• umberto eco nun günah çıkartma kitabıdır.

    bir tarih aşığı olan eco, daha önceki öykü, roman ve yazılarında yazılı ve sozlu tarih bilgisine dayanarak ortaya gerçekler çıkartmış, bunları sonuçlara bağlamış, gerektiginde komplo teorileri bile üretmiştir. ama bunu yaparken her tarih severin de icinde tasidigi supeheden rahatsızlık duymustur; okudugu, referans aldigi bilgilerin dogrulugundan emin olamama şüphesi..

    binlerce yıllık birikimler, sonraki kusaklara aktarılırken degisir. kimse yadsiyamaz bunu. degisim cogu kez, degistirme erkine sahip otoriteler tarafından saglanir. tarih bilgisinin birbirini izleyen domino taslari misali biriktigini dusunursek, ilk bilgiyi olusturan birikim dogru bile olsa bir kac kusak sonra bambaska bir hale donebilir.

    bunun farkinda olan ve bu gunahi artik tasimak istemeyen eco, rasyonal ve belgeye dayalı tarih anlayışının dışına çıkmış ve (kimbilir belki de son romanıdır bu) kendi kimligiyle tum tarihcilere "yalancı" deme curetini gostermistir. bu tanımı eco gibi bir ustadtan duymak, bizim de bu sorgulamayı yapmamıza yol acar..

    bir seruvendir eco, sonunda ne olacagini kendinin bile bilmedigi...
  • dünyanın gördüğü en muhteşem yalancının, fraschetalı baudolino’nun nefis hikâyesi.

    hemen konuya gireyim, umberto usta zor adam vesselam. daha önce hem baudolino, hem de diğer kitapları için defalarca yazılmış zaten, tekrar tekrar yazıp bokunu çıkarmanın alemi yok; eco’nun tüm kitaplarında olduğu gibi baudolino’nun da ilk 50-100 sayfasını ısınma turu, kendi ifadesiyle “kefaret” olarak (bkz: #4075962) ayırmış. bu yüzden ilk başta zorlayıcı olduğu söylenebilir tamam ama bu kitap son 100 sayfası için bile birden fazla okunmayı hakediyor. gülün adı gibi bir başyapıtla kıyaslamaya hiç kalkmadan, naif bir kitap olduğunu bilerek başladım, çoğu kişinin dediği gibi yer yer içim bayıldı, bol bol da tebessüm ettim. ancak 32. bölümden (425. s.) itibaren, usta sanki ciğerlerini şişirip, bütün gücüyle öyle bir nefes vermiş ki, tüm yelkenleri ustalığıyla doldurup taşırmış. zaten o bölümden itibaren biraz daha ilerleyince, insan kitabın nasıl bir şaheser olduğunun farkına varıyor.

    --- spoiler ---

    kitabın en etkileyici bölümü hipatia ile olan diyalogları ve onunla yaşadıklarını niketas’a aktardığı satırlardı. kah insanları mutlu etmek için, kah bir şehri kurtarmak için, bazen neye inanmak istiyorsa onun için yalan söylemekten çekinmeyen, hatta kendi ifadesiyle ömrünün 2/3’sini varolduğundan kimsenin emin olmadığı bir ülkeyi aramakla geçiren maceracı baudolino tam da yolun sonunda yeniden doğmuş, arayış içindeki hayatına bir amaç bulmuşken belki artık ne yalan söylemeye, ne de hikayesini biriyle paylaşmaya ihtiyaç duyacaktı. ancak önce savaş nedeniyle hipatia’dan ve doğacak bebeğinden ayrı düşmesi, sonra esaret ve son olarak da friedrich’in akıbetinin kendi ellerinden kaynaklandığını anlaması ile hem baudolino hem de okuyucu darmadağın oluyor resmen.

    hoşuma giden bir diğer güzel detay, sondan bir önceki bölümde, sanki usta'nın en meşhur karakteri baskervilleli william’a bir saygı duruşu gibi romana dâhil olan, friedrich’in ölümündeki sırrı çözen âmâ pafnuzio karakteriydi. gülün adı’nı okuyanlar hatırlayacaklardır, kitabın başında william ve adso daha manastırın kapılarındayken, william tüm gözlem yeteneğini ve sezgilerini konuşturarak başrahip’in kaybolan atını buluverir. pafnuzio da sadece baudolino’nun anlattıklarını dinleyerek olaydaki sır perdesini kaldırınca aklıma baskervilleli william birader geliverdi.

    gülün adı demişken yine öyle bitirelim, daha önce baskervilleli william ve melkli adso’yu gönülden sevmiştik ve şimdi de onların yanında baudolino ve niketas’a yer açtık.

    bir de son olarak, herkes sondaki “hayatımda ilk kez gerçeği söyledim, beni taşladılar.” ve “kendini bu dünyadaki tek tarih yazarı sanma. er ya da geç baudolino’dan daha yalancı biri çıkıp onu anlatacaktır.” cümleleri alıntılamış. bense baudolino’nun sütunun tepesindeyken verdiği öğütlere ve uydurduğu kehanetlere bittim. okuyanlara hatırlatmak amacıyla en ilgincini buraya alıntılayalım:

    (…)

    “ondan hiçbir şey gizlenmiyor diyordu selimbria halkı.

    “nasıl böyle olabiliyorsun” diye sordu ona biri. baudolino da “çünkü saklanıyorum” diye yanıt verdi.

    “nasıl saklanıyorsun?”

    baudolino ona elini uzattı ve avucunu gösterdi “karşında ne görüyorsun?” diye sordu. “bir el” dedi adam.

    “gördün mü, saklanmasını iyi biliyorum!” dedi baudolino…

    (…)

    --- spoiler ---

    kurt vonnegut “sadece gerçeklerle yetinen insanları aklım almıyor” der, işte baudolino gerçeklerle yetinmeyi sevmeyen kocaman adamların öyküsüdür. artık bunca laf kalabalığının üzerine de usta’ya uzun ömürler dilemekten başka bir şey gelmez elimden…
  • topkapı sarayında sergilenen yahya peygamber in kol kemiğinin sahte olduğunu ima eden eser.
  • roman, dördüncü haçlı seferi sırasında 1204 yılında, şehrin zenginliği karşısında şaşkına dönen katolik hıristiyanların, ortadoks istanbul’u yağmalayıp, tahrip ettikleri günden başlayarak, anlatımında pek çok geriye gidişlere yer verilen gizemli bir yolculuğu anlatır. kitap, güç ve kutsallığı birlikte sağlayacak olan bir hiristiyan efsanesinden hareketle bu gücü ve kutsallığı elde etme amacıyla çıkılan bu yolculukta, isa'nın çarmıha gerildiğinde kanının toplandığı kutsal kase'nin aranması sırasında karşılaşılan olağanüstü olay ve hikayelerle örülmüştür.
    bu kitabın kurgusu ve anlattığı bazı hikayeleri, iranlı sufi şair feriduddin attar'ın tam da sekiz asır önce yazmış olduğu mantik ut tayr'adlı eserindeki kuşların mistik yolculuğuna ve bu yolculuk sırasında anlatılan hikayelere çok benzemektedir.
  • nihayet okuma fırsatını bulduğum umberto eco romanıdır. eco'nun kahramanı baudolino bir ortaçağ forrest gump'ı gibidir. nasıl forrest gump filminde abd'nin yakın tarihindeki gerçek olaylar bir şekilde forrest gump'a bağlanıyorduysa, eco da ortaçağ tarihinden gerçek olayları ve kişilikleri alıp bunları baudolino ile ilişkilendiriyor.

    fakat romanın orijinalinde son derece eğlendirici olduğunu tahmin ettiğim dili çeviride büyük ölçüde yavanlaşmış. zaten çevirinin ingilizce veya fransızca'dan yapıldığı aynen çevrilen bazı deyimlerden anlaşılıyor. dili bir yana, kitap baştan sonra çeviri hatalarıyla dolu. örneğin tevrat anlamına gelen "torah" terimi kitapta aynen bırakılmış, sanki çevirmen bu sözcüğü hiç duymamış gibi. aynı şekilde tapınak şövalyesi anlamına gelen "templier" (ki bu da fransızca) terimi de aynen bırakılmış. çevirmen kitabın sonuna doğru ortaya çıkan zümrüd-ü anka kuşlarının batıdaki adını bilmediğinden "roq kuşu" diye çevirmiş. batı dillerinde bir binbir gece masalları okusaymış roc/roq denen efsanevi kuşun bizde zümrüd-ü anka kuşu olarak adlandırıldığını bilirdi. kimse bilmek zorunda olmasa da, çevirmen araştırmak zorunda. çevirmen sözüğe bile bakmaya zahmet etmemiş gibi. ayrıca "ç.n. = çevirmenin notu" olarak çevrildiği iddia edilen latince bölümler uydurma ve aslını yansıtmıyor. doğan kitap'ın bu kadar nitelikli ve/ya latince bilen çevirmen varken (ben talip olabilirdim mesela) umberto eco'yu böyle harcaması inanılmaz.
  • "hataların tarafından rahatsız edilmek ölümden çok daha kötüdür, nico."
  • --- spoiler ---
    baudolino niketas'a hipatia ile yaşadıklarını anlatmaktadır. hipatianın fiziksel özelliklerinden bahsettikten sonra, niketas dehşete kapılır ve durumun çok korkunç olduğunu söyler..

    baudolino: korkunç mu? hayır o an böyle düşünmedim. şaşkındım, evet, ama bir anda karar verdim, bedenim ruhum için yada ruhum bedenim için karar verdi, gördüğüm ve dokunduğum şey çok güzeldi, çünkü o hipatia'ydı, ve doğası da güzelliklerinin bir parçasıydı, o kıvırcık ve yumuşak tüyleri arzuladığım kadar asla hiçbir şeyi arzulamamıştım, misk kokuyordu, önceleri gizli duran o bacakları sanki bir sanatçının elinden çıkmıştı, onu seviyordum, o orman kokulu yaratığı istiyordum, ve hipatia'yı kimera, ichneumon, boynuzlu engerek biçiminde olsa da severdim.

    --- spoiler ---
  • başına gelenler açısından pişmiş tavukla yarışan, ortaçağın hz. yakup'u, serin duruşuna kurban olduğum roman kahramanı.
    topazdan tiksinmiş adamdır baudolino gözümde.
    (bkz: master of doom by doom mastered)
  • "hayatta ilk defa gerçekleri söyledim ve beni taşladılar" cümlesiyle yaşanan tebessüm kitabın büyük kısmını özetliyor aslında.

    bütün yalanlarını, sadece yaratmayıp içinde yaşadığı için günaha girmediğine inanan muazzam bi yalancının öyküsü. (bkz: its not a lie if you believe it)

    ve bu büyük yalancının anlattığı hikayeyi dinlerken neyin doğru neyin yalan olduğunu anlayamayan niketas'ın yaşadığı kafa karışıklığı okura çok güzel yansıtılmış.

    niketas'ın yediği yemekleri bile özenle anlatılması çok güzeldi mesela. insan merak ediyor 800 yıl öncesinin damak tadını istanbulluların. aslında okudukça doğma büyüme istanbullu olup da bu şehrin nasıl gizemler taşıdığından bihaber yaşamaktan utanıyor insan. hatta ağzına bir damla "yeşil bal" çalıp o dönemlere yolculuk etmek geliyor insanın içinden
  • yalnizca icindeki 'bosluk var mi, yok mu?' tartismasi ve sonundaki akhunlara karsi savas hikayesinde tutturulmus 'star wars' tadi icin bile okunmaya deger.

    eco cok konusuyor. bir yazar icin berbat bir huy. sov yapmaktan da hoslaniyor ustelik. yazarsan eger, ölümcül günahlardan biri bu. ama onu affetmeye her zaman hazirim, cunku beni cok eglendiriyor.
hesabın var mı? giriş yap