bu şekilde konuşuyoruz. o yüzden sürekli annemi arayıp sonra babamı çağırırım telefona.