• 16 yaşındayım,tek başıma şehri keşfetmek gibi bir huyum var,arkadaşlarıma ailemleyim,aileme arkadaşlarımlayım diyerek arazi oldum o gün.
    tekin olmadığını bildiğim bir semtte gözlemeci-kahvehane ama kadınlı erkekli bir kutlamanın yapıldığı bir yere denk geldim.süslenmiş dışarısı;aynalar,boncuklar beğendim fotoğrafını çekiyorum.
    işte o an farkettim ki içerdeki herkes bana bakıyo.bir kadın bir adam bana doğru yürümeye başladı içerden,sıçtım,adamın belinde silah var.turist sanmışlar beni,hello welcome falan diyerek içeri buyur ettiler,bakın yedi yaşından itibaren ingilizce öğrenmeye başladım ama ben bile öyle konuşabildiğimi bilmiyordum adeta bülbül misali şakıyorum ama kimse bi bok anlamıyo,yinede işimi sağlama aldım italyanım sandılar.
    türkün misafirperverliğini ben orda gördüm.çiğ köfte,içli köfte,baklava özellikle bir börek yedim tadı hala damağımda,halay çektim "hemende öğrendi" diyolar bide,çüş.dört saat takıldım orda,asker dönüşü kutlanıyordu,fakat biliyorum ki eğer türk olduğumu anlasalardı o denli nazik ve sevecen davranmazlardı.bunuda kimseye anlatmamıştım.
  • o meşhur milenyuma ilk adımın atılacağı yılbaşı gecesi yaşadığım hadisedir.

    o dönemler lisede estiren bir hatun var, bebek gibi. teneffüslerde kesişme fasılları, kantinde tost sırası, cuma günü törenlerinde yan yana gelme çabaları filan derken muhabbeti kurduk. daha koçum benim dizisi piyasada yoktu ama o tufanı başlatan gençler bizlerdik işte. okul bahçesinde öğle aralarında yapılan basketbol maçları, erkeklerin hoşlandığı kızlara kur yaptığı yegane yerlerdi. üçlük atınca işaret parmağını öpüp müdürün odasını gösteren mi dersin, blok yapınca shaquille o'neal gibi göğsüne vurarak böğüren mi dersin hepsi o okul bahçesindeydi. neyse efendim, o basketbol sahasında sevilen kıza ithaf edilen basketlerle filan sevgili oluverdik bu kızla.

    "milenyuma merhaba" temalı yılbaşı partilerinin afişleri bir ay önceden ankara dost kitabevinin vitrinlerini süslemiş, karanfil ve konur sokaktaki ağaçlara da benzer afişler yapıştırılmıştı. o dönemin meşhur mekanlarından aylak'ta da halloween party tadında bir organizasyon olacaktı. partiye gitmeye karar verdik, güç bela izinleri aldık. kız arkadaşım annesiyle yaşıyordu. annesi benimle yüz yüze görüşmek istedi. evden alıp eve bırakacağıma dair söz aldıktan sonra ikna oldu.

    akşamüstü evden aldım. biraz gezip dolaştık, yemek yedik. akşam saat 10 gibi de aylak kafe'ye geçtik. muhabbet gırla, herkesin keyfi gıcır. deliler gibi eğleniyoruz, arada bir balkona çıkıp hava alıyoruz. birkaç kaçamak öpüşmeden sonra içeriye dönüp dans ediyoruz. (o zamanlar insanlar daha mı nazikti ya da ortamlar mı daha nezihti bilemiyorum ama gençliğe adım attığımız yıllarda, o gibi ortamlarda bir tane bile saçma insanla karşılaşmışlığım yoktur. herkes çift olarak gelir, kimse kimseyi rahatsız etmeden istediği gibi eğlenirdi) saat gece yarısına yaklaşırken kolalardan bıkıp çekine çekine bir bardak bira almıştık. mekanın sahibi bahadır abi bizi çok severdi. önceleri yok filan dese de hevesimizi kırmamış, ellilik bir bardağı dolduruvermişti. hayatımızın o ilk birasını ikimiz beraber içip kendimizi inanılmaz sarhoş hissetmiştik.

    gece yarısı oldu. geri sayımlar, konfetiler, hoplayıp zıplamalar derken daha fazla geç kalmayalım diye 00:30'da aylak'tan ayrıldık. sağ olsun babam "erkek adamın cebinde parası olacak" deyip taksi paramı bile vermişti. kızın evine takribi 100 metre kala taksiden indik. hem biraz daha öpüşüp koklaşırız hem de taksiyi apartmanın önünde gören olursa laf söz yapmasın diye. o mesafeden bizim ev de takribi 800-900 metre uzaklıkta, iki alt sokaktaydı.

    hatunu bırakmak için evlerine doğru yürürken sokak lambasının olmadığı müstakil bir evin bahçe duvarının orada durduk. deli gibi öpüşmeye başladık, kanımızın deli gibi aktığı yaşlar malum. hava soğuk ama ateşmiz zirvede. yavaş yavaş eteğini kaldırıp bacaklarını okşuyorum, tam o sırada bir arabanın farı gözüküyor ve toparlanıyoruz. sonra tekrar mevzuya dönüyoruz, tekrar bir araba farı... o gece öyle bitse bir ömür yarım kalacak bir şeyler olacak sanki. damarlarımızda akan deli kan şeytana yol oluyor, göz göze geliyoruz. yan tarafta inşaat halinde bir apartman var. girişi levhalarla kapatılmış ama yandaki parmaklıklardan atlarsak pencere gibi bir yerden girişi var içeriye. etrafı kontrol ediyoruz. yüksekliği bizim boylarımızda olan parmaklıklardan inşaat tarafına doğru atlıyoruz. parmaklıklara eteği takılmasın diye yardım ederken ateşim bir kat daha artıyor tabi. o pencere gibi yerden içeri girerek hemen sevişmeye başlıyoruz. kimsecikler yok, araba farı yok, kalbimiz yerinden çıkacak. yaptığımız şey de öpüşmek, birbirimize dokunmak... o zamanlar daha fazlasını hayal bile edemiyoruz, daha fazlasının verilemeyecek hesaplar doğuracağının farkındayız. bu zamanların gençleriyle kıyaslanamayacak kadar toyuz.

    nefes alışverişlerimiz hızlanıyor, en mahrem yerlerimizi keşfediyoruz. yaşadığımız en büyük hazzın zirvesindeyiz derken üst kattan çaatt diye bir ses geliyor. bir şey yere düştü sanki üst katta, boş inşaatta kim olur? kalp atışlarımız bir kat daha hızlanıyor, hemen toparlanıyoruz. parmaklıklara doğru hızlı adımlarla ilerliyoruz. birkaç saniye bir sessizlik oluyor, etrafı dinliyoruz. belki de aklımızda hâlâ geri dönmek var. o sırada merdivenlerden patır patır gelen adımları duyuyoruz. hemen kız arkadaşıma parmaklıklara çıkmasını söylüyorum. tırmanıp öteki tarafa atlıyor. ben de parmaklılara doğru yöneldiğim de yaklaşık 10 metre uzakta belli belirsiz birkaç insan silueti görüyorum bana doğru koşan. hemen parmaklıklara doğru tırmanıyorum. tam aşağı atlarken bir tanesi dibime kadar yaklaşmış vaziyette. öteki tarafa geçmemle arkamızdan koşan o dört tane adamla yüz yüze geliyoruz ki aramızda sadece parmaklılar var. ellerinde bali poşetleri, başlarında bere. o yüzleri ömrüm boyunca unutamayacağım sanırım. inşaatta o halde yakalansak başımıza gelmeyen kalmayacak, ölümüzü bulurlar artık kim bilir ne zaman.

    hemen parmaklıklara yapışıyorlar ama uçmuş vaziyette oldukları çok belli, yavaş hareket ediyorlar. o esnada biz el ele tutuşup fişek gibi uzaklaşıyoruz. yaklaşık iki yüz metre filan yokuş aşağı koştuktan sonra arkamıza bakıyoruz kimse yok. bu sefer bizi bir gülme alıyor, deliler gibi kahkaha atarak tekrar koşmaya başlıyoruz. o gece kız arkadaşımı evine bırakıyorum. geciktiğimiz için annesinden biraz fırça yiyorum ama bir bilse başımıza gelenleri diye geçiyor içimden. tekrar eve dönerken de korkudan o inşaatın önünden geçemiyorum. taa üst sokaklardan dolanıp yolumu epey uzatıyorum. eve dönüp de kafamı yastığa koyduğum da hayatımın en atraksiyonlu, en eğlenceli gecesini yaşadığımı düşünüyorum. şimdi deseler ki scarlett johansson'la o inşaata tekrar girer misin, affedersiniz ama gireni siksinler.

    eyvallah editi: aynı dönemlerde, aynı mekanlarda birbirimizden habersiz takıldığımız iki güzel yazarı da bulmama vesile olan başlık.
  • 2 sene boyunca her gun okul cikisi, uskudar iskelesindeki bufelerden 2 liraya tavuk doner-ayran yedim.
  • tam bu başlıkla ilintili dost sohbetlerimizde sıkca bahsi geçen, tekrar tekrar anlattırılan bir anımı sizlerle paylaşıyorum, koltuklarınıza yaslanın.

    öncelikle hayatım boyunca hiçbir zaman otostop çekmediğimi söylemeliyim, yani aklıma gelip de tırsıp vazgeçmiş değilim. hiç bir zaman aklıma böyle opsiyon gelmedi, sanki öyle bir aktivite hiç yokmuş gibi.

    okula gitmek için otobüse biniyorum, üni 1 ya da 2. sınıftayım. babam dedi ki "ben bugün şehir merkezinde pazara gitcem, seni de oralarda bırakayım hem daha sık dolmuş geçiyor ordan" dedi, tamam dedim canıma minnet.

    peder beni indirdi, karşıya geçip dolmuş beklicem, o da az ilerdeki kavşaktan dönüp önümden geçecek zaman kaybetmiyim diye beni erken indirdi. karşıya geçer geçmez önümde bir tane siyah mercedes durdu, camlar filmli.

    camı açtı eleman:
    - birader ne tarafa?
    - şu tarafa gidiyorum
    - tamam atla

    ulan adamın tipi bir görsen en az 7 yıl yatarı var. at hırsızı ne kelime, bildiğin çiftliği soymuş sanki. araba desen ayrı falso. bi basiretim bağlandı bir şey oldu o an, sanki güdümlü füze gibi dümdüz gidiyorum böyle arabaya doğru. o sırada peder ilerdeki kavşaktan dönmüş arabayla geçerken beni gördü, sonra arabayı gördü. bana tam olarak el ve yüz ifadesiyle şunu sordu "napıyorsun amına koyim oğlum?" ben de cevap olarak mimiklerimle "baba bilmiyorum yedik bi bok" dercesine bi bakış attım. ve arabaya bindim.

    işte tanışma faslı bilmem ne, sohbet gayet normal. otobana çıktık, eleman 200'le gidiyor. dedim bu beni öldürmezse de kesin kazada ölcem. bi 10 dk geçti elemanın telefon çaldı. bu böyle raconlu maconlu konuşuyor, ben mülayim mülayim yolu seyrediyorum. sonra telefondaki elemanla kavgaya tutuştu, küfür kıyamet.

    - ulan az bekle amın evladı sana bak neler yapıcam, seni bugün gömmeyen adam değil. (benim gözler gollum'un gözü gibi oldu bu sırada)

    bu sırada babam 2500 defa arıyor, meşgule atıyorum. adam meraktan geberiyor haliyle. ne diyim? baba birazdan silahlı çatışmaya giricem beni merak etme mi diyim?

    eleman hala tehdit ve küfüre devam ediyor, benim ses de aynı oranda içeri kaçıyor.

    - tamam lan bekle geliyoruz! dedi ve telefonu kapattı.
    (geliyoruz??? kim? kimle? benle mi geliyoruz? ben? lan?)

    o an içeri doğru nasıl sıçılıyor onu tecrübe ettim sevgili arkadaşlar.

    - abi dedim, ben otoban çıkışında ineyim. (ses oktav oktav azalıyor)
    - yok yok, bi işimiz var, ben seni sonra bırakırım okulun kapısına kadar
    dedi.
    - abi gerek yok valla benim acelem vardı zaten, sağol eyvallah.
    - sus lan bi de seninle uğraşmıyım!
    (hay ebenin taşşağı ya)
    - tamam abi.

    otobandan çıktık, ben artık kesimhaneye giden bir kuzu olmayı benimsedim kaderime razı geldim. anamı babamı arkadaşlarımı falan düşünüyorum, olası 3. sayfa manşetlerini düşünüyorum.

    "üniversite öğrencisi silahlı çatışmada hayatını kaybetti, ailesi hiç böyle bi çocuk değildi dedi, soruşturma sürüyor"

    benim surat bembeyaz, tansiyonum düştü. ulan tertemiz dersime girecektim ne gerek vardı böyle bir maceraya? bekle işte dolmuşunu, ne yani? lord musun olum her mercedes'a atlıyorsun? sanıyorum ömrümde hiç mercedes'e binmemiştim o yüzden mi cazip geldi noldu anlamadım.

    bi mahalleye geldik. eleman aradı birisini, aradığı kişi geldi arabaya bindi. ben önde oturuyorum hala, gelen eleman arkaya geçti. benimle tanıştı, memnun oldu. ben de çok memnun oldum (acayip memnunum, öyle böyle değil). bu arada eleman beni ne diye tanıştırsa beğenirsiniz? kardeşim dedi tabii ki ne diyecek? "oğlum yapma böyle şeyler, deme ulan kardeşim" diye içimden adeta feryat ediyorum. tabii ki içimden.

    bu arada bunların ikisinin de belinde kabartı görüyorum, ya kesin silah ulan o diye diye paçalardan bırakıyorum.

    sonra araba tekrar harekete geçti gidiyoruz. birazdan rıza baba çıkacak köşeden, ellerinizi kaldırın diyecek falan diye bekliyorum. sanki yüksek bütçeli bir kamera şakasının içindeyim diye düşünüyorum, sonra da diyorum ki bu kadar zahmete değecek kadar ünlü de değilim.

    velhasıl bunlar çatışmayı planladıkları elemanla muhteşem saygı çerçevesinde bir sohbet daha gerçekleştirip, birbirlerini bir yere davet ettiler (amk sanki internet cafede dust2 atacaklar).

    ben dedim ki bu iş böyle olmaz. başladım mızıldanmaya, evet mızıldanmaya! götü yiyen atar yapsın beyler, itina ile kan alıyorlar.

    - abi gözünü seveyim sen sal beni, bak sınavım var. girmezsem kalırım, kalırsam anam babam eve almaz, eve almazsa sokakta yatarım, sokakta yatamam param yok, kimsem yok, sokakta yapamam abi ben. diye adeta fatality yapıyorum. herifin 100 gram beyni var zaten, idrak edemedi ama önemli ve üzüntülü bir durum olduğunu anladı.

    - tamam lan tamam bırakayım seni şurda siktir git nereye gidiyorsan, kafamı meşgul etme
    - abi eyvallah abi

    az ilerde bırakmadı, okula kadar gitti hakikaten kapıda bıraktı. arabadan indiğimde yere çömelecektim neredeyse çünkü dizlerim tutmuyordu. bunlar gazladı gitti.

    ilk işim, hemen telefonla pederi arayıp bi güzel fırça kaymak oldu.

    - baba neden 2500 defa arıyorsun? ne var yani gittiysek? nolacak böbreğimi mi alacaklar? bir rahat ol ya, napabilirler bana?
    - lan oğlum sen gerizekalı mısın?
    - baba sıkıntı yok, hadi görüşürüz.

    diye cool cool kapattım, olduğum yere çömdüm. olayı sindirdikten sonra tabii sıcağı sıcağına arkadaşlara anlattım. önce gergin gergin dinlediler, sonra hep birlikte altımıza sıçtık.

    ulan sonra objektif olarak döndüm bi baktım, olanlarla ve aldığım kararlarla ilgili mantıklı hiç bir açıklama bulamadım.
  • hanıma sormadan arkadaşlarla buluştum
  • buca'da, perili olduğu söylenen bir evde, hayalet yakalamak amacıyla bir gece mumlar eşliğinde sabahlamıştım. evde yere serilmiş bir sürü gazete kağıdı ve boş şişe vardı. eski ev sahiplerinin geri dönüşüm amacıyla bunları biriktirdiğini düşünmüştüm. en az benim kadar gerizekalı bir kız arkadaşımla sabaha kadar köşkte kalmamıza rağmen hayalete rastlamadık. ergen iki kızın cahil cesaretine bağladığım bu olayın asıl traji- komik olayı, mekanın şarapçıların kullandığı bir ev olduğunu sonradan öğrenmemiz, üstüne bir de yıkılma tehlikesi olduğu için artık boş bırakılmasıydı. bir hafta sonra ev çöktü. biz içindeyken çökseydi ne olurdu, arkamızdan ne söylenirdi çok merak ediyorum. ya da hastanede, ailelerimize son nefesimizde oraya hayalet yakalamaya gittiğimizi söyleseydik, babalarımız bizi ölmeden önce dinlene dinlene döverlerdi eminim. yanımıza hayaletleri hapsetmek için aldığımız, battal boy çöp poşetlerinden bahsetmemize gerek bile kalmazdı esaslı bir dayak yemek için.
  • afrikaya gelmem bunlardan biridir. dün itibariyle 5 senedir buradayım.

    güncelleme: bugün itibariyle 10. yılı da tamamladık bakalım. kim derdi 2 haftalığına geldiğim ülkede 10 yıl kalacağım. hedefte bir 5 yıl daha kalmak var.
  • 3. sınıfın yarısında üniversiteyi bırakmak.

    o zaman mutlu olmam daha önemli diye düşünüyordum. sanki 1 dk daha kalsam ölecektim o şehirde.
    şimdi iyi ki diyorum. iyi ki bırakmışım.

    isteyince başka şekilde de oluyor.
    yeni bir okul var, baştan başlamış olsam da. hatta ilk defa kaliteli bir eğitim aldığımı hissediyor ve derslere daha büyük bi istekle gidiyorum.
    iş hayatına girince okul biraz daha zor olsa da dediğim gibi,

    geç olsun
    güç de olsun
    ama mutsuzlukla olmasın.
  • ilkokul 4. sınıftı sanırım. 99 yılı olsa gerek, 2000 de olabilir. sınıf öğretmeni, "taklit yapacak biri var mı" diye sordu sınıfa. nasıl bir özgüvense, atladım. dünyanın en kötü reha muhtar taklidini yaptım sanırım. sınıfta ölüm sessizliği yaşandı. utanarak yerime geçtim, ondan sonra da öyle bir işe kalkışmadım :(
  • 7 yaşında sokakta gördüğüm bir köpeği durduk yere kovalamaya baslamam. kaçan kahramanımız köpeğin sanırım bi an lan ben mal mıyım deyip geri donmesi bu sefer benim kaçmam. yıllar sonra o köpeğe hak verdim aferin köpek
hesabın var mı? giriş yap