• “gün batımı gibi kaybolmak istedim. ölmek çok korkutucu. keşke hiç var olmamış gibi kaybolabilseydim.”

    haruki murakami'nin kısa hikayesi barn burning'in sinemaya adaptasyonu olan bu hikaye, bir ilişki draması olarak başlayıp daha ötesine geçiyor. filmin başından itibaren seyirciyi çok güçlü bir tekinsizlik ve belirsizlik hissi sarmakta. aşk üçgeni gerilimi, platonik aşk, aile yükümlülükleri, toplumsal cinsiyet, sosyal statü farkları gibi temaları iç içe geçirerek, bunları muğlak bir hikayenin fonunda sunabilmesi takdire şayan.

    filmde gerilimin inşası çok başarılı. öfke adeta gerilen bir yay gibi mütemadiyen rahatsız etmekte. sistematik olarak yükselerek tedirgin ediyor. ana karakterle o kadar bütünleşiyorsunuz ki, sürekli istim üstünde gibisiniz. her an bir şey olacakmış hissi. sessiz telefonlar, yemek yapmayı tanrı'ya kurban vermek olarak tanımlayan bir tür ne idüğü belirsiz kaymak tabaka insanı. ve içsel arayışta olduğu bariz tuhaf bir kız.

    ana karakterin de ne düşündüğünü ve neyi, niçin yaptığını asla kestirememek filmin bol entrika kokan atmosferini perçinliyor. suratındaki o kalıplaşmış alık ve mimiksiz ifadenin altında hiçbir anlam bulamamak bile başlı başına sinir yıpratan bir deneyim. hiçbir soruyu cevaplamak için acele etmiyor film; hakkında ne kadar düşünürsek, o kadar çok soru kalıyor geride. gerçeklik duygusunu en ham haliyle vermekte çok başarılı. minimalist yapısı ve sakinlikle bezeli dokusuyla gerçek hayatın portrelerini izliyoruz esasen. her şeyi çok gerçekçi bir şekilde hissettiğiniz ama gördüklerinizi tanımlamakta zorlandığınız bir rüya deneyimi gibiydi aslında bu filmi izlemek. o klişe tabirle şiirsel sinema da diyebiliriz pek tabii ki. kentsel ve kırsal alanların sinematografisiyle her karakterin gerçek doğasının ortaya çıkışını izlemek, sinema sanatını neden sevdiğinizi size bir kez daha hatırlatıyor.

    anlatının seyrindeki beklenmedik dönüşlerle allak bullak olabiliyorsunuz. jongsu'nun kafa karışıklığıyla seyirci olarak manipüle olmak işten bile değil. bulmaca çözer gibi veyahut labirentte ilerleyen bir kobay faresi ruh halinde hissetmek serinkanlı kalabilmeyi zorlaştırıyor.

    seyircinin kafasında daima küçük küçük sorular oluşuyor. her ayrıntıda, her gelişmede soruların ardındaki gizemi çözmeye çalışıyorsun. ilerledikçe kimi sorular eleniyor, kimileri dönüşüm geçiriyor. filmin interaktif bir havası var. seyirci olarak hikâyeden tek bir an dâhi dışlanmıyorsun. hep içindesin. tüm o belirsizliğin yarattığı gerilim ziyadesiyle boğucu. bu denli yalın ve esrarengiz anlatımla bile yönetmen algılarınla çok etkili bir şekilde, ustalıkla oynuyor.

    filmin ilk yarısında, protagonist ile özdeşleşip "maruz kaldığımız" o takip ediliyormuş hissi, sanki sizi kötü emellerine alet edecekler tekinsizliği, ikinci yarıda ters istikamette ete kemiğe bürünüyor. bu kez merkezdeki karakterle beraber stalker moduna girerek saplantılı bir yolculuğa çıkıyoruz. filmi jongsu'nun bakış açısıyla deneyimlerken şüpheci ve paranoyak bir görüş ediniyorsunuz.

    spoiler

    başlarda, kız ile zengin adamı bizim köy çocuğuna karşı gizli bir tehdit olarak algılamak zor değildir. * kızın kaybolmasıyla beraber zengin adamın sayko bir katil olduğunu düşünmek de.. fakat son kertede asıl psikopatın jongsu olduğu ve onun sanrılarının tesiri altında savrulduğumuz ortaya çıkıyor. babasından nefret etmesi ama onun öfke ve şiddet eğilimini bizzat taşıması gerçeği çok çarpıcıydı. *

    jongsu sevişirken gardıropa gözünü diktiğinde orada birinin onları gözetlediği şüphesi seyirci olarak çok güçlü gelmişti. ama film bittikten sonra bu tür sahneleri düşündükçe aslında hepsinin jongsu'nun patolojik durumundan kaynaklandığı ihtimali ağır basıyor.

    iki erkek üzerinden taşralı-şehirli çatışması da çok ince verilmiş. sosyal sınıflar arası uçurum ana konunun çevresinde dönmektedir. taraf olarak da yerimiz bellidir. ana karakter üzerinden koreli gatsby'i paranoya bulutları arasından görürüz sadece. ben karakteri antagonist varlığıyla belki de filmdeki en ilgi çekici karakter. jongsu onu takıntılı bir şekilde takip ederken aslında ibrenin haemi'den kopup direkt ben'e kaydığını anlayamayız ve arabaya binerken "seni kıskandım" lafını duyarız gatsby'den. kıskandı, yok etti ve yaktı. çünkü o güçlü ve vurdumduymaz. yapabilir. yapmıştır. halbuki jongsu cephesinden yükselen kıskançlığın kıvılcımları yanmaktadır o vakit. yönetmenin attığı kancaları çözümlemeye uğraşırken asıl yanmakta olan şeyi net göremeyiz. son bu yüzden seyirciyi kamyon çarpmışa çevirir. paranoyak, sosyopat ve belki psikopat bir ana karakterin hastalıklı kafasıyla 2 buçuk saat geçirdik. yan etkileri titreme, şok ve mide bulantısı oldu.

    ben'in sera yaktığını söyleyip aslında yakmaması ilginçti. haemi gibi genç kızları öldürüp yakarak yok etme metaforu olarak düşündüm bu sera yakma hikayesini. jongsu etrafta ciddi bir arama yapmasına rağmen yanan tek bir sera bile bulmamıştı. ben'i düşünürsek tabiri caizse kasım kasım bir herif. ot içerken kendisiyle ilgili havalı ve sert bir hikaye uydurmak tam ona göre bir hareket olurdu. kundakçı olmadığı her halinden belli. ama seri katil havası kesinlikle vardı. önce, bunu bir tür mecaz olarak kullandığını düşünmek kolaydı ama film bittiğinde sadece çılgın gözükmek için uydurmuş olabileceğini de cepte tutuyorum. iki adam, iki zıt kutubu temsil ediyorlar. ama ikisi de kıskanç. biri aşık olduğu kadına en ağır ithamda bulunacak kadar arızalı biri. diğeri belki onu öldürecek kadar kıskanç. evet, zehirli erkeklik hakkında da çok şey söylüyor film.

    “iki tür aç insan vardır. küçük açlık ve büyük açlık çekenler. küçük açlık fiziksel olarak acı çekmektir. büyük açlıksa insanın hayatın anlamına karşı çektiği açlıktır. neden yaşıyoruz, hayatın anlamı nedir gibi şeyleri araştıran insan gerçekten açtır.”

    ben ve jongsu arasındaki kontrast aslında filmin metaforlarından biri. özellikle haemi için ben "küçük açlığı" temsil ederken, jongsu "büyük açlığı" temsil etmektedir. haemi'yi ona yakınlaştıran da jongsu'da bunu görmesi olabilir. öte yandan, kendi yalnızlığının izolasyonu içinde sevgiyi ve hayatın anlamını haemi'de bulan bir jongsu gerçeği de var. yani aynı zamanda haemi de jongsu'nun "büyük açlığı"nı temsil ediyor.

    elbette ki, jongsu'nun ben'e soktuğu bıçaklar sadece haemi için değildi. tüm kapitalist sisteme, iktidarı elinde tutana. her şeyi elde etme ve ezip geçme, yakıp yıkma gücüne sahip olana. işçi sınıfından soylu sınıfa atıldı o bıçak darbeleri. sınıfsal öfke tüm haşmeti ve azametiyle ben'in vücut bütünlüğünde patladı. uzviyetini yok etti.
  • murakami'nin 6-7 romanını okudum ama barn burning dahil hiçbir kıya öyküsünü okumamıştım. filmden sonra merak edip öyküye baktım. 13 sayfalık kısacık bir hikaye ve filmde yaşanan olayların çoğu haliyle öyküde yok. bu açıdan bakıldığında, omurgayı murakami'den alarak onu inanılmaz bir başarıyla zenginleştirip bir roman derinliği yakalanmış.

    murakami'nin çok sevdiği kuyu, kedi gibi nesneler yine var. başına gelen onca absürt olayı rahatça kabullenen salmış adam, canı ne istiyorsa onu yapan patavatsız lolita kız karakteri the wind up bird chronicle'ı bayağı anımsatıyor. murakami'nin düşsel gerçeklik kitaplarındaki evrenin aksine konu bildiğimiz fiziksel dünyada geçiyor. görsel olarak bir absürtlük de kullanılmamış (murakami romanlarında unicorn kafataslarının, pezevenklik yapan kfc albayının, kapıda her gelenin gölgesini bıçakla kesip ayıran bekçinin, otel lobisinde konuklara hikaye anlatan koyun adamın, havadan iplerle koza ören küçük bir insan türünün falan olduğunu biliyorsanız bu kıyaslamayı daha iyi anlarsınız). ne var ki bu absürtlükler olmadan da izleyici olarak filmden o bilindik murakami tadını fazlasıyla aldım.

    film adeta bir metafor cenneti. ama bu metaforlar "at murattır" seviyesinde bir lame'likte değil, hepsi çok taze ve incecik yerlere dokunuyor. çözüme kavuşmayan asıl gizemle birleşince sizi düşünmeye zorluyorlar. aralara serpiştirilmiş ufacık ayrıntılar da filmin parçalarını tutkal gibi bir araya getiriyor.

    --- spoiler ---
    dik bir kuleye bakarak mastürbasyon yapma, ben'in sera alegorisi üzerinden anlattığı kadın tanımı, hae mi'nin küçük açlık/büyük açlık dansındaki cringe, 16 yıl sonra oğlunu gören annenin telefona gömülmesi, jong-su'nun ben'i öldürmeye karar verdiğinin aslında ineği sattığı an belli olması, ben'in kızdan sıkıldığını ve burning zamanının geldiğini gösteren esnemeleri, jong-su'nun boşalırken günde sadece bir kere vuran ışığı görmesi...
    --- spoiler ---

    bu kadar güzel detayı bir filmde uzun süredir görmemiştim. adeta çağdaş sanata olan inancım arttı. teşekkürler kore sineması, teşekkürler japon edebiyatı. yine ne varsa sizde var.
  • sayısız ödül alan ve eleştirmenlerin yılın en iyi filmleri arasında gösterdiği, farklı değerlendirmelere açık katmanlı senaryosu ve muhteşem görselliğiyle, çok başarılı oyunculuklarıyla gerçek anlamda sıra dışı ve iz bırakan bir yapım olarak 2018’in filmleri arasında özel bir yer edinmeyi başaran güçlü yapım.

    ''afrika'nın kalahari çölündeki buşmen’leri biliyor musun? onlar der ki;
    buşmen’lerde insanlar iki tip açlık çekerler;
    küçük açlık ve büyük açlık.
    küçük açlık fiziksel olarak aç olmak iken, büyük açlık hayatın anlamına aç olmaktır. büyük açlık yaşayan kişi, neden yaşadığımız, hayatın anlamının ne olduğu gibi şeyleri arayan kişidir. bunun gibi biri gerçekten de açtır ve bu yüzden ona büyük açlık derler.''

    uzun yıllar sonra sinemaya dönen chang dong lee'nin haruki murakami'nin kısa öyküsünden esinlenerek senaryolaştırdığı ve yönettiği film, ruhlarındaki açlığı gidermeye çalışan, anlam arayışında olan biri kız ikisi erkek üç gencin arayış ve arınma hikâyesini anlatıyor. modern yaşamın ''duygusal taşlaşma''ya uğrattığı insanlardan biri olmamak için, her biri ruhunu katman katman açacak farklı yol ve yöntemler arıyor.

    çok katmanlı bir hikâyeye sahip olan film, romantik komedi tadında başlayıp ağır ağır ilerleyerek gizem, gerilim, suç türleri arasında sörf yapıyor. hikâye çok yavaş ilerlediği için akıcılık ve seyir keyfi vaat etmiyor belki ama zihninizi darmadağın ederek ve sorular sordurarak bitiyor. güçlü ve yoğun metaforlar kullanıldığı için film, izleyenlerin farklı farklı yorumlarda bulunabilmesine, hikâyeyi yeniden kurgulamasına müsait bir yapı arz ediyor.

    o yüzden filmin meselesini ve vermek istediği mesajları kavrayabilmek açısından karakterleri tek tek analiz etmekte fayda olduğunu düşünüyorum;
    film, bir mağazada taşımacılık yaparak geçinen jong-su’yu merkeze alarak ilerliyor. jong-su, öfkesini kontrol edemeyen ceberrut bir babanın elinde büyümüş, annesi henüz jong-su küçük bir çocukken evi terk edip gitmiş. çiftçi olan babası işlediği bir suçtan ceza alınca köydeki eve tekrar dönen jong-su, fakir ve oldukça yalnız bir genç. metin yazarlığı okumuş, roman yazmak istiyor fakat henüz aradığı hikâyeyi bulamadığı için özgün bir metin çıkaramamış. metinlerinde kendisini bulduğu için william faulkner eserlerine hayran. hayata ürkek ve şüpheyle bakan jong-su, arayış içinde ve ruhundaki boşluğu aşkla dolduracak naif bir kişiliğe sahip.

    shin hae-mi genç, güzel, hayat dolu ve mutlu bir genç kız. görüşmediği bir ailesi olmakla birlikte hiç arkadaşı olmayan oldukça yalnız biri. kıt kanaat geçinmesine rağmen artırdığı parayla afrika'ya seyahate giden, oradaki kültürleri tanımak isteyen yani anlam arayışını uzaklarda bulmaya çalışan shin haei; pandomim yaparak, her figürüne farklı anlam ve değerler yüklediği danslar öğrenerek ruhunu arındırmaya çalışan biri. afrikalıların, danslarında hayatın anlamını aradığını, küçük açlıktan büyük açlığa dans ile ulaştıklarını düşünüyor. afrika'da çölde güneşin batışını coşkuyla tasvir ettikten sonra birden ağlamaya başlayıp ''gün batımı gibi ben de ortadan kaybolmak istedim. ölmek çok korkutucu, bu yüzden keşke hiç var olmamışım gibi ortadan kaybolabilseydim.'' diyecek kadar duygusal geçişler yaşayan hassas ve hüzünlü de bir kişiliği var. köyde geçen çocukluğundan hatırladığı fakat yeni tanıştığı jong-su’ya, afrika'ya giderken evini ve kedisi buhar'ı emanet edecek kadar güveniyor. jong-su’ya güveniyor ancak afrika uçağından ben adlı bir gençle iniyor. jong-su, afrika'dan dönmesini beklediği süreçte evine gidip geldikçe ilk birlikteliklerinin hayaliyle yaşayarak aşık olduğu shin hae mi'ye sevgili olmayı beklerken hissesine sıcak bir dostluğun düştüğünü görecektir.

    ben; zengin, bakımlı, özgüveni tam, biraz da kibirli biri. porsche'ye biniyor, lüks bir sitede pahalı bir evde oturuyor. hayata alaycı bir bakışla yaklaşıyor. hiç ağlamamışlığıyla övünen, ağlayan insanların ilginç geldiğini söyleyen, hayata mekanik bakan, duygusal taşlaşmadan nasibini almış biri ben. shin hae-mi ile çıkıyor fakat onunla olmaktan mutlu olmadığını, sıkıldığını gözlemliyoruz sık sık. zaten ilginç bulduğu için görüştüğünü söylüyor. parayı nereden kazandığı hakkında bilgi sahibi olamıyoruz. ''ilginç'' kelimesi hayatta aradığı şeye işaret eden bir kelime sanki. çalışmayı ve hayatı ''oynamak'' olarak niteliyor. paraya, çevreye, arkadaşa ihtiyacı yok gibi gözüken ama aslında yalnız olduğu açık olan ben'in de ruhundaki boşluğu farklı yöntemlerle doldurduğunu finale yaklaştıkça çözümlüyoruz.

    karakterlerin ben hariç diğer ikisinin ortak yönü ailelerinin problemli olması ve ailelerinden bağımsız ve yalnız yaşamaları. özellikle jong-su ve shin hae-mi'nin parasal konularda da yaşam savaşı verdiğini söyleyebiliriz. temel sorunlarından biri işsizlik olan (televizyondaki haberlerden öğreniyoruz) güney kore’de emek sömürüsünden ibaret işlerde çalışmak zorundalar. bu yönüyle filmde karakterlerin yaşadıkları evler ve yaptıkları işler üzerinden sınıfsal bir eşitsizliğe dikkat çekildiğini de söyleyebiliriz, zira her bir karakterin büyük açlığını doyurma yöntemleri ve nedenleri de bu çelişkinin altını çiziyor.
    buraya kadar yaptığımız anlatıdan klasik bir üçlü aşk hikâyesinden ibaret bir yapım gibi gözükse de bu noktadan itibaren sırayla gizem, gerilim ve suç türlerine kayan film zihni yormaya başlıyor. o yüzden bundan sonraki kısmı filmi izlemeyenlerin okumamasını tavsiye ederim.

    --- spoiler ---

    filmin kırılma noktasını, ben'in yemek yapmayı tanrı’ya kurban sunma olarak nitelediği ve ''kendim için bir kurban yaratıyorum ve onu yiyorum'' dediği bölümde ''kurban'' ifadesini soran shin hae-mi'ye bunun bir metafor olduğunu söylediği sekansla başlatabiliriz. aynı bölümde tuvalete giden jong-su, dolapları karıştırdığında büyükçe bir makyaj kutusu ve çeşitli ucuz takılardan oluşan bir çekmece görecektir… bu takıların sırrı da finalde netleşecek…

    film boyunca jong-su'ya gelen ve karşı tarafın konuşmadan kapattığı esrarengiz telefonların kimden ve neden geldiğini asla çözemeyeceğimizi belirterek filmin düğümünü çözmeyi sağlayan iki metafora geçebiliriz.

    kuyu metaforu:
    shin hae-mi küçükken köyde evlerinin önündeki bir kuyuya düştüğünü, saatlerce yukarı bakarak ağladığını ve umutsuzca ölmeyi beklediğini söylüyor. ancak tam o esnada jong-su'nun yüzünü gördüğünü ve onun sayesinde kurtarıldığını ama jong-su'nun bunu hatırlamadığını söyler.
    jong-su'nun köy evine ben ile yaptıkları ziyarette shin hae, bunun yaşadığı en güzel gün olduğunu söyler. esrar içerler, shin hae kendinden geçerek dans eder ve sızar. o geceden sonra bir daha shin hae'yi göremeyiz, çünkü kaybolmuştur…

    sera yakma metaforu:
    o gece shin hae sızdıktan sonra ben, sohbet esnasında seraları yakma hobisinden bahseder. aralarında şöyle bir konuşma geçer;

    ''her iki ayda bir başkalarına ait eski bir serayı seçerim ve yakarım. biraz benzin dök, kibriti at, bitti. hiç yerinde var olmamış gibi on dakika sürer. asla yakalanmazsın. kore polisinin bu tip şeyler umurunda değildir. kore'de çok fazla sera vardır. kullanışsız, pis ve göz zevkini bozan seralar. ... yanan seraya bakar ve coşku hissederim. yanarken onu tam buramda hissederim (kalbini göstererek) tam burada bir vuruş. kemiklerimin derinlerinde yankılanan bir vuruş.''

    ''kullanışsız ya da gereksiz olduğuna sen mi karar veriyorsun?''

    ‘’hayır hüküm vermem, sadece yakılmayı bekledikleri gerçeğini kabul ederim. bazen yağmur gibidir. yağmur yağar, nehir yükselir, sel olur, insanlar sürüklenir. yağmur hüküm verir mi? orada doğru ya da yanlış yoktur, sadece doğanın ahlakı vardır. eş zamanlı varoluş gibi...''
    ''en son ne zaman yaktın''

    ‘’afrika'ya gitmeden önce yani iki ay oldu ve zamanı geldi, eğlenceli olacak...‘’

    o geceden sonra shin hae ortadan yok olmuştur. ona hiçbir şekilde ulaşamadığı günler boyunca jong-su, yıkık dökük seraları gezer, kimisini yakma girişiminde bulunur. fakat ben'in çok yakında bir serayı yakacağını söylemesine rağmen çevredeki hiçbir seranın yanmadığını görür. aşkın, özlemin ve merakın yakıp kavurduğu jong-su, şüphe anaforuna kapılır ve sorgulamaya, araştırmaya başlar. doğada koşturur durur... ulaşamamak çılgına çevirmiştir. evine gider şifrenin değiştiğini görür bir şekilde içeri girdiğinde de daha önce müthiş dağınık ve pis olan evin çok düzenli ve tertemiz olduğunu görür. seyahat çantası da içerdedir. çalıştığı yerlere, dans öğrendiği merkeze gider. nafile. hiçbir yerde yoktur. o aşamadan sonra ben'i takip etmeye ondan bir şeyler öğrenmeye çalışır.

    tesadüfen karşılaşmış havası vererek görüştüğünde ben'e seraları sorar,

    ‘’tabii ki yaktım, hem de tertemiz yaktım. sana yakacağımı söylemiştim. evine çok yakın yerde hem de.’’ cevabını alır.

    oysa jong-su her yeri her gün kontrol etmiş hiçbir yer yakılmamıştır. bunu belirttiğindeyse ''çok yakınsa göremezsin'' cevabını alır. jong-su kızı sorduğunda da ''ben de göremiyorum, sanki duman gibi süzüldü kayboldu'' cevabını verir gülerek. ben, arabaya binerken jong-su'ya, ‘’shen-mi sana özel şeyler hissediyordu ve ben ilk defa kıskandım sanırım'' der.

    jong-su, yaptığı araştırma ve soruşturmalar sonucunda olayın ve kuyunun olup olmadığı konusunda çelişkili ifadeler olsa da kuyu metaforunun shen-mi’nin jong-su’ya olan güvenini simgelediğini, onu kurtarıcı olarak gördüğünü anlatmaya çalıştığını çıkarıyoruz.
    jong-su bir kez daha ben'in evine konuk olduğunda banyodaki çeşitli türdeki takıların arasında shen-mi'ye hediye ettiği saati de görür. bir de evde buhar diye çağırdığında kucağına zıplayan kediyi görünce ben'in seradan kastının shen-mi olduğunu, köydeki geceden sonra onu öldürerek yaktığını, evine gidip ortalığı toparlayıp düzenlediğini ve evdeki kedi açlıktan ölmesin diye eve getirdiğini, shen hae-mi'den bir hatıra olarak aldığı hediye saati de daha önce öldürdüğü kadınlardan (yaktığı seralardan) biriktirdiği hatıra eşyaların arasına koyduğunu anlıyoruz.

    final sekansının son yıllarda beni en çok etkileyen, çarpıcı bir final olduğunu, yönetmenin merak, gizem, şüphe, acıma duygularını yaşattıktan sonra izleyiciye de katarsis yaşattığını belirttikten sonra betimlediğim tüm bu hikâyenin filmin zahiri boyutu olduğunu düşünebiliriz. filmin bir de ana karakterin, ‘’hikâyelerini okurken kendim yazmışım gibi hissediyorum’’ diyecek kadar etkilendiği w. faulkner’in de kullandığı bilinç akışı tekniğini kullanarak kendi yazdığı romanı izlediğimiz şeklinde yorumlayabiliriz. final sekansı öncesi kızın odasında oturmuş, bilgisayarda coşkuyla yazarken gördüğümüz jong-su’nun travmatik geçmişi ve şüpheci kişiliği düşünüldüğünde olaylar bu manada tekrar değerlendirilebilir.

    ancak ben ilk yaptığım okumayı tercih ediyor ve meseleyi; gençlerin, ruhları çölleştiren modern yaşama direnme ve hayata anlam yükleme çabası bağlamında değerlendirmeyi daha mantıklı buluyorum.
    ana karakter jong-su, annesiz ve baba şiddeti altında büyümenin bünyesinde yarattığı güvensizliği, arkadaşsız, akrabasız, dostsuz yaşamanın ürkütücü yalnızlığını, ürkekliği, korkaklığı kendisine güvenen kadına duyduğu aşk ile aşıp hayatın aşk ile anlamlı olduğu sonucuna varıyor, aşkın katman katman açtığı ruhunda öyle bir kor olduğunu görüyor ki kendisi bile dokunmaya korkuyor. ama aşk sonunda onu ateşe yürümeye sevk ediyor…

    gerçekliğin dışında yaşamayı tercih eden shen hae-mi, yabancılaştığı dünyasında kaybettiği ruhunu egzotik kültürlerde buluyor, kendi gerçekliğinden kaçabildiği oranda kendi olabiliyordu. hiç varolmamış olmayı dilediği hayatta tasavvurunu gerçeğe dönüştürmeye çalışıyordu.

    istediği her şeye ulaşabilen ve hiçbir derdi olmayan zengin çocuğu ben ise para, şehvet, esrar, eğlence vs ile sağlayamadığı arınmaya kadınları yakarak ulaşıyordu. her iki ayda bir arınma ayini gibi ritüelleştirdiği bir cinayetle hayatta olmasını anlamlandırıyor, kemiklerinin derinlerine kadar hissettiği coşkuyu ve tatmini yaşıyordu. işlediği her cinayetle deri değiştiriyor, yenileniyor, yeniden doğuyordu. tâ ki mekanik dünyasında habersiz yaşadığı aşkın, dizginsiz yakıcılığını öğrenene kadar…
  • adlarına "pencere insanı" dediğim insanlar var. çoğunluğunu umutsuz ev hanımlarının oluşturduğu, aralarında hatırı sayılır miktarda ihtiyar ve orta yaşlı teyze ve amcaların da bulunduğu, bir evin dört duvarı arasında geçen günlerinin istisnai ve en heyecanlı dakikalarını dirseklerini bir pencerenin denizliğine yaslayıp sokakta olup biteni, dükkanlara girip çıkanları, kaldırımlarda yürüyenleri izleyerek geçiren insanlar. bunlar, gerçekten de pencere gibidirler; hem içeride hem dışarıda: bedenleri bir odanın fiziksel sınırlarında sıkışıp kalmışsa da düşünceleri gözlerinin sağladığı bir portal aracılığıyla pencereden taşan, apartmanı aşan, sokakta süzülüp, karşı apartmandaki yataklara, mutfaklara, salonlara davetsiz misafir olan ve bir mahallenin üstünde, bir şehrin üstünde, bir ülkenin, bir kıtanın, bir dünyanın, bir evrenin üstünde malumatlara varan insanlar; ihtiyarlar, amcalar, teyzeler, gençler ve jong-su lee'ler.

    chang-dong lee'nin 2018 yapımı olup bir zincirleme uyarlama tamlamasının şimdilik son halkası olan eseri "beoning"de, bir "pencere insanı" olan jong-su lee'nin zihni, bir şüphenin peşine takılıp penceresinden taşarak olmadık sokaklara düşerken, dünyanın bir başka yerinde ise meraklı mı meraklı bir kedi, özgürce kanat çırpan bir kuşu yakalamak umuduyla bir binanın bilmemkaçıncı katındaki bir pencereden gökyüzüne sıçrayıveriyor. türler ve hikâyeler başka başka ama sonuç ortak. sonuç, hüsran.

    bu hüsranın başlangıç noktası, yani william faulkner'in 1939 tarihli öyküsü "barn burning", oldukça yanlış bir motivasyonla kundakçılık yapıp çalıştığı kişilerin ahırlarını ateşe veren gururlu baba snopes ile babasının eylemlerinden utanç duyan oğul sartoris'in hikâyesini, faulkner edebiyatının alametifarikalarından siyah-beyaz, zengin-fakir, kadın-erkek, ebeveyn-çocuk karşıtlıklarını da birer katman halinde işin içine katarak ele alıyordu.

    uyarlama tamlamasının ikinci ayağı, haruki murakami'nin ilk kez 1993'te yayınlanan "the elephant vanishes" adlı derlemesinde yer alan "barn burning" ise öncülüne kıyasla çok daha keyfî bir motivasyonla gerçekleştirilen kundaklama eylemine yine çok daha gündelik ama bir o kadar da merak uyandırıcı bir atmosferde yaklaşıyordu. serbest ilişki içinde olduğu kız arkadaşının yurt dışı seyahati sırasında tanıştığı erkek arkadaşıyla oldukça rahat ve sınıf farklılıklarından nispeten uzak bir ambiyansta bir araya gelen birinci tekil şahıs, hikâye geliştikçe önce bu "cool" misafirin ahır yakmak gibi bir alışkanlığının olduğunu ve sıradaki kurbanının çok yakınlarda bulunduğunu öğreniyor, sonrasındaysa kız arkadaşından bir daha haber alamıyordu.

    faulkner'in "barn burning"i, ilk okuyuşumun üzerinden geçen beş senede aklımda hep şu son cümlesiyle çınlar durur: «he did not look back.» yine bir ahır yakmak üzere olan babasının son seferki başarısızlığı üzerine öldürülüşüne tanık olan oğul sartoris, ölüsü ve canlısıyla tüm ailesini ardında bırakıp henüz çocuk yaşta bir tepeyi tek başına tırmanmaya başlar ve bir daha ardına dönüp bakmaz. murakami'nin "barn burning"inde ise hikâyenin anlatıcısı, kundakçı tanışının îması üzerine evinin çevresindeki tüm ahırları aylar boyunca kontrol etmeyi sürdürmesine karşın hiçbir ahırın yakılmamış olduğunu ve kız arkadaşının sırra kadem basmış olduğunu görür ama o da eylem bazında neredeyse sartoris gibi davranır ve bir daha ardına dönüp tam anlamıyla bakmaz. bir ahır belki yanmıştır, belki yanmamıştır. hayatına bir kadın girmiş ve bir şekilde çıkmıştır. hikâye ise şu cümlelerle nihayete erer: «yine bir aralık ayı geldi ve tepemde kış kuşları uçuyor. bense yaşlanmayı sürdürüyorum.»

    chang-dong lee'nin murakami'nin hikâyesini doğrudan, faulkner'in hikâyesini ise hem kurgusal olarak hem de birkaç sahne üzerinden kaynak aldıktan sonra yapmış olduğu, hali hazırda ateş olan yerden duman çıkarmak ve murakami'nin sakin hikâyesine şüphe etmenini dahil etmekti. en sevdiği yazar faulkner olan ve faulkner hikâyelerinde (tıpkı rüyalarında da olduğu gibi) kendisini gören jong-su lee, (ayrıca onun tavsiyesi üzerine ben'i kafede okurken gördüğümüz faulkner derlemesinin ilk hikâyesi, elimdeki edisyonundan farklı bir içindekiler listesi yoksa, "barn burning"den başkası değildir) hali hazırda küçük bir işi ve ilgilenmesi gereken, snopes-vari itibarsızlıktaki babasından kalma toprak işleri olan ama aslında yazar olmak isteyen bir gençti. oysa gündeliği bize gösteriyordu ki o aslında "yapan" değil, "konuşan" biri. ernest hemingway'in kayıp bir nesle güneş ışığı tuttuğu "the sun also rises" romanından bir sahneye atıfla, jong-su lee, ayakları yere basmayan, sahte amerikan rüyaları gören, seks düşkünü ve asla üretmeyip yalnızca konuşan biri. onun hali, lucanus'tan alıntılanan şu deyişi hatırlatıyor bana: «variam semper dant otia mentem*

    "beoning"in haemi shin'i bir şekilde çalışan, kendi hayalleri, çabaları, tarzı ve uğraşları olan bir kadın. yalnızca hayal ederek dahi mandalina dolu bir sepetten birini alıp bir güzel soyabilen, tane tane mideye indirip izleyeninde hiç yoktan bir iştah ve inanç uyandırabilen biri. ilk bakışta havai gelen amaçlar uğruna afrika'ya yolculuğa çıkan ve oradan anlatılacak hikâyeler ve sergileyecek danslarla geri dönen bir kişi. orada tanışıp güney kore'ye birlikte döndüğü ben ise tam olarak ne işle meşgul olduğu pek anlaşılamasa da genç yaşta ortalamanın çok ötesinde bir servete, yaşam tarzına ve jong-su lee'nin şüpheci bakışlarına sahip olmuş bir adam. kendisiyle yakın standartta bir arkadaş çevresi olan, onları kendi zevkince tasarladığı evinde potlaç yapmaya ya da lüks kafelerden birinde bir akşam geçirmeye davet edebilen nüfusta biri. yani, hem haemi hem de ben, ruhu kendileriyle dolup taşan insanlar. onlara karşı jong-su lee ise ruhundaki boşluğu herhangi bir "pencere insanı"nkinden farksız meraklar ve şüphelerle dolduran ve bu çözümsüz şüphelerin peşinden koşarken tam da şüphelendiği şeye, bir katile dönüşüp -varsa- potansiyelini de boşa harcayan biri.

    evet, ruh başıboş kalınca türlü hayaller kuruyor.

    evet, kendi hayatını kuramayan insan önce pencereyi, oradan da başkalarının hayatlarını kendine uğraş ediniyor.

    ve evet, ben'in yakacağını ve yaktığını söylediği ahır, jong-su lee'nin yanan zihninden başkası değil.
  • nolur biri gelsin filmi anlatsın bana ya. lütfen. çünkü ben bir bok anlamadım sanırım. ulan kötü film diyorum bir sürü sebep geçiyor aklımdan sonra lan hassiktir bak şu şu vardı aslında iyi film galiba diyorum. filme girmeden önce criticker ne diyor diye bakmıştım. ? vardı. çıktımz elim puan vermeye gitmiyor. 0 ve 100 arasında gidip geliyorum halen.
  • kedinin adı benim izlediğimde kazan diye çevrilmişken burada okuduğum bazı yorumlarda kedinin adı buhar diye geçiyor.

    şüphe artıyor.
  • faulkner'in "barn burning" isimli, 1939 temmuzunda harper's dergisinde yayımlanmış bir öyküsü mevcut. öykünün konusuna baktığımızda - faulkner'in toplu öykülerinin çevrilmemiş olması ne büyük talihsizlik bu arada - film murakami'nin öyküsünden çok, faulkner'in öyküsünden uyarlanmışa benziyor. en azından filmle faulkner'in öyküsü arasında çok daha fazla ortak nokta var.
  • beynimi cayır cayır yakan film. hatta adı da bu duruma bir metafordur diye düşünmedim değil.

    --- spoiler ---

    her şey tamamen jong su'nun giderek artan paranoyası mıydı (en mantıklı çözüm bu gibi)? yoksa zengin herif (ben) gerçekten de hae mi'ye bi şey mi yaptı? yoksa hae mi ve ben beraber bi oyun mu çevirdi jong su'ya? üçüne de inandırtabilicek veriler vardı bence filmde.

    jong su ve hae mi ilk kez bi yere oturup bi şeyler içtiklerinde hae mi uzun uzun pandomimciliği anlatıyor. filmin başlarındaki bu sahne portakal örneğinden yola çıkarak olmayan bir şeyi varmış gibi yapmayı oldukça vurguluyor. daha sonra hae mi, jong su'yu ilk kez evine davet ettiğinde "buhar" isimli kedisinden bahsediyor fakat 1 banyo ve 1 odadan oluşan otel odasından bile daha küçük dairesinde kumu ve içinde kedi kakası gözükse de kedi bir türlü gözükmüyor. bunun üstüne jong su da kedinin aslında olmadığından şüpheleniyor ama hae mi kendisi seyahattayken kedisine bakması için jong su'yu evinin anahtarını (kapı şifresini) veriyor. jong su kediye bakmak için geldiği süre boyunca o küçücük odada 1 kere bile buhar'ı göremiyor. bir de hae mi çocukken evlerinin ordaki bir kuyuya düştüğüyle ilgili bi hikaye anlatıyor. hae mi'nin ailesi ve belediye başkanı orda kuyu olmadığını söylerken jong su'nun annesi bir kuyu olduğundan bahsediyor. kime inanmamız gerekiyor bilmiyorum ama pandomimciliğini anlatışı, kedi ve kuyu hikayeleri biraraya gelince hae mi'nin gerçek olmayan bi şeyi gerçek yapmak gibi bi huyu olduğuna dair ciddi bi şüphe oluşuyor.

    bunların üstüne jong su'nun hae mi'ye çocukken çirkinsin demesi ve onun dışında bi ilişkileri olmamasına rağmen hae mi'nin çok sıcak davranması da eklenince bende kızın koreli gatsby ben'le beraber jong su'ya bi oyun çevirdiğine dair bi şüphe oluştu.

    sonra ben'in kedisini garajda buhar diye seslenerek yakalamasına geçelim. karakterimiz paronaya mı yaptı yoksa gerçekten öyle bi kedi vardı en başından beri ve isme tepki mi verdi? ve jong su'nun hae mi'ye verdiği dandik saatin ben'in çekmecesinden çıkması olayı. hae mi saatini orda mı unuttu? ama bir insan saatini nasıl unutabilir? jong su'nun paranoyasına ortak olursak ve ben'in kızı öldürdüğünü/kaçırdığını düşünürsek neden o dandik saati alıp çekmecesinde saklasın? sonlarda anlıyoruz ki gizemli zenginimiz ben makyöz veya tam olarak öyle olmasa da (belki bir makyaj markası kurucusu, belki fotoğrafçı ve modellerini fotoğrafa hazırlamak için makyaj yapıyor) profesyonel olarak makyaj yapan biri. kocaman bir makyaj çantasıyla bir kadına makyaj yaparken görüyoruz. bi çok incik boncuk da vardı o çekmecede, saati de aksesuar olarak mı aldı ama yine saatin dandikliği bu ihtimali azaltıyor. eğer saatle alakası yoksa o makyözlük sahnesi bize ne anlatmayı amaçlıyordu? hae mi'nin başına eğer bi şey gelmediyse bir anda nasıl buhar gibi kayboldu? hae mi neden kendisine kötü davranan çocukluk arkadaşını (daha doğrusu tanıdığını) yıllar sonra görünce aşırı sıcak davrandı ve adeta zorla sevgilisi oldu? ben sera yakma hikayesini uydurdu mu yoksa gerçekten cool bi sayko mu? lost izlerken bu kadar soru oluşmamıştı kafamda belki de. güzel beyin jimnastiği oldu ama yanıtlar bende yok dilerim sizlerde vardır.

    --- spoiler ---
  • beğendim. güney kore gizem işini iyi beceriyor, memories of murder da en sevdiğim filmlerden, tarzı çok farklı olsa da anmadan edemedim.

    bir ironi:

    --- spoiler ---
    ruhsuz bir psikopat olduğundan şüphelendiğimiz, hatta neredeyse emin olduğumuz ben, iki ayda bir terk edilmiş bir serayı kundaklayıp yok ettiğini keyifle anlatıyor; muhtemelen kimsesiz kadınları öldürme metaforu. jongsu buna şaşırıp "kendin yargılayıp yakabileceğine mi karar veriyorsun?" diye sorduğundaysa, ben kendini yağmura benzetiyor: yağmur yağıp sele dönüşüyor ve can alıyorsa, yağmur yargılıyor mu demektir? yoo, sadece doğasının gereğini yapıyordur, yağıyordur.

    bir yandan da jongsu'nun babasının mahkeme sürecini izliyoruz, özür dilese cezası hafifleyecek veya ortadan kalkacak olan baba, gururu yüzünden hapse mahkum oluyor. jongsu'nun yargıya güvenini sarsan şeylerden biri bu olmalı, onun gözünden bakarsak yargı çok da adaletli değil, gurursuz olanı kolluyor. öte yandan hae-mi'yi öldürdüğünden neredeyse emin olduğumuz ben'i suçlayacak hiçbir delil yok, hem bu gizemli büyük gatsby'nin arkasının güçlü olması da büyük ihtimal.

    sonunda jongsu elinde hiçbir kanıt veya itiraf olmadan, sadece güçlü bir şüphe yüzünden yargıyı kendi eline alıyor ve ben'i öldürmeye karar veriyor. eleştirdiği şeye dönüşürken ben'in sözlerini doğruluyor: şüphe'nin doğası da bu, önüne geçilmiyor.

    acı hissedemeyen ve film boyunca bayık bayık esneyen ben'in bıçaklandığında neredeyse mutlu olması, acının keyfini çıkarır ve teşekkür eder gibi jongsu'ya sarılması ise, ucu açık filmin sonunu en azından benim gözümde kapatıyor: bir şeyler hissedebilmek için, öldürdü hep kızları.
    --- spoiler ---
  • lee chang dong'un yönetmenliğini üstlendiği bir 'şüphe' filmi. lee chang dong, şurada, seyirciyle anlatı arasında mesafe oluşturmaya çalıştığını söylüyor. yönetmene göre film izleyici dostu, kolayca açıklanabilir bir içerik taşımadığı gibi, bu tür kapalı bir yaklaşım bilinçli şekilde seçilmiş. günümüzün hikayelerinin genellikle kapsayıcı bir tarza sahip olmasına karşı bu filmde eleştirel bir tavır alındığını anlıyoruz. yönetmen, izleyicinin hikayeye boğulması yerine belli bir mesafede, dışarıdan gözleyen biri gibi kalmasını amaçlamış. bu bakımdan pek çok filmde yapılageldiği üzere izleyiciyi bulmacanın bir parçası yapmak değil, onu bulmacayı sorgulamaya sevk etmek gibi bir niyete sahip olduğunu söylüyor yönetmen. yani kısaca, izleyiciyi olaya dahil etmek gibi bir derdimiz yoktu, metaforu bol tuttuk diyor.

    soyut ve karanlık yönü ağır basmasına rağmen filmde oldukça görünür, somut durumlar da yok değil aslında. güney kore'nin toplumsal düzenine dair yapılan göndermeler toplumsal çelişkileri karakterlerin yorumuyla görebilmemize yardımcı oluyor. yönetmen de bunu doğruluyor. ona göre yaşanan dönemde özellikle genç nüfus, kıyasıya rekabetçi bir çevrenin baskısı altında ayakta durmaya çalışıyor. postmodern çağ tüm olumlu görünümlerine rağmen sınıf çatışmasını ve baskıyı içinde saklıyor. burada kuzey kore propagandasını dinleyebilecek bir konumda, iki ülke arasındaki 'sınır'da konumlanmış bir ana karaktere sahip olmak filmin içindeki kritik unsurlardan birisi haline geliyor. jong-su'nun, güney kore'de ne iş yaptığı belli olmayan, oyun ve iş arasında bir şey yaptığını söyleyen, genç ve zengin bir karakterin (ben) nasıl var olduğunu sorduğu sahne sınıfsal karşıtlığın en görünür ifadesi oluyor.

    --- spoiler ---

    yorumlamayı zorlaştıran belirsizlikler barındırsa da, filmi çeşitli çağrışımlar üzerinden anlamaya çalışabiliriz. olmayan şeyleri var kabul etmenin tekrar tekrar vurgulandığı sahneler ve anlatının jong-su'ya ait bir kurgu olma ihtimalini düşündüren durumlar, çalışma, işsizlik, cinsel arzular, 'sebepsiz' zenginleşenlere karşı sunulan bakış akla jong-su'nun arzuları ve iç çatışmaları etrafında dolanıyor olabileceğimizi getiriyor. yakmak ve bunun yanında bütün kıyafetlerden kurtulmak bir arınmayı anlatıyor. yukarıya doğru dikey hareketliliğin toplumsal çelişkiyi belirsizleştiren bağlayıcı, ümitvar içeriğinden kopmaya, bir sınıfsal kabullenmeye ve çatışmanın sonuçlarına işaret ediyor. kurgu içindeki kurgunun yazarı olarak jong-su, muhtemelen içindeki karakterlerden/arzulardan birini, muhteşem gatsby olarak adlandırdığı ben'i, tıpkı annesinin gidişiyle yakılan kıyafetleri gibi, ortadan kaldırıyor. olmayan şeyleri yemek gibi, olmayan kedileri beslemek gibi yanılgılardan kurtuluyor. içindeki ben'i, hiç var olmamış gibi yok ediyor. ben'in kurgusal karakter olma olasılığına dair, belki de not edilmesi gereken bir durum daha var. o da, seraları yakmaktan söz ettiği sahnede, birden çok yerde aynı anda var olabildiğine ilişkin söylediği sözler. kurgu bağlamında bakılırsa, jong-su'nun kurgusal karakteri söyledikleriyle kurgunun yazarının gerçeklikle ilişkisini bulanıklaştırıyor.

    bahsedildiği üzere yakma eylemi, ben tarafından, terk edilen, 'yalnız bırakılmış' seraların belirli aralıklarla yok edilmesiyle öykünün içinde yer alıyor. bu açıdan da burjuvazinin bir oyun ve eğlence alanına benzetilen dünyasının atıl olanları, yalnızları, hayata tutunamayanları, ailesinden kopan, kart borçlusu, geçici işlerde çalışan, zorlukla yaşayanları, genç kadınları imha ederek yoluna devam ettiğini görüyoruz. hayatı boyunca hiç ağlamadığını söyleyen ben karakteriyle, sıklıkla ağlayan hae-mi'nin mana arayışındaki uçurum da buraya oturuyor. büyük açlığın (manevi açlık) küçük açlıktan (fiziksel açlık) farkını açıklıyor açıklamasına ama onu kurtaracak şeyi bulamadan var olmamış gibi yok olduğunu izliyoruz hae-mi'nin. yıkıcı bir başka çatışmayı da, hae-mi'nin eğlencenin konusu haline gelişi sırasında, jong-su'nun utancında görebiliriz. yok eden, kurban arayan, kurbanlarla çevresine oyunlar sahneleyen ben, bu sahnelerde hae-mi'yi izliyor ve umursamaz bir tavırla esniyor. jong-su üzerinden, geleneksel kırsal ilişkilerin samimiyet ve minnet üzerinden kurulan kapsamı ve dışarıya ya da yukarıya (hızla değişen, başkalaşan toplumsal ilişkilere) karşı geliştirilen utanç, aşağılanma ve dışlama türü reaksiyonlar 'duygusuz' burjuva eğlenceler içinde kendisini ilan ediyor. duygusuz ve anlık eğlencelerin odağı ben açısındansa bunlar dikkat çekici olmayan, sıradan gösterilerden ibaret kalıyor.

    hae-mi, ufkun kızıllığının seyredildiği o uzun sahnenin ardından, metruk bir sera ile özdeşleşiyor, yok oluyor. mandalin var mı yok mu, kedi var mı yok mu, kuyu var mı yok mu, sera var mı yok mu, kız var mı yok mu? kuyu ile ilgili soruşturmalarda olduğu gibi hae-mi'nin de varlığından veya yokluğundan artık emin olamıyoruz. sondan bir önceki sahnede jong-su'nun daha önce şifresiz giremediği o odada bilgisayarda yazarken görüldüğü an, kızın belki de hiç olmadığı ve ben ile hae-mi'de gördüklerimizin jong-su'nun kurgusal karakterleri, aynı zamanda kendi iç çatışmaları ve cinsel, toplumsal açlığıyla ilişkili yansımaları olduğu şüphesini katmerliyor. yakarak öldürme, arınma, bu bakımdan jong-su'nun kendi hesaplaşmasını andırıyor. cinsel açlık bastırılamıyor, toplumsal açlık bir imhayı veya arınmayı beraberinde getiriyor. kurgu içindeki kurgu tamamlanıyor.

    daha doğrusu film, türkçe'ye çevrildiği adıyla, izleyiciye bunlara benzer 'şüphe'ler bırakıyor. bize kalan, karanlık ve belirsizliğin içinden çıkarılan mutlak ifadeler yerine bu tür yansımalar.

    --- spoiler ---
hesabın var mı? giriş yap