• dun, isim geregi yaptigim bir musteri ziyaretinde, hukumete ve aslinda rte'ye yakin,hatta cok yakin,oldugunu bildigim musterimin arap bahari icin kullandigi tabir.

    beyaz... ak... mi acaba? bilemedim.
  • son iran sah'i riza pehlevi tarafindan 1960'larin basinda gerceklestirilen ve batililasma amaci guden reformlar butunune verilen ad. kansiz oldugu icin beyaz devrim (white revolution) olarak adlandirilmistir.

    devrimler sah'in cok fazla destek bulamadigi, daha cok dini liderlerin sozunu dinleyen kirsal kesimlerdeki alt sinifin modernlesmesi umudu tasisa da beklenen etkiyi yaratmamistir.

    1963 yilinda referanduma goturulen reformlar cogunluk tarafindan kabul edilmistir.
  • 14 mayıs 1950 genel seçimleri ile demokrat partinin türkiye cumhuriyetinde iktidar partisi olmasına bazı kesimlerce verilen ad.
  • iran'ın devrim yapayım derken işin suyunu çıkarıp muhalefeti acımasızca bastırması ve ekonomiyi iyi planlayamamasıyla akamete uğrayan devrimdir.

    bir diğer en önemli sorun ise, rıza şah ve hatta kaçar hanedanlığı döneminden beri devletin imha etmekten imtina ettiği molla sınıfının girişimleridir. yönetim bunlara karşı hep alttan almış, tamamen boğma yoluna gitmemiştir.

    rıza şah atatürk gibi davranamamıştır. bu yüzden iran, türkiye ve mısır gibi modernleşme sürecini sürdürememiştir. bugün iran is out. ama türkiye ve mısır'ın başında hala radikal dinci belası var ve bunların bertaraf edilmesi gerekiyor.
  • ön edit: yazının görseller ve ek notlarla ile desteklenmiş versiyonunu okumak isteyenler blog sayfamızdan ulaşabilirler. (bkz: historeal)

    beyaz devrim olmamıştır, ama yeşili olmuştur. (bkz: iran islam devrimi)

    aslında ''islam devrimi'' iran şahı muhammed rıza pehlevi'nin ''beyaz devrimi'' sırasında filizlenmeye başlamıştı. şah’ın elinde patlayan devrimdir bu beyaz devrim. bir devletin ortadoğu’nun bölgesel gücü olabilecekken nasıl mollaların hükümranlığı altında devlet haline geldiğinin hikayesidir. özetleyecek olursak beyaz devrim, alt-orta ve elbette iran'ın %1'den az kısmını oluşturan üst sınıfı olduğu gibi kapsaması gereken bir devrimken bir abrahamian'ın deyişiyle bir "burjuva devrimi"ne dönüşmüştü. gelir eşitsizliği ayyuka çıkmış, iran'ı kalkındırması gereken toprak reformları ters tepmiş ve sonuçta iran'ın bütün serveti %1'den az üst sınıfta (pehlevi hanedanı, subaylar, bürokratlar, yüksek rütbeli devlet memurları) kalmış, iran orta sınıfını etkilemiş, alt sınıfı ve deyim yerindeyse "iran'ın mujikleri" diyebileceğimiz işçileri, köylüleri çok kötü etkilemişti. üstüne önce ali şeriati ve daha sonra humeyni'nin tutan fikirleri iran islam devrimi'ne ideolojik zemin hazırlamış, ekonomik sıkıntılar da bu durumun üstüne tuz biber olmuştu. dahası şah'ın iktidarının dayanağı olarak gördüğü ve ihya ettiği iran silahlı kuvvetleri'nin (bilhassa ajax operasyonu'ndan sonra) ve istihbarat örgütü savak'ın halk üzerinde kurduğu baskı ortamı, şah'ın ağır basan merkeziyetçiliği ve gücünü paylaşmamak istememesi, iran'da şah'ın (merkeziyetçi liderlerin huyu olduğu üzere), tıpkı 1905 devrimlerinden sonra çar nikolay'ın duma'yı etkisizleştirmesi, 93 harbinde abdülhamid'in meclis-i mebusan'ı kapatması gibi örneklerde olduğu gibi siyasi partileri tekelinde bulundurması ve aslında perde arkasında gücü yine paylaşmaması iran islam devrimi'ne yol açan sebeplerdendi.

    biraz ajax operasyonu'ndan da söz etmek gerekir. ajax operasyonu ile ilgili daha detaylı bilgi edinmek için ise şu yazıyı inceleyebilirsiniz. (#90406913)

    birleşik krallık ve abd tarafından, iran'ın demokratik olarak seçilen milliyetçi kabine ve başbakan muhammed musaddık'ı devirmek ve pehlevi ailesini yeniden iktidara getirmek amacıyla düzenlenen örtülü harekâttır. operasyon ayırca abd'nin barış zamanında yabancı bir hükûmeti devirmek için giriştiği ilk gizli eylemdi. musaddık, ingiliz şirketi (şimdi bp'nin bir parçası) olan anglo-iran petrol şirketi'nin belgelerini denetlemeye ve şirketin iran petrol rezervleri üzerindeki kontrolünü sınırlamaya çalışmıştı. şirketin iran hükûmeti ile işbirliği yapmayı reddetmesi üzerine, parlamento iran petrol endüstrisini millileştirmeye ve yabancı şirket temsilcilerini ülkeden ihraç etmeye karar verdi. parlamentonun bu kararından sonra birleşik krallık, iran'ı ekonomik olarak baskı altına almak için dünya çapında bir iran petrol boykotu başlattı. başlangıçta birleşik krallık, daha sonra dünyanın en büyük rafinerisi olacak olan, ingiliz yapımı abadan petrol rafinerisinin kontrolünü ele geçirmek için ordusunu seferber etti, ancak başbakan clement attlee, iranlı ajanları musaddık hükümetininin altını oymak için kullanırken, ekonomik boykotu sıkılaştırmayı tercih etti. amerika merkezi istihbarat teşkilatı'nın (cıa) katılımının emsal teşkil etmesinden korktuğu için darbeye karşı çıkan önceki truman yönetiminin aksine, musaddık'ın güvenilmez olduğuna karar veren ve iran'ın komünistlerce ele geçirilmesinden korkan ingiltere başbakanı winston churchill ve eisenhower yönetimi iran hükümetini devirmeye karar verdi. 1952'deki abd hükümetinin musaddık hükümetine yardımcı olmak için tek taraflı eylemi (birleşik krallık desteği olmadan) düşünmesine rağmen, ingiliz istihbarat yetkililerinin vardıkları hükümler ve birleşik krallık hükümetinin talepleri darbeyi başlatma ve planlamada etkili oldu.

    böylece musaddık devrilmişti. iran’ı bir molla devletinden türkiye ve atatürk devrimleri örnek alınarak modernleştirmeye çalışmak, kaçar hanedanından sonra başa gelen ve asker kökenli rıza pehlevi’nin rüyasıydı. zaten rıza pehlevi dönemini “iran’ın tanzimatı” olarak adlandırabiliriz.

    aslında pehlevi, iran’ı bir cumhuriyet yapmak istiyordu. ancak rejim olarak cumhuriyet hem pehlevi’nin subay arkadaşlarının hem de ingilizlerin hem de var olan geleneksel monarşist iran düzeninin korunmasından yana mollaların çıkarına aykırıydı. bu yüzden pehlevi, rejimi tekrar monarşi olarak duyurdu ve iran’da militarist, laik, anti-komünist ve milliyetçi bir dönem olarak pehlevi dönemi başlamış oldu. cumhuriyetin en azından o dönem iran için bir hayal olduğunu kabullenen rıza pehlevi, mollaları şeriat yasalarının korunacağına dair ikna etti ve zamanla bütün rakiplerini bir bir saf dışı bırakarak iran’ı gitgide tekeline aldı.

    rıza pehlevi döneminde iran’da ilk yenilikler yapıldı. medrese eğitimi sonlandı ve modern eğitim veren eğitim kurumları faaliyete geçti. kılık kıyafet devrimi yapıldı, bu yeniliklere ilk karşı çıkan da mollalar olmuştu.

    hatta o dönemler tepki çeken bu yeniliklere karşı “okullar oğullarınızı kâfir, kızlarınızı fahişe yapmak için eğitiyor” sloganı dönemin popüler cümlelerindendi. ancak rıza pehlevi’nin gücü üstün geldi ve şii din adamlarının bir kısmı o dönemler yeraltına çekildi bir kısmı da ırak’taki necef, kerbela gibi şii kentlerine kaçtı. iran ilk defa bu dönemde batıdaki harp okulları ve üniversitelerine öğrenci gönderdi. bir diğer mesele, iran’ın milli kaynaklarının ingiliz şirketleri tekelinde bulunmasıydı. rıza pehlevi’nin ilk el attığı meselelerden biri de bu olmuştu.

    ordu yeniden teşkilatlandı ve batıdan gelen modern silahlarla teçhiz edildi.

    ikinci dünya savaşında ise hitler stalingrad’a dayandığında ingilizler, sovyetler birliğine iran üzerinden silah göndermek isteyince rıza pehlevi, almanlardan çekindiği ve rusya’daki savaşın hala belirsiz olduğunu bildiği için ingilizlerin bu isteklerini reddetti. sonra ne olduysa oldu ve rıza pehlevi tahttan indirilip (istifaya zorlanıp) yerine oğlu muhammed rıza pehlevi geldi. bu dönemde ingilizler güneyden ruslar ise kuzeyden iran’ı işgal ettiler. rıza pehlevi ise sürgünde yalnız ve üzüntülü bir biçimde ve şahsi kanaatimce bunları hak etmeyerek öldü. şahsi fikrim olmakla birlikte, ne yaptıysa iran için yapmıştı, ruhu şad olsun.

    işte bizim anlatacağımız muhammed rıza pehlevi’nin babasının yarım bıraktığı ve kendisinin de yarım bırakmak zorunda kaldığı bu modernlik, ıslahat ve reform çabalarıdır. iran islam devrimi tam olarak burada doğmuştu.

    muhammed rıza şah 1953 yılında, babasının 1941'de bırakmak zorunda kaldığı yerden yola devam etti. ilk işi devletini ayakta tutan üç temel dayanağı sağlamlaştırmak için kolları sıvamak oldu. bunlar ordu, bürokrasi ve saray patronaj sistemiydi. ufak tefek farklılıklar göstermekle birlikte, muhammed rıza'nın saltanatı pek çok açıdan babasınınkinin devamı niteliğindeydi. babası faşizm çağında hüküm sürüp treni kaçırmamak gerektiğini açıkça söylerken, oğlu soğuk savaş'ın doruğa ulaştığı yıllarda yaşamıştı. dolayısıyla otokrasi ve ırkçılık söylemlerinden kaçındı. ama o da iktidarının zirveye ulaştığı dönemde hükümdarlık unvanlarına “arya mihr” (aryen güneşi) gibi yepyeni bir isim eklemekten geri kalmadı. muhammed rıza şah, babası rıza şah’ın muazzam bir devlet inşa etme düşünü gerçekleştirmişti.

    bu hayale ulaşması artan petrol gelirleri sayesinde oldu. bu artışın bir nedeni, üretimin çoğaltılmasıydı: iran dünyanın dördüncü büyük petrol üreticisi, aynı zamanda dünyanın ikinci büyük petrol ihraç eden ülkesiydi artık. bir başka neden ise 1954 konsorsiyum antlaşmasının iran'a kârdan yüzde 50 pay vermesiydi; ama en önemlisi petrol ihraç eden ülkeler örgütü'nün (opec) 1973 arap-israil savaşı'nı fırsat bilerek uluslararası petrol fiyatlarını dört katına çıkarmasıydı. iran'ın 1954-55 yıllarında 34 milyon dolar olan petrol geliri 1973-74 döneminde 5 milyar dolara çıkmış, 1975-76'daysa 20 milyar dolara ulaşmıştı. bu yirmi üç yıl boyunca iran'ın petrol girdisi 55 milyar doları aşıyordu. ortalama bir yılda hükümetin gelirlerinin yüzde 60'ı ve döviz girdilerinin yüzde 70'i petrolle karşılanmaktaydı. iran tam anlamıyla bir petrol devleti ya da kimilerinin dediği gibi bir rant devleti haline gelmişti.

    pehlevi hanedanını ayakta tutan üç dayanaktan biri olan ordu, ayrıcalıklı muamele görmeye devam ediyordu. şah savunma bakanlığı'nın adını yeniden savaş bakanlığı olarak değiştirmekle sivillerin askeri konulara karışma yetkisi olmadığını açıkça ortaya koyduğu yeni bir dönem başlatmıştı. 1954 ile 1977 arasında askeri bütçe 12 katına, yıllık bütçedeki payıysa yüzde 24'ten 35'e yükseldi.

    yıllık savunma bütçesi 1954 yılında 60 milyon dolarken 1973'te bu miktar 5,5 milyar, 1977'deyse 7,3 milyar dolardı. asker sayısı 127.000'den 410.000'e çıkmıştı. 1977 yılında düzenli orduda 220.000, hava kuvvetlerinde 100.000, jandarmada 60.000, donanmada 25.000 asker fazlası bulunuyordu. askeri bütçenin çoğu aşırı gelişkin silahlara harcanıyordu. şahın babası rıza pehlevi’nin saltanatı sırasında batıdaki harp okullarına gönderdiği subaylar, amerikan ordusunun talimnameleri, iran silahlı kuvvetleri’ndeki subayları da alanında yetkin bir hale getirmişti.

    1975'te şah’ın emrinde basra körfezi'nin en geniş donanması, batı asya'daki en büyük hava kuvvetleri ve dünyanın en büyük beşinci ordusu vardı. ordusu 1.000 modern tank, 400 helikopter, 28 hoverkraft, 100 uzun menzili tank, 173 f4, 141 adet f5, 10 adet f14 savaş uçağı ve 10 adet boeing-707 nakliye uçağı ile donatılmıştı. abd kongresi tarafından hazırlanan raporda iran'ın askeri alımlarının "dünyada birinci sırada yer aldığı" tahmin edilmekteydi. iran, bu dönemde ortadoğu’da en hızlı silahlanan ülkeydi.

    sanki bu kadarı yetmezmiş gibi şah, 1978'de 12 milyar dolarlık bir sipariş daha verdi. bunlar iran'ı basra körfezi'nde olduğu kadar hint okyanusu'nda da güçlendirecek 160 f16, 80 f14, 209 f4, 4 destroyer ve 10 nükleer denizaltıydı. ayrıca batı avrupalılarla nükleer tesis için sözleşmeler yapmıştı.

    abd kongre raporu şunları dile getiriyordu:

    "iran'ın askeri harcamaları avustralya, endonezya, pakistan, güney afrika ve hindistan dahil hint okyanusu'nun en güçlü devletlerini geride bıraktı. şah aynı zamanda 1994 yılına kadar 20 nükleer reaktör inşa etmek için yaklaşık 33 milyar dolar harcamayı planlıyordu. eğer bunlar alman, fransız ve amerikan yardımıyla inşa edilirse, iran, hint okyanusu bölgesinin en büyük nükleer enerji üreticisi durumuna gelecekti."

    şah'ın askeri ilgisi silah alımlarıyla sınırlı değildi. bütün askeri konularla yakından ilgilenirdi: eğitim, harekât, kışla ve subayların genel memnuniyeti. onları yüksek maaş, emeklilik sigortası ve ek olanaklarla ödüllendirdi. bunlara konforlu konutlar, yurtdışı gezileri, düzenli ikramiye, modern sağlık hizmetleri, indirimli alışveriş ve gayrimenkul bağışı da dahildi. devlet görevlerini askeri üniformasıyla yerine getirir; yüksek idari mevkilere subayları yerleştirir; binbaşı rütbesinin üstündeki bütün terfileri bizzat inceler ve 1953'ün o "kutsal günü" 19 ağustos'ta ülkeyi kurtardıkları için (bkz: ajax operasyonu) subayları över dururdu. her yıl 19 ağustos ulusal bayram olarak kutlanırdı. ordu ile monarşi öyle iç içeydi ki, yabancı bir akademisyenle yaptığı bir röportaj sırasında şah, tıpkı babası gibi kendini farkında olmadan 14.louis'nin "devlet benim - l'etat c'est moi" sözlerine referans olarak, "ordu benim." demişti.

    şah ayrıca askeri darbe olasılığını azaltacak şekilde önlemler de almıştı. kişisel deneyimi ona geri plan kalmış albayların iş karıştırmasından korkması gerektiğini öğretmişti. istihbarat başkanlarıyla gizli servis yetkililerinin birbirleriyle doğrudan haberleşmesini yasakladı. bütün haberleşmeler saray aracılığıyla yürütülürdü. kilit askeri mevkilere aile üyeleriyle aileden subayları getirmişti.

    neden 14.louis ve şahla alakası ne?

    kral 14.louis, "l'etat c'est moi-devlet benim." sözü, genellikle fransa'nın bu dönemde kralın mutlak monarşisine bir referans olarak gösterilir. kral louis, şahla benzer şekilde fransa'yı modernleştiren kişiydi. düşünürleri maaşa bağlaması, ekonomik alanda yaptığı reformların yanı sıra bu dönem fransızların fikir dünyasında büyük gelişmeler yaşanmıştı. keza kral louis, düşünce dünyasını geliştirmek adına bu konuda ilerlemelerin önünü açmıştı. şah da louis'den geri kalmayacak biçimde mutlak olarak gücü elinde bulunduruyordu.

    ki, "güneş kral" olarak anılan kral louis, versay sarayını yaptırdığında kendi odasını sarayın tam merkezine koymuştu. şah da kendisini devletin merkezine koyan kişiydi.

    ancak 1978-79 döneminde bu durum korkunç sonuçlar doğuracaktı. şah, saray muhafızları’nı genişleterek iyi eğitilmiş asker sayısını 8000'e çıkardı; ülkenin seçkinlerine bekçilik etmek için kurduğu saray teftiş kurulu'nun başına çocukluk arkadaşı general farduz'u getirdi; düzenli ordunun haber alma şubesi j2 bürosu’nu canlandırdı; 1957'de yeni bir istihbarat servisi kurdu. farsça kısaltmasıyla bilinen savak, öyle büyüdü ki, sonunda 5000 düzenli ajanı ve sayısı bilinmeyen yarı zamanlı muhbiri olan bir örgüt haline geldi. kimilerine göre her 400 erkekten biri savak muhbiriydi. yakın arkadaşlarından bir başka generalin, nematullah nasıri'nin uzun süre başkanlık ettiği savak, yüksek rütbeli subaylar dahil bütün iranlıları göz hapsinde tutma, basına sansür uygulama, resmi dairelere iş başvurusu yapanlar, hatta üniversitelere atananlar hakkında inceleme yapma ve siyasal muhalifleri alt etmek üzere işkence ve idam cezası uygulama dahil her türlü yola başvurma yetkisine sahipti. çok geçmeden şah, aydınların "19. yüzyılın avrupalı sosyal filozofu" diye söz ettikleri marx'ın adını ağızlarına almalarının yasak olduğu, orwell'in 1984'ü gibi bir iran oluşturmuştu. bir ingiliz gazetecinin sözleriyle, savak, şah'ın "gözü ve kulağı, gerektiğinde de demir yumruğuydu." savak başkanı (kağıt üstünde başbakan'a bağlı olsa da) ve şah her sabah gizlice toplantı yaparlardı.

    tanınmış yazar ve dönemin abd tahran büyükelçisinin yeğeni frances fitzgerald, 1974 tarihli "şah'a istediği her şeyi vermek" başlıklı bir makalede durumu şöyle aktarır :

    "her otelin lobisinde, hükümetin her bakanlığında ve her üniversitede savak ajanı var. savak'ın vilayetlerde siyasal haber alma servisi bulunur, yurtdışında da her iranlı öğrenci hakkında dosya tutulur. eğitimli iranlılar yakın arkadaş çevreleri dışında kimseye güvenmezler. başka herkes savak'ın adamı gibi gelir onlara. savak faaliyetleri hakkında hiçbir bilgi vermeyerek bu korkuyu daha da şiddetlendirmektedir. iran'da insanlar yok olur. ortadan kaybolduklarına dair rapor tutulmaz... şah ülkede siyasal mahkum olmadığını söylüyor (komünistler, diye açıklıyor, siyasal tutuklu değil, adi suçlulardır.) uluslararası af örgütü bunların sayısının 20.000 dolaylarında olduğunu tahmin etmektedir."

    şahın devlet bürokrasisini genişletmesi de bir o kadar etkileyiciydi. bu yıllarda yeni kurulan enerji, çalışma, sosyal yardım, köy işleri, yükseköğretim, kültür ve sanat, turizm ile konut ve şehirleşme bakanlıkları dahil, dört dörtlük bakanlık sayısı ondan yirmiye çıkmıştı. 1975 yılında devletin istihdam ettiği 304.000 kadar memurun yanı sıra bir milyon kadar emekçi çalışmaktaydı dini vakıflarla birlikte planlama ve bütçe teşkilatını denetleyen başbakanlık 24.000 memur istihdam ediyordu. eğitim ve yükseköğretim bakanlıklarında 515.000 kişi çalışıyordu. bunlar 26.000 ilk öğretim kurumunu, 1.850 ortaöğretim kurumunu, 750 meslek okulunu ve 13 üniversiteyi idare ediyorlardı. 21.000 memurun istihdam edildiği içişleri bakanlığı ülkenin idari haritasını yeniden çizerek 10 olan vilayet sayısını 23'e çıkarmış, bunları da 400 idari bölgeye ayırarak başlarına merkezden atanan birer belediye başkanı, köy muhtarı ya da köy meclisi getirmişti. tarihte ilk kez devletin kolu yalnızca şehirlerle kasabalara uzanmakla kalmıyor, aynı zamanda ücra köylerle mezralara da erişiyordu. 1977 yılına gelindiğinde devlet, her iki tam kadrolu çalışanından birine doğrudan maaş ödemekteydi.

    ayrıca devletin mali açıdan dolaylı olarak desteklediği yarı resmî kurumlar da vardı: merkez bankası, sanayi ve maden kalkınma bankası, ulusal iran radyosu ve televizyon kurumu, ulusal iran petrol şirketi ve ulusal sinema şirketi. 1970'lerin ortasında devlet yılda elli uzun metrajlı filmin yapımcılığını üstlenerek, artan popüler sinema talebini karşılamaya çalışıyordu. bu filmlerin çoğu hint bollywood sinemasıyla rekabet etse de, başta gav ve tengsir olmak üzere birkaç tanesi sosyal içerikliydi ve aydınlar çevresinde birden ilgi odağı olmuştu. radikal oyun yazarı gulam hüseyin saidi'nin kısa öyküsünden uyarlanan gav, köy yoksulluğunu anlatıyordu. 1940'larda o dönemde tudeh sempatizanı olan sadık çubek tarafından kaleme alınmış tengsir, yerel din adamları, tefeciler ve devlet görevlileri tarafından malına mülküne el konan ve maruz kaldığı haksızlıkları düzeltmek adına silaha sarılan bir köylünün kahramanca mücadelesini tasvir ediyordu. güneydeki tengsir bölgesi birinci dünya savaşı'nda britanyalıların başına bela olmasıyla ünlüydü. sonraki yıllarda önde gelen bir film yapımcısı, bu dönemde yapılmış en iyi filmlerin nasıl olup da devlet tarafından finanse edildiği sorusuna verdiği yanıtta, film yapımcılarının entelektüel olarak toplumsal gerçekçilik ve toplumsal eleştiri içeren sanat üretme sorumluğunu taşıdıklarından söz etmişti.

    devletin üçüncü dayanağı olan saray patronaj sistemi de eşit ölçüde çarpıcı bir şekilde büyümüştü. önceden şaha ait olan arazilerin ulus adına idaresi, 1958'de vergiden muaf bir yardım derneği olarak kurulan pehlevi vakfı'na verilmişti. vakıf daha sonra tahttaki şaha ait gayrimenkullerin büyük bölümüyle birlikte şirket yönetim kurullarında hizmet ettikleri için çoğu yüksek komisyonlar alan şahin ailesinden altmış dört kişinin varlıklarını emanete aldı. yıllık petrol gelirlerinde hatırı sayılır miktarlar hortumlamaya başladıktan sonra vakıf daha da büyüdü. doruğa çıktığı günlerde pehlevi vakfı'nın elinde değeri 3 milyar dolardan fazla olan varlık, buna ek olarak madencilik, inşaat, otomobil üretimi, metal işleri, teknik tarım, gıda işleme, bankacılık, sigorta ve turizm (kumarhane, müzikhol ve büyük otelcilik) gibi çeşitli alanlarda faaliyet gösteren 207 şirketin hisseleri bulunuyordu. aynı zamanda krupp ve general electric gibi uluslararası şirketlerde de hisseleri vardı. şahın kişisel portföyünün 1 milyar doları aştığı tahmin edilmekteydi. şah ailesinin toplam varlıklarının 20 milyar doları aştığı sanılıyordu. 1979 yılında new york times gazetesinde yayımlanan bir haber, "yardım faaliyetlerinin ardında vakfın üç türlü kullanıldığı görülmektedir: şah ailesine fon sağlamak, ekonomide denetim kurmak ve rejim yandaşlarını ödüllendirme aracı olmak." ülke içindeki muhalefet ise vakfı, kolları ekonomik faaliyetin her alanına uzanan dev bir ahtapot olarak tarif ediyordu.

    şah kabineye ve parlamentoya kendi adamlarını doldurmak için orduyu, bürokrasiyi ve saray patronaj sistemini kullanırdı. anayasayı değiştirerek kendini başbakanları atamaya yetkili kılmıştı. aynı zamanda meclis'i genişleterek mebus sayısını 200'e, dönemini de dört tam yıla çıkarmıştı. 1953 ile 1977 yılları arasında kabinenin başında bulunan sekiz kişi arasından ikisi dışında hepsi onun kişisel tercihleriydi. o iki kişi de general zahidi ile ali emini'ydi. cıa ve mi6 tarafından darbe için seçilen zahidi, yirmi ay geçtikten sonra görevden alındı, hem de oğlu, şahın tek kızıyla evli olmasına rağmen. şah zimmetine büyük miktarlarda para geçirdiği söylentisini yaydıktan sonra, onu isviçre’ye yollamıştı. britanya büyükelçisinin raporunda, şah’ın anayasa teamüllerini yıkmak ve parlamentonun tatilde olduğu sırada zahidi'yi görevden alarak "kimin sözünün geçtiğini göstermek" istediği belirtilmişti. şah bunu ikinci kez açıklığa kavuşturmak için, haftalık kabine toplantılarına başkanlık edeceğini duyurdu. aştiyani ailesinin liberal çocuğu emini toprak reformunu başlatacağı umuduyla kennedy yönetimi tarafından şaha yutturulmuştu. gelgelelim, askeri bütçede kısıntıya gitmeye kalkınca görevden uzaklaştırıldı, emini'nin bakanlarından bazıları da şah tarafından zimmetine para geçirmekle suçlandı.

    diğer altı başbakan da şahin adaylarıydı. çoğu, mesleki hayatlarını pehlevi hanedanlığına bağlamış, seçkin ailelerden gelen ve avrupa'da öğrenim görmüş genç devlet memurlarıydı. emir hüseyin alâ (muinü'l-vezir) iran'ın ortasında büyük arazi sahibi köklü bir aileden geliyordu. babası alâ sultani, britanya'da nasreddin şah'ın temsilciliğini yapmıştı. kendi de westminster okulu'nda okumuş, diplomatik görevlerde bulunmuş ve 1950 yılında saray bakanı, 1951'de musaddık'ın seçilmesinden önce de ara dönemin başbakan'ı olarak hizmet etmişti. britanyalıların raporunda alâ için "şahın erdemlerini fazlasıyla abartma eğilimi göstermekte ve onun ülkeye babası gibi hükmetme emellerine gem vurma konusunda pek bir şey yapmamaktadır" deniyordu. karısı son kaçar naibinin kızı, aynı zamanda peçesini çıkaran ilk iranlı kadınlardan biriydi. ikbal manuçer, hastane idaresinden hükümet hizmetine geçen fransız eğitimi almış bir doktordu. musaddık tarafından azerbaycan valiliği görevinden alınmıştı. kızı şah'ın üvey kardeşlerinden biriyle evliydi. cafer şerif imami, 2.dünya savaşı sırasında britanyalıların tutukladığı, almanya'da okumuş bir demiryolu mühendisiydi. ömrünün çoğu devlet hizmetinde geçmişti. on beş yıl boyunca senato başkanı ve pehlevi vakfı'nın başkan yardımcısı olarak karlı sözleşmelere imza attığı için, "bay yüzde beş" adını almıştı. esadullah alam "bataklık prensleri" diye bilinen ünlü beluci ailesinden gelirdi. şirazlı kevamü'l-mülk'ün kızıyla evliydi. saraya girmeden önce kirman ve belucistan valisi olarak görev yapmıştı. şah ile kişisel bir dostluğu olan alam, paris'ten getirttiği eskort kadınları onunla paylaşırdı. hasan ali mansur ise müttefik işgali sırasında başbakan olan ali mansur'un oğluydu. fransa'da öğrenim görmüş olan genç mansur, ömrü boyunca devlet hizmetinde bulunmuştu. kendini "şah hazretleri'nin kulu" olarak gördüğünden meclis'teki mebuslara hakkında ne düşündüklerini umursamadığını söylemekle ün salmıştı. 1965'te fedaiyan-i islam örgütünün eski üyeleri tarafından düzenlenen suikastta öldü.

    mansur'un halefi emir abbas hüveyda onun hem arkadaşı hem de kayınbiraderiydi. kendi de devlet memurlarıyla dolu bir aileden gelen ve tam on iki yıl görevde kalan hüveyda, modern iran tarihinin en uzun süre görev yapan başbakanıydı. şah ile fransızca ve ingilizce konuşmayı yeğlerdi. dedesi babi olduğu için onu gizli bir bahai olmakla suçlayan dini muhalefetin hedef tahtası haline geldi. şahın "yeni adamlarından" biri olmakla övünürdü. yabancı bir diplomatın sözleriyle, şah gerek hüveyda'ya gerekse diğer bakanlara "ayak işlerine bakan çocuklar" gibi davranır, onlar da buna bayılırlardı. her yıl nevruz zamanı şah’ın sarayına kalabalık bir maiyet toplanır ve yüksek mevkideki kimseler şah’ın önünde eğilerek selam verirken, ellerini mahrem yerlerine tutarlardı. kimine göre bu jest, vezirlerin sarayda köle olduğu ve efendileri tarafından hadım edilebilecekleri günlerden kalma bir âdetti.

    bütün bu saydığımız başbakanlar kendi nüfuzlarıyla kabine ve parlamento üyelerini öyle kuşatırlardı ki, diğerlerinin mühür vurmaktan başka bir işleri kalmazdı. başbakanlar gibi bakanların çoğu da batı eğitimi almış genç memurlardı. aynı şekilde senatörlerle meclis'teki mebusların çoğu serbest meslek sahibi ve devlet memuruydu, aralarında şahın liderliğine biat etmeye hazır küçük bir toprak sahipleri grubu da vardı. bu dönemde meclis uzun yıllar boyunca başlıca iki kanada bölünmüştü:

    ikbal'in başında bulunduğu çoğunluk, önce ulusal (milliyun) parti'yi, arkasından da mansur ile hüveyda'nın yeni iran (iran nevin) partisi'ni; azınlıktaki kanatsa alam'in halk (merdüm) partisi'ni oluşturuyordu.

    savak'ın da yardımıyla şah, mebusların hangi partiye bağlı olduklarını belirledi. bu iki partinin dönüşümlü olarak şah’ın partileri olarak ün salması şaşırtıcı olmasa gerek.

    1961 yılında amerikalı bir yazarın onun adına kaleme aldığı mission for my country (vatanım için yaptıklarım) adlı anılarında şah, çok partili sisteme sonuna dek bağlı olduğunu,

    "meşruti hükümdar değil de diktatör olsaydım o zaman hitler'in kurduğu ya da bugün komünist ülkelerde görülen tek bir partinin hakimiyetini desteklerdim. fakat meşruti türden hükümdar olarak, geniş çaplı parti faaliyetini tek parti düzeninin veya tek partili devletin deli gömleğine yeğ tutuyorum."

    bu yıllarda şah kendini, oldukça "geleneksel bir toplumu modernleştirmeye" kararlı, gerçek bir "demokrat" olarak tanıtmaktan hoşlanırdı.

    ***sosyal dönüşümler (1953-77)***

    şah yeni kazandığı gücünü toplumun geniş kesimlerine değişiklikler getirebilmek için kullanıyordu. önce babasının başlattığı işleri tamamlamak üzere hazırlanan mütevazı programları uygulamaya soktu. 1963 yılından sonra da tabandan gelebilecek kızıl devrim'le rekabet etmek ve içini boşaltmak üzere tasarlandığı belli olan beyaz devrim'i başlattı. yalnızca kendine değil, yeni evlendiği eşi farah diba'ya da yaptırdığı milyonlarca dolar değerindeki tacı, şatafatlı bir törenle takarak babasını da geride bırakmıştı. ikinci karısı süreyya'dan ona bir veliaht veremediği için boşanmıştı, tıpkı napoleon’un çok sevdiği eşi josephine’den boşandığı gibi.

    farah'a sasaniler’den kalma bir unvan olan şahbanu (hanım şah) adı verildi. şah, bu önemli günün anısına tahran'ın ana batı kapısına aslında aryamihr şah'ı hatırlatmak amacını taşıyan şahyad anıtı'nı yaptırdı. bununla da yetinmeyip petrol gelirlerindeki patlamayı fırsat bilerek, yeni büyük uygarlığını daha da büyük bir tantanayla duyurdu. iran'ın büyük uygarlığın eşiğinde olduğunu, ahameniş, sasani ve part imparatorlukları dahil geçmiştekinden çok daha şanlı bir gelecek yaşayacağını, yaşam standardının kısa sürede avrupa'dakini geride bırakacağını, hem kapitalizmden hem de komünizmden daha üstün bir yaşam biçimi süreceğini, bir kuşak sonra abd, sovyetler birliği, japonya ve çin'in ardından dünyanın beşinci büyük ülkesi olacağını ilan etti. şah ayrıca, yeteri kadar çalışmadıkları, petrol için yeterli ödeme yapmadıkları, değerli kaynakları korumadıkları, gençlerine toplumsal sorumluluğun erdemlerini öğretmeyip onları disiplin altına almayarak dönemin popüler filmi otomatik portakal'daki gibi insan-canavarlar yetiştirdikleri konusunda batılılara söylevler çekmekten de geri kalmadı. batılılar buna karşılık şahın "napoleon gibi büyüklük kuruntusuna" kapılarak bir "megaloman" haline geldiğini söylemekte gecikmediler. washington'da bir maliye bakanı şahı "kaçık" diye tanımlıyordu.

    devam edecek olursak,

    toprak reformu beyaz devrim'in en önemli parçasıydı. şah, 1962'de başbakan emini tarafından başlatılan toprak reformunu 1963'te benimseyip en önemli başarısı olarak tanıttı. emini'nin hazırladığı program toprak sahipliğini tek bir köyle sınırlıyordu. arazi fazlası kiracılık hakları olan ortakçılara aktarılacaktı. programın sulandırılmış versiyonuysa toprak sahiplerinin köy mülkiyetlerini yakın akrabalarına geçirmesine, ayrıca kendilerine meyve bahçeleri, ormanlık arazi, fidanlık, mekanize çiftlik ve teknik tarım alanları saklamalarına izin veriyordu. dini kurumlar da uzun süredir onlara ait olan vakıfları ellerinde tutabilirlerdi. ne kadar sulandırılmış olsa da toprak reformu amacına ulaşmış, pehlevi ailesi dahil bazı büyük toprak sahipleri başarılı ticari çiftçilere dönüşmenin yolunu bulmuşlar, ama bu arada âyan saltanatı da sarsılmıştı.

    toprak reformuyla birlikte feodal, âyan, eşraf ve umde-i malik (büyük toprak ağaları) gibi terimler işlevini yitirmişti. onun yerine kırsal kesimdeki topraklar, her biri 200 hektardan fazla toprağa sahip 1.300 ticari işletme, çoğu başka yerde ikamet edip arazileri 10 ilâ 200 hektar arasında olan 640.000 kadar toprak sahibi, çoğu kiracılık hakkına sahip eski ortakçılar olan ve arazileri 10 hektardan küçük 1.200.000 aile ve hepsi kiracı olmayan köylülerden oluşan 700.000 çiftlik işçisi arasında paylaşıldı.

    çoğu bölgelerde ayakta kalabilmek için en az 10 hektarlık toprak gerektiğinden, küçük arazi sahiplerinin durumu topraksız rençperlerden daha iyi değildi. köylülerin toprak sahibi olmak için tarım ve köy işleri bakanlığı'nın idaresindeki köy kooperatiflerine üye olmaları gerekiyordu. kimi yerlerde hükümet sağlık ocakları ve okuma yazma kursları açıyordu. iran’da zamanında “buyer ahmedi” isminde bir aileyi ziyaret eden avrupalı bir antropolog,

    "son on yılda ulaşılan merkezileşmenin düzeyi şaşkınlık uyandırıyor. hükümet artık günlük yaşamın her yönüne gerçekten ilgi göstermekte. artık devlet toprağı ekinleri gübreletiyor, para karşılığı kiraya veriyor, meyveleri ilaçlatıyor, hayvanları besliyor, arı kovanları kurduruyor, halı dokutuyor, mal üretimi ve bebek doğumları, nüfus denetimi, kadın örgütlenmeleri, din eğitimi, hepsi devlet eliyle yapılıyor.” demişti. dahası göçebe nüfus giderek azaldıkça,

    iran'a sosyal mozaik görünümü kazandırmış ufak çaplı aşiretler de unutulup gidiyorlardı. ilhan ve ilbey gibi tire ve taife terimleri de anlamını yitirmişti. bunlar artık yalnızca mazide kalmış anlaşılmaz bir çağı çağrıştıran belirsiz "oryantalist" imgelerdi şah'a göre.

    toprak reformu kırsal kesimi değiştirirken, planlama ve bütçe teşkilatı tarafından hazırlanan beş yıllık planlar da ufak çaplı sanayi devrimini getirdi. liman hizmetleri iyileşiyor, tahran'ı meşhed, tebriz ve isfahan'a bağlayan trans-iran demiryolu genişliyor, tahran ve vilayet başkentleri arasındaki anayollar asfaltlanıyordu. petrokimya tesislerine, petrol rafinerilerine, şah ailesi üyelerinin adları verilen hidroelektrik barajlarına, ahvaz'daki ve sovyetler tarafından inşa edilen isfahan'daki çelik fabrikalarına ve sovyetler birliği'ne uzanan doğalgaz boru hattına mali yardım yapılıyordu. devlet aynı zamanda tüketim sanayilerini korumak için, hem gümrük duvarlarını yükselterek hem de düşük faizli kredileri sanayi ve madencilik kalkınma bankası kanalıyla sarayın gözüne girmiş işadamlarına aktararak özel sektörü destekliyordu. beyatlar, mukaddemler, davalılar, avşarlar, karagözlüler, isfendiyariler ve fermanfermalar gibi eskiden arazi sahibi olan iranlı aileler, şimdi kapitalist girişimcilere dönüşmüştü. le monde gazetesinin bir haberinde, şah'ın, 19.yy başlarındaki fransa kralları gibi girişimcileri "zenginleşmeye" özendirdiği, onlara düşük faizli krediler yağdırdığı, vergiden muaf tuttuğu ve yabancı rekabete karşı koruduğu söylenmişti. 1953 ile 1975 arasında küçük fabrikaların sayısı 1500'den 7000'e ; orta ölçekli fabrika miktarı ise 300'den 800'e çıktı; 500'den fazla işçi çalıştıran büyük fabrikaların sayısı ise 100'den 150'ye yükseldi. bunların arasında tahran, isfahan, şiraz, tebriz, ahvaz, arak ve kirmanşah'taki tekstil, imalat makinesi ve oto montaj tesisleri de vardı. daha küçük tesisler giyim, gıda işleme, meşrubat, çimento, tuğla, fayans, kağıt ve ev aletleri alanlarına odaklanmışlardı. rejimin vitrine koymaya değer gördüğü parçalarıysa huzistan'daki dezful barajı, isfahan'daki çelik fabrikaları ve buşir'deki nükleer tesisti. ana üretim rakamları bu sanayi devriminin boyutlarını göstermektedir.

    devlet, sosyal programların hayata geçirilmesi için de bastırıyordu. beyaz devrim'in başlamasıyla birlikte eğitim kurumlarının sayısı üçe katlanmıştı. çocuk yuvalarına kaydolanların sayısı 13.300'den 221.900'e, ilkokula kaydolanlar 1.640.000'den 4.080.000'e, ortaöğretim okullarındakiler 370.000'den 741.000'e, meslek okullarına kayıt yaptıranlar 14.240'tan 227.000'e, üniversiteye girenler 24.885'ten 145.210'a, yurtdışındaki üniversitelere kaydolanlarsa 18.000'den 80.000'e çıkmıştı. bundan başka beyaz devrim'in ayrılmaz bir başka parçasının da küba'daki uygulamayı örnek alan okuma yazma ordusu olduğu ilan edildi. bu sayede okuma yazma oranı yüzde 26'dan 42'ye yükseldi. sağlık programlarıyla 4.000 olan doktor sayısı 12.750'ye, 1.969 olan hemşire sayısı 4.105'e, klinikler 700'den 2.800'e, hastanelerdeki yatak sayısıysa 24.100'den 48.000'e çıktı. açlık ve salgın çocuk hastalıklarının da kaldırılmasıyla birlikte bu iyileşmelerin ardından 1956 yılında yapılan ilk genel nüfus sayımında 18.954.706 olan genel nüfus artarak 1976'da 33.491.000'e ulaşmıştı. devrimin hemen öncesinde nüfusun neredeyse yarısı on altı yaşın altındaydı. beyaz devrim kadın sorunlarını da içeriyordu. kadınlara seçme ve seçilme hakkı, yargıda önce avukat sonra da yargıç olarak görev yapma hakkı tanındı. 1967 aile koruma yasası boşanma, çokeşlilik ve çocuk velayetini alma gibi konular da erkeklerin haklarına kısıtlamalar getiriyordu.

    ayrıca şah, kadınların evlenme yaşını da on beşe çıkarmıştı. peçe hepten yasaklanmadıysa da kamu kurumlarına peçeyle girilmesi hoş karşılanmıyordu. buna ek olarak okuma yazma ve sağlık ordusu eğitim ve sağlık hizmetlerini yaygınlaştırmaya yönelik özel şubeler de açtı. bunların başında kadınları doğum kontrolü hakkında bilgilendirecek kuruluşlar geliyordu.

    yaşanan bu değişiklikler karmaşık bir sınıf yapısını beraberinde getirdi. en tepede pehlevi hanedanlığıyla bağlantılı dar bir aile çevresinden oluşmuş, bizzat şah ailesini, üst düzey politikacılarla hükümet görevlilerini, ordu subaylarını, sarayla ilişkili girişimcileri, sanayicileri ve ticari çiftçileri kapsayan üst tabaka vardı. bazıları köklü ailelerden geliyordu, diğerleri de sarayla ilişkiler kurarak servet sahibi olmuş kimselerdi. kimileri de evlilik yoluyla seçkin ailelerle akraba olmuşlardı. hepsi birlikte sigorta, bankacılık, imalat ve şehir planlaması sektöründe faaliyet gösteren büyük firmaların yüzde 85'ine sahiptiler.

    büyük çoğunluk şii ailelerden olmakla birlikte, aralarında bahailerle yakınlığı olanlar ve gizlice mason localarına üye olmuşlar da bulunuyordu. buysa iran'ın perde arkasında masonlar aracılığıyla britanya ve hayfa'da üslenmiş bahailer aracılığıyla siyonistler tarafından yönetildiğini iddia edenlerin dayanak noktasıydı. orta tabaka iki ayrı sınıftan oluşuyordu: geleneksel orta sınıfı oluşturan pazardaki küçük burjuvaziyle beyaz yakalı çalışanlar ve yüksek öğrenimli serbest meslek sahiplerinden oluşan modern orta sınıf. mülk sahibi orta sınıftaki 1 milyondan fazla aile, çalışan nüfusun yüzde 13'ünü oluşturuyordu. bunlar arasında yalnızca pazardaki dükkân ve atölye sahipleri değil, 50 ilâ 100 hektar arasında arazi sahibi olan küçük imalatçılarla başka yerde ikamet eden çiftçiler de vardı. onların yanı sıra camiyle pazar arasındaki aile bağları ve tarihsel ilişkiler nedeniyle ulemadan da pek çok kişi bulunmaktaydı. ekonomik modernleşmeye rağmen, pazar ülkedeki zanaat üretiminin yarısını, perakende ticaretin üçte ikisini ve toptan ticaretin dörtte üçünü denetimi altında tutmaya devam ediyordu. binlerce cami, heyet (dini toplantılar), hüseyniye (din derslikleri ve deste'lerin (muharrem törenini düzenleyenler) yanı sıra, esnaf ve zanaatkar loncaları da hala pazarın elindeydi. ilginçtir, petrol patlaması geleneksel orta sınıfa din merkezlerine mali destek verme ve islam'ın öneminin altını çizen özel okullar kurma fırsatı vermişti. bu okullar pazarcıların çocuklarını en iyi üniversitelere hazırlamak üzere tasarlanmıştı. dolayısıyla petrol geliri, bir taraftan da gelenekleri beslemeye yarıyordu.

    aylıklı orta sınıf, 700.000 kişiden -çalışan nüfusun %9'undan fazlası- oluşuyordu. bunlardan 304.000'i giderek büyüyen bakanlıklardaki devlet memurlarıydı, 200.000 kadarı ise öğretmen ve okul idarecisi idi. ayrıca 60.000'i aşkın yönetici, mühendis ve serbest meslek sahibi vardı. fakülte öğrencileriyle orta sınıfın diğer adayları da dahil hepsi birlikte bir milyonu aşıyordu. eskiden entelijansiya (ruşenfikren) terimi aylıklı orta sınıfla eşanlamlıydı. fakat aylıklı sınıfın hızla büyümesiyle, terim başkalaşım geçirerek özellikle yazarları, gazetecileri, sanatçıları ve profesörleri içeren aydınlar topluluğuyla ilişkilendi. enteljensiya milliyetçilikle sosyalizmin dayanak noktası olmayı sürdürüyordu.

    işgücünün %30'undan fazlasını oluşturan kentli işçi sınıfının nüfusu 1.300.000 kadardı. bunlardan yaklaşık 880.000'i modern sanayi tesislerinde çalışmakta, 30.000'den fazlası petrol, 20.000'i gaz, elektrik ve enerji üretimi, 30.000'i balıkçılık ve kerestecilik, 50.000'i madencilik alanında çalışan işçilerdi. tersane, demiryolu ve diğer ulaşım işçilerinin sayısı 150.000, küçük tesislerdekilerinse 60.000 kadardı. bunlara topraksızlık yüzünden köylerinden çıkmak zorunda kalmış göçmenlerden oluşan ve hızla büyüyen yoksul gecekondu ordusu da eklenince rakam daha da yükselmekteydi. göç edenler inşaat işlerinde çalışarak ekmeklerini taştan çıkarıyorlardı. eğer inşaatlarda iş yoksa, o zaman da seyyar satıcılık, işportacılık yapıyorlardı. kırsal kesimden en çok göç alan şehir tahran'dı. 1953'te 1,5 milyon olan şehrin nüfusu göç nedeniyle 1979 yılında 5,5 milyona ulaşmıştı. devrim başladığında ülke nüfusunun %46'sı kent merkezlerinde yaşıyordu.

    işgücünün %40 kadarını oluşturan kırsal nüfus üç katmandan müteşekkildi : zengin çiftçiler, baskı altındaki küçük arazi sahipleri ve köy rençperleri. ilk katmanda toprak reformundan en kazançlı çıkan eski köy kethüdaları, kahyalar ve öküzü olan ortakçılar yer alıyordu. 600.000 olan sayıları kırsal nüfusun %17'sinden azdı. ikinci katmanı oluşturanlar, çoğu bölgelerde gerekli asgari miktar olan 10 hektarın altında toprak edinmiş 1.100.000 ortakçıydı. pek çoğunun, küçük tarlalarını devlet kooperatiflerinden verilecek hisseyle takas etmekten başka seçeneği yoktu. üçüncü katmansa ortakçı olma hakkından yoksun köylü, deyim yerindeyse "mujikler" idi. hiç toprağı olmayan bu insanlar aylıkçı, çoban, rençper, yakın kasabalardan gelen gündelik işçi ve 1970'li yılların başlarında kırsal bölgeleri zenginleştiren çok sayıda küçük tesiste ücretli olarak geçimini sağlıyordu. bazıları da kent merkezlerine göçmüştü. dolayısıyla beyaz devrim kırsal nüfusun büyük bölümünü toprak sahibi yapmakta başarısızlığa uğramıştı. bu başarısızlığın devamı gelecekti.

    ***toplumsal gerilimler***

    tüm bu değişimler toplumsal gerilimi belli başlı üç koldan kızıştırdı. bir kere, geçmişte pehlevi hanedanına en ciddi şekilde meydan okumuş iki sınıfın (aydınlar ve işçiler) boyutunu dörde katlamıştı. bu grupların hıncı da artmıştı. çünkü ara dönem boyunca şu ya da bu şekilde kendilerini temsil eden meslek odaları, sendikalar, bağımsız gazeteler ve siyasal partiler gibi örgütler düzenli olarak ellerinden alınmaktaydı. diğer yandan toprak reformu, köylüleri ve aşiret nüfusunu yüzyıllar boyunca denetim altında tutmuş ayanı da vurdu. toprak reformu siyasal bakımdan kolaylıkla serseri mayına dönüşebilecek çok sayıda bağımsız çiftçi ve topraksız rençper üretmişti. beyaz devrim'in amacı kızıl devrim'i (komünist ihtilal) önlemekti. oysa islam devrimi'ne zemin hazırladı, ilginçti tarih. dahası, nüfusun düzenli artışı ekilebilir arazi açığıyla birleşince, durmadan genişleyen gecekondu bölgeleri yarattı. 1970'lerin ortalarında rejimin karşı karşıya kaldığı toplumsal sorunların boyutu geçmişte akla gelmeyecek kadar büyüktü.

    şöyle sayısal verilerden bunaldığınız için o dönem iran'ının sınıfsal yapısını, yani işgücünü bir özetleyelim:

    üst sınıf : %0,1 pehlevi ailesi, subaylar, üst düzey devlet memurları, sarayla bağlantılı girişimciler, bürokratlar vb.

    orta sınıf :

    `a) modern (aylıklı)` : %10 serbest meslek sahipleri, devlet memurları, büro çalışanları, üniversite öğrencileri

    `b) geleneksel (mülk sahibi)` : %13 ulema, pazarcılar, esnaf, küçük fabrika sahipleri, atölye sahipleri, ticari çiftçiler, tüccarlar

    alt sınıf

    `a) kentli` : %32 sanayi işçileri, küçük fabrika işçileri, atölye işçileri, inşaat işçileri, seyyar satıcılar, işsizler

    `b) köylü` : %45 toprak sahibi köylüler, neredeyse topraksız köylüler, topraksız köylüler, işsiz köylüler

    ikincisi, rejimin tercih ettiği gelişme yöntemi olan ekonominin "damlama teorisi" kaçınılmaz olarak sahip olanlarla olmayanlar arasındaki uçurumu derinleştirdi. devletin stratejisi petrolden elde edilen sermayeyi, bu parayla fabrikalar, şirketler ve teknik tarım işletmeleri kuracak sarayla bağlantılı seçkin kesime aktarmaktı. teoride, zenginlik damlayarak aşağı doğru inecekti. fakat uygulamada daha nice ülkede olduğu gibi iran'da da servet toplumsal basamağın aşağılarına bir türlü inemeyerek tepede asılı kaldı. sıcak havadaki buz gibi, servet elden ele geçerken eriyordu. sonuç hiç de şaşırtıcı değildi. iran 1950'lerde üçüncü dünya ülkeleri arasında en eşitsiz gelir dağılımına sahip ülkeydi.

    uluslararası çalışma örgütü’ne göre 1970'lerde bu konuda dünyanın en kötü durumdaki ülkesi oldu. elimizde gerçek gelir dağılımına ilişkin somut veriler olmamakla birlikte, iran merkez bankası tarafından 1959-60 ve 1973-74 yıllarında şehirli hane halkı harcamalarını saptamak üzere anketler yapılmıştı; ancak bu gerçek eşitsizliği daha düşük gösteren bir metodolojiydi. 1959-60 anketi en zengin yüzde 10'luk dilimin toplam harcamaların yüzde 35,2; en fakir yüzde 10’luk diliminse toplam harcamaların yüzde 1,3 kadarını yaptığını gösteriyordu. planlama ve bütçe teşkilatı'ndan dışarıya sızdırılan bir belge kentli nüfusun en zengin yüzde 20'sinin gelirden aldığı payın 1973 ile 1975 arasında yüzde 57'den yüzde 63'e yükseldiğini ortaya koymuştu. bundan başka, anket kent ve kırdaki tüketim arasındaki uçurumu gözler önüne seriyordu. eşitsizliğin en çok görüldüğü yer, zenginlerin kuzeydeki saraylarda, yoksullarınsa, başta doğru dürüst bir ulaşım sistemi olmak üzere hemen hemen tüm kamu hizmetlerinden yoksun gecekondularda yaşadığı tahran'dı. şahın ailesinden birinin, "madem halk sıkışık trafikte kalmaktan hoşlanmıyor, o halde neden helikopter almıyorlar?" dediği esprili bir şekilde “ekmek yoksa pasta yesinler” sözüne referans olarak söylenirdi. pentagon'da yayımlanan bir derginin sözleriyle, petrol gelirlerindeki patlama "eşitsizlik" ve "çürümeyi kaynama noktasına" getirmişti. iran kaynayacaktı.

    sonuncusu, beyaz devrim ve onu izleyen petrol gelirlerindeki artış, halkın beklentilerinin korkunç ölçüde yükselmesinden karşılanmamasından doğan hıncı yaygınlaştırmıştı. sosyal programlarla eğitim ve sağlık hizmetlerini iyileştirmede epey yol alındığı doğruydu. fakat yirmi yıl sonra bebek ölümleri ve doktor başına düşen hasta sayısı açısından ortadoğu'nun en kötü durumdaki ülkesinin iran olduğu da bir başka gerçekti. ayrıca, yüksek öğrenim görenlerin nüfus içinde en düşük oranda olduğu ülkeydi üstelik yetişkinlerin yüzde 68'i hâlâ okuma yazma bilmiyor, çocukların yüzde 60'ı ilkokulu bitirmiyor, ülke genelinde üniversiteye başvuranlardan ancak yüzde 30'u kendine bir yer bulabiliyordu. yurtdışına giderek geri dönmemek üzere oraya yerleşenlerin sayısı da giderek artıyordu. 1970'lerde new york'taki iranlı doktorların sayısı tahran dışındaki şehirlerdekilerden daha çoktu. "beyin göçü" kavramı ilk olarak iran'la ilişkilendirilmişti.

    beyaz devrim'in bazı çiftçilere arazi, kooperatif, traktör ve gübre sağladığı doğruydu. aynı şekilde beyaz devrim'in kırsal kesime pek dokunmadığı da gerçekti. köylülerin çoğu ya hiç arazi alamamış ya da çok azla yetinmek zorunda kalmışlardı. çoğu köy elektriksiz, okulsuz, su tesisatsız, yolsuz ve temel hizmetlerden yoksundu. bundan başka hükümetin tarım ürünleri için dayattığı fiyatlar kırsal kesimin aleyhine, şehirdeki sektörlere yarıyordu. bu da toprak reformundan çıkar sağlamış çiftçiler için bile gelirleri azaltmıştı. bu durum da hızlı nüfus artışının yaşandığı bir dönemde üretimi düşürüyordu. sonuç olarak 1960'larda büyük bir gıda ihracatçısı olan iran, 1970'lerin ortalarında tarım ürünleri ithalatına yılda 1 milyar dolar harcamaktaydı. ekonomik büyümenin modern konutlara ve buzdolabı, telefon, televizyon ve özel otomobil gibi tüketim mallarına erişebilen kimselere yaradığı doğrudur. fakat bu, büyümenin yalnızca zenginlerle yoksullar arasındaki değil, aynı zamanda başkentle çevre vilayetler arasındaki uçurumu derinleştirme eğilimi gösterdiği de aynı ölçüde doğrudur. elbette devletin ağırlık merkezi başkentteydi. sanayi ve madencilik bankası kredilerinin yüzde 60'ını başkente aktararak bu dengesizliği daha da şiddetlendirdi. 1970'li yılların ortalarında ülke nüfusunun yüzde 20'sinden azını barındıran tahran'da devlet memurlarının yüzde 68'inden fazlası, kayıtlı şirketlerin yüzde 82'si, imalat üretiminin yüzde 50'si, üniversite öğrencilerinin yüzde 66'sı, doktorların yüzde 50'si, hastane yataklarının yüzde 42'si, sinemaya gidenlerin yüzde 40'ı, yurtdışına seyahat edenlerin yüzde 70'i ve gazete okurlarının yüzde 80'i bulunmaktaydı. tahran'da yaşayan her on kişiden birinin otomobili vardı, oysa başka yerlerde bu oran doksanda birdi.

    bir ingiliz ekonomistin sözlerini aktarmak gerekirse:

    "tahran'da yaşayan insanların sadece karar alma süreçlerine değil, eğitim, sağlık hizmetleri, basın-yayın, iş alanları ve paraya ulaşma şansları da daha çoktur. köylerde ya da başka şehirlerdeki insanların yüksek kiralara, aşırı kalabalığa ve kirliliğe aldırmadan daha iyi bir yaşam uğruna tahran'a göç etmeye hazırlanmalarına şaşmamalı."

    frances fitzgerald genel uyuşmazlığı özetlemişti:

    "iran temelde ne petrolü ne de siyasal istikrarı olan suriye gibi bir ülkeden çok daha kötü durumdadır. bunun sebebi şahın kalkınma konusunda hiçbir ciddi adım atmaması... ülkenin zenginliği otobüsler yerine özel otomobillere, halk sağlığı yerine tüketim mallarına ve öğretmenlerin değil de asker ve polislerin maaşlarına yatırılmaktadır."

    ***siyasal gerilimler***

    toplumsal gerilimler yalnızca aydınlar topluluğuyla modern orta sınıf içinde değil, ulemayla geleneksel orta sınıf içinde de siyasal radikalizmi şiddetlendiriyordu. bu radikalizmi açıkça ifade eden iki tanınmış sima şunlardır: fransız eğitimi almış, fakülte ve yüksek okul öğrencileri arasında epey popüler olan sosyal bilimci ali şeriati ile amerikalılara "kapitülasyonlar" verildiği gerekçesiyle şahı suçlayarak 1963'ten sonra sürgüne yollanmış olan ayetullah ruhullah humeyni.

    kimilerine göre islam devrimi'nin gerçek ideoloğu 1977 yılında ölen şeriati idi. kimilerinin gözündeyse yalnızca devrimin lideri değil, aynı zamanda islam cumhuriyeti'nin temel taşı velayet-i fakih (hukukçunun himayesi) kavramının yaratıcısı olan fakih'ti. 1979 devrimi köktendinci (fundamentalist) olarak nitelendirilmiştir. aslında milliyetçilik, siyasal popülizm ve dinsel radikalizmin karmaşık bir bileşimiydi.

    şeriati geleneksel orta sınıftan gelme, üniversite öğrenimi görmüş yeni serbest meslek sahipleri kuşağının tipik bir örneğiydi. küçük arazi sahibi bir ulema ailesinin oğlu olarak horasan'ın kırsalında doğmuştu. ömrü boyunca alçakgönüllü taşra kökenlerini vurguladı. okul öğretmeni olan babası sarığını çıkarmıştı ama, meşhed'deki devlet okullarında kuran öğretmeyi sürdürüyordu. aynı zamanda islami hakikati yayma merkezi'ni kurmuş, allah'a ibadet eden sosyalistler hareketi'nin yerel şubesini açmış ve petrol krizi süresince musaddık'ı yakından desteklemişti. muhafazakârlar şeriati ailesinin gizli "sünni" ,"vahhabi" ve hatta "babi" olduğunu ima ediyorlardı. meşhed'deki yüksek öğretmen okulu’ndan mezun olan genç şeriati bir köy okulunda öğretmenlik yapıyordu; arapça ve fransızca öğrenmek için meşhed üniversitesi'ne girdi. peygamber'in sahabesinden az tanınmış birinin yaşam öyküsünü anlatan, ebu zerr: hudaperesti sosyalist (ebu zerr: allah'a ibadet eden sosyalist) adındaki kitabı arapçadan farsçaya çevirdi. bu kitap ebu zerr'in dünya tarihinde sosyalizmin öncüsü olduğunu savunan pek çok kitabın ilkiydi. baba şeriati oğlunu överken onun "bu yaşam öyküsünü okuduğu günden öldüğü zamana dek ebu zerr'in ilkelerine bağlı yaşamaya çalıştığını" ileri sürmüştü. başkaları da onu "iran'ın ebu zerr'i" olarak göklere çıkarıyordu.

    fransa'da öğrenim görmek üzere devlet bursu kazanan şeriati, 1960'ların çalkantılı ilk yıllarını sorbonne'da geçirmişti. marksist sosyolog georges gurvich ile islam tasavvufuna ilgi duyan fransız oryantalistleri louis massignon ve henri corbin'in derslerine giriyordu. massignon'un "imam ali adına savaşan ilk müslüman, ilk şii ve ilk iranlı" olarak tanıttığı selman pak (selman-farisi) hakkında yazdığı kitabın tercümesini yaptı. cezayir ve kongo'nun bağımsızlığından yana gösterilere katıldı, hatta bunlardan birinde fena şekilde dayak yedi. tudeh ve ulusal cephe'nin genç üyelerince kurulmuş bir örgüt olan iranlı öğrenciler konfederasyonunun yayın organına makaleler yazıyordu. jean-paul sartre'ın “şiir nedir?” ve che guevara'nın gerilla savaşı adlı eserlerini farsçaya çevirdi. franz fanon'ın “yeryüzünün lanetlileri” adlı eseriyle cezayir savaşı üstüne yazılmış “en güzel savaş” adında bir kitabın çevirisine başladı. bu kitaplardan ikincisinin yazarını muslüman-marksist diye övmüştü. o yıllarda üçüncü dünya ülkelerindeki ulusal kurtuluş hareketleri ve hıristiyan-marksist diyalogu hakkında pek çok makale yayımlayan katolik l'esprit dergisi aracılığıyla hıristiyan kurtuluş teolojisi'nden etkilendi.

    1965'te iran'a dönen şeriati on yıl boyunca meşhed'de ve bir grup dindar hayırseverin hüseyniye-i ırşad adını verdikleri ünlü konferans salonunu açtıkları tahran'da dersler verdi. onun dersleri gerek kitapçıklar gerekse kayda alınmış bantlarla geniş bir kitleye ulaştırılırdı. sonradan otuz beş ciltlik bir eser halinde yayımlandı. şeriati sonunda tutuklanarak ingiltere'ye gitmek zorunda bırakıldı, orada daha kırk yaşındayken ansızın ölmesinde, bazılarına göre savak'ın parmağı vardı. o zamana kadar şeriati artık herkesçe tanınan bir isim olmuştu. yazdığı çok sayıda eserin ortak bir teması vardı: “şiiliğin temel niteliği her türlü baskıya, özellikle feodalizm, kapitalizm ve emperyalizme karşı devrimdir”.

    şeriati'ye göre hz. muhammed yalnızca yeni bir din değil, aynı zamanda sınıfsız ütopyaya doğru sürekli bir devrim yaşayan dinamik bir toplum kurmak için gönderilmişti. imam ali'nin ilk halifelere karşı çıkmasının nedeni onların otoriteyi gasp etmesinin yanı sıra, kodamanlarla uzlaşarak asıl davalarını satmalarıydı. imam hüseyin'in kerbela'da ölmesi yalnızca mukadderatı değildi, “hüseyin'in yüreği islam'ın gerçek içeriğini yaşatma ateşiyle” yanıyordu. bu anlamda, çağdaş aydınlar topluluğuna düşen görev de yalnızca yazmak ve derinlemesine düşünmek devrimci islam'ın temel niteliğini yeniden keşfetmek ve diriltmekti. ona göre, şiilik insan gelişiminin temel devindirici gücünü, dönüşümlü olarak tarihsel gerekircilik (cebr-i tarihi), diyalektik devinim (hareket-i diyalektiki) ve tarihsel diyalektiğin (dialektik-i tarihi) oluşturduğu hareketli bir dünya görüşüne (cihanbini) sahipti.

    şeriati, beylik kutsal terimlere radikal anlamlar yüklemişti. ümmet sözcüğü artık kesintisiz devrim içindeki dinamik toplum demekti; tevhid toplumsal dayanışma; imamet karizmatik liderlik; cihad kurtuluş savaşı; mücahid devrim savaşçısı; şehid devrim kahramanı; mümin gönüllü savaşçı; kafir edilgin gözlemci, şirk siyasal teslimiyetçi; intizar (mesih'in yolunu gözlemek) devrim beklentisi; tefsir kutsal metinlerden radikal anlamlar çıkarma yeteneği; belki de hepsinden önemlisi müstezefin (uysallar) ezilmiş kitleler anlamına geliyordu. şeriati bunlardan başka habil ve kabil masalına eğretilemeyle sınıf mücadelesini katmış, kerbela örneğine devrimci fedakârlık adına ahlak dersi eklemişti. "her yer kerbela. her gün aşura. her ay muharrem" sloganını da bulan da oydu. imam hüseyin'i ilk che guevara, hz. muhammed'in kızı fatıma'yı yıllarca acı çekmiş anne, hüseyin'in kızı zeyneb'i devrimci mesajı yaşatan örnek kadın olarak anlatmıştı. öyleyse pek çoklarının şeriati'yi, islam'ı bir din ve mezhep olmaktan çıkarıp batı'da islamcılık kâh siyasal islam ya da radikal islam diye bilinen siyasal bir ideolojiye dönüştüren kişi olarak düşünmelerine şaşmamak gerekir. her halükarda, şeriati, islamı şia üzerinden bir ideoloji haline getiren kişiydi.

    islam'ı esaslı bir biçimde yeniden yorumlayan şeriati muhafazakârlarla siyasetten uzak duran ulemayı açıkça suçlamaktan da çekinmiyordu. onları kitleleri "afyonlamak" için binden yararlanmakla, içini boşaltıp dini kupkuru bir dogmaya çevirmekle hem egemen sınıf hem de pazar küçük burjuvazisiyle işbirliği yapmakla, imamların kızıl şiiliğinin yerine safevi hanedanlığının kara şiiliğini getirmekle, genelde de inanç, eylem ve bağlılıktan çok ilahiyat, felsefe ve hukukla ilgilenmekle suçluyordu. dini liderlerin (müctehidler) islam'ıyla din savaşçılarının (mücahidler) arasına keskin çizgiler çizmişti :

    “...islam deyince neyi kastettiğimizi açıklamamız gerekiyor. kastettiğimiz ebu zerr'in islamı, halifelerinki değil. adaletin ve temiz liderliğin islamı. hükümdarların, eşrafın ve üst tabakalarınki değil. özgürlüğün, ilerlemenin ve bilincin islamı. köleliğin, tutsaklığın ve edilgenliğinki değil. mücahitlerin islamı, ulemanın değil, erdemin, kişisel sorumluluğun ve protestonun islamı. (dinsel) ikiyüzlülüğün, (mollaların) aradığının ve (ilahi) müdahalenin değil. inanç, toplum ve bilimsel bilgi uğruna mücadelenin islam'ı. teslimiyetin, dogmatizmin ve ulemanın eleştirisiz ve taklitçi islam'ı değil..."

    şeriati'nin en radikal görüşleri "cihetgir-i tebakat-ı islam (islam'da sınıfsal eğillim)’’ adlı son çalışmasında ortaya çıkmıştı. şeriati burada, gelirlerini vakıflardan, dini vergilerden (hums) ve imamın payından (sehm-i imam) elde eden ulemanın, mülk sahibi sınıflarla organik ilişkileri olduğunu ileri sürer. yanıtını kendi verecek olsa da "çağdaş islam'ın gerçek sorunu ne, biliyor musunuz? diye sorar. sonra da islam'ın küçük burjuvaziyle dine aykırı bir evlilik yaptığını belirtir. bu evlilik ruhaniler dini, pazarı rahatlatacak hale getirmiş ; pazar da dünyayı ruhanilerin rahat edeceği şekle sokmuştur. feodalizm çağında islam nasıl toprak beylerinin iktidarını haklı çıkardıysa, kapitalizm çağında da pazardaki tüccarların kusurunu örtmektedir. şeriati ayrıca ruhani sınıfı ayetullah ve hüccetü'l-islam gibi gösterişli yeni unvanlara merak saldığı, liderlerinin bir zamanlar çoban, zanaatkar ve çiftçi olduğunu halktan gizlediği, islam'ın kökünü sulandırılmış ataerkilliğe indirgediği için de eleştirmekteydi. vardığı sonuç, ulema islam'ın gerçek mesajını yayma ödevini savsakladığına göre bu görevin aydınlar topluluğuna geçtiğidir.

    "üstlenilen görev, islam'ı mollalardan ve mülk sahibi kesimden tümüyle kurtarmaktan başka bir şey değildir."

    şeriati'nin eserleri daha çok genç aydınlara seslenirken, humeyni'nin bildirileri doğrudan ulemaya yönelikti. 1963'ten sonra necef'te yaşayan humeyni yavaş yavaş dini popülizmin bir türü diye tanımlanabilecek kendi yorumunu geliştiriyordu. fikirlerini ilk olarak 1970'te medrese öğrencilerine verdiği peş peşe konferanslarda dile getirdi, ardından da bu görüşlerini "velayet-i fakih : hükümet-i islami"- "hukukçunun himayesi : islam devleti) adı altında isimsiz olarak yayımladı. bu çalışma 1979 devrimi sonrasına dek ilahiyat öğrencilerinden oluşan dar bir çevre dışında dolaşıma girmemişti. humeyni'nin yaptığı yeni yoruma göre, devlete egemen olma yetkisi son derece "fıkıh" alanında uzmanlaşan kıdemli müctehidlere aitti. bu yeni sonuca

    şia'nın alışılagelmiş inanışlardan yola çıkarak varmıştı: bu inanışlar allah'ın hz. peygamber'le imamları topluma yol göstersinler diye gönderdiğine, peygamber'le imamların toplumu doğru yolda tutsun diye geride şeriatı miras bıraktıklarına, on ikinci imam'ın yokluğunda onun dünyadaki yardımcıları olan kıdemli müctehidlerin şeriatın bekçileri olduğuna işaret eder. geleneksel ulema, dini vakıfların ve yol göstericiye gerek duyan kimselerin, diğer bir deyişle reşit olmayanların, dulların ve akli ehliyeti olmayanların üzerinde müctehidlerin sahip olduğu yetkiyi velayet-i fakih (hukukçunun himayesi) terimiyle karşılıyordu. oysa humeyni, terimin anlamını bütün nüfusu kapsayacak şekilde genişletmişti. bunun yanında kuran'daki "allah'a, hz. peygamber'e ve yetki sahiplerine itaat edin" emrini çağdaş müctehidlere boyun eğmek olarak yorumlamıştı. sonradan humeyni'nin yandaşlarından biri velayet-i fakih kavramının genişletilmiş anlamının ne kuran'da ne şeriatta ne de on iki imam'ın öğretilerinde yeri olduğunu itiraf edecekti. humeyni ise kendi fikirlerinin kimilerinin kulağına tuhaf gelebileceğini savunur, bunun nedenini de monarşistlerle emperyalistlerin ve başkalarının islam’ı karalamak için yüzyıllardır sıkı çalışmış olmalarına bağlardı.

    humeyni'nin geleneklerle ipleri koparması yalnızca velayet-i fakih konusuyla sınırlı değildi. monarşinin çoktanrılı (şirk) çağdan kalma pagan (tagut) bir kurum olduğunu, dolayısıyla gerçek islam'la bağdaşmadığını ileri sürmüştü. hz. musa'nın insanları firavundan kurtarmak için geldiğini, hz. muhammed'in en nefret ettiği unvanın malik-i memalik (humeyni bunu şahenşah (şahların şahı) unvanıyla bir tutuyordu) olduğunu, emevilerin halifeliği kurarak roma ve sasani geleneklerini sürdürdüklerini, imam hüseyin'in isyan bayrağını yükselterek insanları babadan oğula geçen hükümdarlıklardan kurtarmaya çalıştığını iddia ediyordu. humeyni, bütün monarşilere karşı çıkmanın müslümanlar için kutsal bir görev olduğunda ısrarlıydı. onlarla işbirliği yapılmamalı, kurumlarına başvurulmamalı, bürokratlarına para ödenmemeli ya da kendini korumak adına takiyye yapılmamalıydı. kralların çoğu suçlu, zalim, soykırımcıydı. sonraki yıllarda humeyni daha da ileri giderek istisnasız bütün kralların ahlaksız olduklarını savundu.

    hatta iranlıların "adil" diye andığı ünlü sasani imparatoru 1. hüsrev'i (khosrau) bile reddediyordu. humeyni dahil şii ulema on iki yüzyıldır monarşiyi, ya cazip ya da, en azından, daha kötü felaketleri önlemek için gerekli görerek kabullenmişti. onlara göre anarşi on yıllık otokrasiden daha beterdi. ancak bir günlük yeni humeyni bu geleneği de yıkarak müslümanlara düşen kutsal görevlerden birinin de monarşinin kökünden kazınması olduğu görüşünü ortaya attı. beyaz devrim gitgide yeşile bürünüyordu.

    humeyni medresedeki derslerinde velayet-i fakih kavramını vurgularken, halk önünde yaptığı açıklamalarda bu konuya değinmemeye özen gösteriyordu. onun yerine rejimi siyasal, toplumsal ve ekonomik yetersizlikleriyle vuruyordu. müslüman dünyasına karşı israil'i desteklediği, soğuk savaş'ta batı'yla ittifak yaptığı, böylelikle batı vebasını (garbzedegi) ülkeye bulaştırdığı, ahbaplarını, akrabalarını, bahaileri ve kravatlıları kayırdığı, kaynakları giderek büyüyen oranlarda orduya harcadığı, ülkeyi amerikalı gıda ihracatçılarının çöplüğüne çevirmek uğruna tarımı boşladığı, başta okul, klinik, elektrik ve temiz su olmak üzere köylere temel hizmetleri getirmediği, düşük gelirlilere konut yapmayı ihmal ederek dev gecekondu bölgeleri yarattığı, pazarları yabancılardan ve sarayla bağlantılı girişimcilerden korumayarak iflas etmelerine yol açtığı ve suça, alkolikliğe, fahişeliğe ve uyuşturucu bağımlılığına karşı mücadele etmeyerek kentlerin sorunlarını artırdığı için şah'a eleştiriler yağdırıyordu. humeyni bu suçlamaları yaparken eskiden ok seyrek ağzına aldığı müstezefin, şehit, tagut, tabaka ve inkılap gibi etkileyici terimlere artık daha sık başvurmaktaydı. demeçlerini sonradan devrimci sokak sloganları olarak benimsenecek, kafiyeli kelimelerle süslüyordu:

    "islam ezilenlerin (müstezefin) dinidir, ezenlerin (müstekbirin) değil.
    islam kenar mahalle sakinlerini (zagenişin) temsil eder, saray (kahnişin) sakinlerini değil. islam kitlelerin afyonu değildir. yoksullar devrim uğruna ölür, zenginler devrime karşı fesat kurma uğruna. dünyanın ezilenleri (müstezefin) birleşin!"

    1970'lerin ortalarında devletle toplum arasındaki gerilim kırılma noktasına ulaşmıştı. belirtiler herkesin gözünün önündeydi, ne var ki o dönemde batı'da ve rejim içerisinde bunları görmeyi tercih edenlerin sayısı birkaç kişiyi geçmiyordu. humeyni'nin suçlamaları giderek daha çok gürültü çıkarıyordu. çömezlerinden bazıları monarşinin yerine cumhuriyeti getirme çağrısını açıkça dile getirmekteydi, buysa şii iran'da eşi benzeri görülmemiş bir durumdu. şeriati'nin fikirleri genç aydınlar arasında yangın misali yayılıyordu. bazı yandaşları mücahidin-i halk (halkın mücahitleri) adlı bir gerilla örgütü kurmuşlardı. gençliğin cezayir, vietnam, çin, küba ve latin amerika'daki "silahlı mücadelelerden" alınacak dersler olduğunu daha çok dile getirmesiyle laik muhalefet de giderek radikalleşiyordu. 1971 yılında tudeh ile ulusal cephe'nin eski gençlik kolları üyeleri fedaiyan-i halk (halkın fedaileri) adı altında örgütlendiler (aşırı dinci fedaiyan-ı islam ile karıştırmamak gerekir). izleyen yıllarda fedailer ile mücahitler daha küçük çaplı marksist ve islamcı gruplarla birlikte bir dizi cüretkâr saldırı, bombalama, suikast eylemlerine ve kraliyet ailesinin üyelerini kaçırma girişimlerine imza attılar. bu arada yurtdışındaki iranlı öğrenciler konfederasyonu sürgündeki muhalefetin tartışma platformuna dönüşmüş, iran'da gayri resmi öğrenci günü olan 7 aralık'ta ülkenin on üç üniversitesi boykota gitmişti. 7 aralık aynı zamanda 1953 yılında başkan yardımcısı nixon'ın ziyaretini protesto ederken ölen ikisi tudeh'ten, biri ulusal cephe'den üç öğrencinin ölüm yıldönümüydü. 1953 darbesi birçok yönden iran'ın başına musallat olmuştu. tutuklamaları, işkenceyi, infazları, ortadan kaybolmaları ve zorla itirafları artıran rejim misilleme yapıyordu.

    le monde gazetesinden eric rouleau ekonomik gelişmenin özellikle de "burjuvalaştırma" politikasının toplumsal gerilimleri kızıştırdığı uyarısında bulunuyordu. öte yandan bunun başka bir belirtisi de iki partili sistemin çıkmaza girmesiydi. şah yirmi yıldır siyaset sahnesine sadece kendine sadık iki partiyi çıkarıyordu. fakat 1974-75 döneminde muhalefetteki merdüm partisi birkaçı sarayla bağlantılı yerel adaylarla katıldığı ara seçimleri beklen bir biçimde kazandı. bu beklenmedik zafer başbakanla başında olduğu iran-ı nevin partisi kadar şah'ı ve savak'ı da rahatsız etmişti. bu olayların tam ortasında merdüm partisi'nin lideri trafik kazasında ölünce, dedikodu kazanı iyice kaynamaya başladı. iki partili cephenin sıvaları besbelli dökülüyordu. siyasal sisteme ivedilikle çıkar bir yol bulmak gerekliydi.

    ***tek parti devleti***

    çıkar yol samuel huntington kılığında geldi. bu seçkin siyaset bilimci 1970'lerin başında “değişen toplumlarda siyasal düzen” adlı kitabıyla ünlenmişti. huntington'a göre ekonomik ve toplumsal alanlarda hızlı "modernleşme", siyasal alanda yeni talepler, yeni baskılar ve yeni gerilimler üretmekteydi. diğer bir deyişle üçüncü dünya'da siyasal istikrarsızlık kaçınılmaz olarak sosyal modernleşmeyi takip ediyordu. huntington, devrimi önlemek için yönetimlerin, ülkeyle organik bağ kurma, halkı harekete geçirme, emirleri tepeden aşağılara aktarma ve aynı zamanda da aşağıdakilerin çıkarlarını yukarıya iletme görevini tek partinin üstleneceği göreceği tek-partili devletler yaratmaları gerektiğini savunmaktaydı. hükümet ayrıca devlete disiplinli ve güvenilir askerler de sağlamalıydı. kimilerinin huntington'da lenin'den izler bulmasına şaşmamalı. doktora öğrenimini tamamlamış gençler amerika'dan dönüp, hükümetin danışmanları arasında yerlerini alınca, huntington'ın anlayışı geçerlilik kazanmış oldu. ilginç olan, rejimle işbirliği içinde oldukları gerekçesiyle partilerinden kovulmuş ve eski başbakan ve merdüm partisi’nin başındaki güneyli kodaman alam'ın kanatları altında yeniden siyasete girmiş eski tudeh üyeleri arasında da benzer fikirlerin yaygınlaşmasıydı. bir kez daha siyasetin tuhaf ilişkilere gebe olduğu anlaşılıyordu.

    şah 1975 mart'ında, ansızın yüz seksen derece çark etti. merdüm ve iran-ı nevin partilerini dağıtarak büyük bir tantanayla diriliş partisi'nin (hizb-i restehiz) kuruluşunu ilan etti. şah gelecekte iran'ın tek partili bir devlet olacağını, siyasal yaşamın bütün çehrelerinin o partinin gözetimine gireceğini, bütün yurttaşların görevinin hem ulusal seçimlerde oy vermek hem de partiye girmek olduğunu, katılmak istemeyenlerin "gizli komünist" damgası yiyeceğini ve böyle "hainlerin" önlerinde hapse girmek ya da tercihen sovyetler birliği'ne gitmek üzere ülkeden ayrılmaktan başka seçenek kalmadığını duyuruyordu. avrupalı gazeteciler bu söylemin daha önceki açıklamalarından farklı olduğuna işaret edince şahin verdiği yanıt şöyleydi:

    "düşünce özgürlüğü! düşünce özgürlüğü! demokrasi! demokrasi? bu sözcükler ne anlama geliyor? ben bunların bir parçası olmak istemiyorum."

    savak bildik tutumuyla derhal harekete geçerek şahın tek partili devletlere göre çok partili sistemlerin erdemlerinden hayranlıkla söz ettiği “vatanım için yaptıklarım” adlı anılarını bütün kütüphanelerle kitapçılardan toplattı. orwell mezarında kahkahalarla gülüyor olmalıydı. diriliş partisi kendinden bekleneni yerine getiriyordu. parti üst kurulu seçilerek başına genel sekreter olarak hüveyda geldi. 50 kişilik yürütme kuruluyla 150 kişilik merkez kurulunun üyeleri iran-ı nevin ve merdüm partilerinin eski liderlerinden derlenmişti. partinin açıklamasında "demokratik merkeziyetçilik" ilkelerinin gözetileceği, "kapitalizm" ile "sosyalizmin" en iyi yanlarının harmanlanacağı, hükümetle halk arasında "diyalektik" bağların kurulacağı ve artık şah-halk devrimi diye anılan beyaz devrim'i tamamlamak üzere büyük yol gösterici (rehber) ve ulu önder'e (fermandar) yardımcı olunacağı ve yeni büyük uygarlık'a doğru onun halkı'na kılavuzluk edileceği belirtiliyordu. parti, iran devrimi'nin felsefesi adlı el kitabında arya mihr (aryen güneşi) şahın iran'dan bütün sınıf kavramlarını ve sınıf çatışmasını kesin olarak kaldırdığını açıklıyordu. "şahenşah" diye yazıyordu kitapta, "sadece iran'ın siyasal lideri değil, öncelikle öğretmeni ve manevi lideridir. ülkesi için yollar, köprüler, barajlar ve yeraltı kanalları yapmakla yetinmeyen, aynı zamanda halkın ruhuna, düşüncelerine ve yüreğine rehberlik eden bir serdümendir." şah da ingilizce yayımlanan bir gazeteye verdiği demeçte partinin felsefesinin "beyaz devrim'in diyalektik ve ilkelerine" dayandığını söylemişti. bu sözlerine ek olarak başka hiçbir ülkede yöneticilerle halk arasında böyle yakın bir ilişkinin olmadığını da belirtmişti. "başka hiçbir ülke" diye böbürleniyordu, "hükümdarına böyle bir açık çek vermemiştir!". kullandığı terminoloji ve böbürlenmesi şahın iktidarının doruğunda olduğunun işaretiydi.

    diriliş partisi 1975 yılını örgütünü devlet geneline yaymakla geçirdi. meclis'teki mebusların neredeyse tamamını partisine kaydetti, yalnızca radyo televizyon kurumuyla büyük matbaalara değil, ayrıca çalışma, yükseköğretim, sanayi, konut, turizm, sağlık ve sosyal yardım, köy kooperatifleri, sanat ve kültür bakanlıkları gibi belli başlı devlet kurumlarına da yerleşti. parti kongresiyle işçi sendikaları konferansını topladı ve 1 mayıs yürüyüşünü düzenledi. kadın örgütlenmesini başlattı. beş büyük gazete kurdu : kendi yaygın organı restehiz, restehiz-i karger (işçilerin dirilişi), restehiz-i keşaverz (çiftçilerin dirilişi), restehiz-i civan (gençliğin dirilişi) ve endişi-i restehiz (dirilen düşünüşler). parti, "siyasal tarihte başarımızın emsali görülmemiştir" diye böbürleniyordu.

    diriliş partisi'nin kurulmasının rejim açısından birine felaket diyebileceğimiz iki temel sonucu oldu.

    aylıklı orta sınıf, kentli işçi sınıfı ve köy kooperatifleri üzerinde devletin denetimi yoğunlaşmıştı. devletin kolu nüfusun bu kesimlerine enikonu girmişti artık. daha da önemlisi devlet şimdi geçmişte uzak durduğu alanlara gireceğinin, pazarlarla din kurumlarına da el atacağının işaretini veriyordu. rıza şah'ınki dahil önceki hükümetlerin adım atmaya çekindiği alanlardı bunlar. diriliş partisi pazarda şubeler açıyor, yüzlerce yıldır bir ölçüde özerk bırakılmış loncaları dağıtıyor, yerlerine lonca odaları kuruyor, başlarına sarayla bağlantılı işadamlarını getiriyor ve pazarcıları hem bu odalara hem de partiye üye olmaya zorluyordu. bir yandan da pazardaki dükkanlarda çalışanlarla küçük fabrikalardaki işçiler için asgari ücret uygulamasını hayata geçiriyor ve küçük işadamlarına çalışanlarını çalışma bakanlığı'na kaydettirme ve sağlık sigortalarına, aylık katkı payı ödeme zorunluluğu getiriyordu. "bir dolu pazarların" ve eski şehir merkezlerinin kaldırılarak yerlerine londra'daki covent garden benzeri devlet eliyle işletilen çarşılar ve karayolları yaptırılacağından açık açık söz edilmeye başlanmıştı. daha sonra şah da pazarlara "kötü havalandırıldıkları, köhedikleri ve bağnaz oldukları" gerekçesiyle itiraz ettiğini açıklıyordu. bir fransız gazetecinin sorduğu soruya iranlı bir pazarcı, "izin verirsek şah bizi mahvedecek. bankalar her yeri ele geçiriyor. büyük mağazalar geçim kaynaklarımızı elimizden alıyor. şimdi de hükmet devlet dairelerine yer açmak için pazarlarımızı dümdüz edecek" diye anlatıyordu.

    üstüne üstlük diriliş partisi 1975 yılının sonunda ülkeyi vuran enflasyonla başa çıkmak adına pazarlara savaş açtı. temel ihtiyaç maddelerine el koydu, piyasaya büyük miktarlarda buğday, şeker ve et sürdü, "vurgunculara, üçkağıtçılara, istifçilere ve vicdansız kapitalistlere karşı amansız bir mücadele yürütmek" amacıyla pazarlara "teftiş ekipleri" adıyla bilinen 10.000 kadar serseriyi saldı. bu arada savak tarafından apar topar kurulan sözde lonca mahkemesi 250.000 kişiye ceza yağdırarak 23.000 kişiyi doğdukları yere sürdü. iki ayla üç yıl arasında değişen 8000 hapis cezası verdi ve 180.000 kişi hakkında da dava açtı. pazardaki hemen her ailenin bir üyesi vurgunculuğa karşı kampanyanın kurbanı olmuştu. fransız bir muhabire dert yanan dükkân sahiplerinden biri, artık beyaz ve kızıl devrim'i ayırt edemediğini söylüyordu. başka biri de amerikalı bir muhabirle yaptığı görüşmede, "hükümette ve şah ailesinin bağrında dal budak salmış çürümeyi örtmek için pazarlar kullanılıyor" demişti. diriliş partisi'nin kuruluşu pazarlarda kızgınlık uyandırmıştı. vurgunculuğa karşı kampanya da aynı pazarlara karşı apaçık bir savaş ilanıydı. pazarlarsa tarihte ilk kez görülmedik bir davranışla yardım ve korunma talebiyle geleneksel müttefikleri olan ulemaya başvurdular.

    şah'ın düşmanları gitgide artıyordu.

    diriliş partisi eşzamanlı olarak din kuruluşlarına karşı da saldırıya geçmişti. hem manevi hem de siyasal liderin şah olduğunu ilan etti. böylelikle ulemayı da çiğnemiş oluyordu. ruhaniler sınıfını "ortaçağdan kalma kara irticacılar" olarak karaladı. iran'ın büyük uygarlık yolunda olduğunu açıklarken, rıza şah'ın güneş takvimi de dahil müslüman takvimini tamamlayıcı, iran monarşisinin ömrünü 2.500 yıl olarak tahmin eden, muhammed rıza şah'a da 35 yıl daha biçen yeni bir imparatorluk takvimi uygulamaya soktu. buna gören iran bir gecede hicri 1355 yılından imparatorluk yılı olan 2535'e sıçramıştı. dini takvimlerini ıskartaya çıkaracak kadar gözü kara davranmış rejimlerin sayısı çok azdır. bu da yetmezmiş gibi şah, dini vakıfların hesaplarını incelemeleri için özel müfettişleri görevlendirdi. devlet destekli kurumların din kitapları yayınlamalarına izin verdi, ayrıca daha çok öğrencinin köylüye gidip köylülere gerçek islam'ı öğretmelerini sağlamak amacıyla tahran üniversitesi'ne bağlı ilahiyat fakültesi'ni ve din ve okuma yazma ordularını'da genişletti. ulemaya yakın gazetelerden birinin sözleriyle, devlet dini "devletleştirmek" için yollara dökülmüştü.

    bundan başka şah, kadın işleri bakanlığını'nı kurmuş, din ve okuma yazma ordularına kadınları da almış, kadınlar için evlenme yaşını on beşten on sekize, erkekler içinse on sekizden yirmiye çıkarmıştı. doğum kontrol kliniklerinin sayısını artırarak gebeliğin ilk on iki haftasında kürtaj izni çıkarmış, ayrıca mahkemelere 1967 aile koruma yasası'nın uygulanmasında daha titiz davranmaları için talimat vermişti. oysa bu yasa birçok hassas konuda şeriata ters düşmekteydi. erkekler artık aile mahkemelerine geçerli neden göstermeden eşlerini boşayamayacaklardı. önceki eşlerinin yazılı izni olmaksızın çokeşli evlilikler yapamayacaklardı. kadınların da artık boşanma davası açma hakkı vardı. kadınlar kocalarının iznine gerek duymadan ev dışında işe girip çalışabilirlerdi. şah, italyan gazeteci oriana fallaci'ye, ömrü boyunca peygamberlerden, imam ali'den ve bizzat tanrı'dan "mesajlar ve "vahiyler aldığı gibi ilginç şeyler de söylemişti.

    "bana eşlik eden başkalarının göremediği bir kuvvet var, o benim esrarengiz kuvvetim. mesajlar alırım dini mesajlar (...)"

    şah'ın düşmesine yol açan nedenin dindar halkı için fazla laik olduğu sıkça dile getirilmiştir. bu doğru olsaydı, laik teriminin anlamını yeniden tanımlamak gerekirdi.

    ulemanın diriliş partisi'ne tepkisi de keskindi. buna karşılık olarak kum kentindeki feyziye başmedresesi kapatıldı. 250 öğrencisi zorla orduya alındı, kısa bir süre sonra da içlerinden biri hapishanede öldü. önde gelen üctehidler diriliş partisi'nin anayasaya, iran'ın çıkarlarına ve islam'ın ilkelerine aykırı düştüğünü bildiren fetvalar yayımlıyorlardı. yalnızca pazarlarla çiftçileri değil, iran'ın tamamını ve islam dinini yok etmek üzere tasarlanmış olduğu gerekçesiyle humeyni bu partinin haram olduğunu açıkladı. fetvanın yayımlanmasından birkaç gün sonra savak onunla bağlantılı kimseleri topladı, aralarında yaklaşan devrimde liderlik rolü oynayacak kişiler de vardı. iran'da daha önce hiç bu kadar din adamı aynı anda hapse atılmamıştı.

    dolayısıyla diriliş partisi asıl amacının tam tersine sonuçlara yol açmıştı. rejime istikrar kazandırmak, monarşiyi güçlendirmek ve iran toplumunun genelinde pehlevi devletini sağlamlaştırmak için kurulmuştu. bunu kamuoyunu harekete geçirerek, hükümetle halk arasında köprü kurarak, devlet dairesi çalışanları, fabrika işçileri ve küçük çiftçiler üzerinde denetimi pekiştirerek ve ne cesur adam olarak da devlet iktidarını pazarlara ve din kuruluşlarına yayarak yerine getirmeye çalışmıştı. gelgelelim sonuç felaket oldu.

    istikrar getirmek bir yana beyaz devrim, rejimi zayıflattı. monarşiyi ülkeden iyice kopardı ve kamuoyunun öfkesini kabartarak şah'ın bütün iran'ı karşısına almasını sağladı. kitlesel seferberlik, kitlelerin güdülmesine yol açmış, bu da kitlesel hoşnutsuzluğu getirmişti. örgütlerin tekel altına alınması, sıkıntı ve istekleri siyasal arenaya aktarabilecek yolları toplumsal güçlerden yoksun bırakmıştı. halkın katılımına yönelik çağrılar hükümetin "fiilen bize karşı olmayanlar bizden yanadır" yerine "fiilen bizden yana olmayanlar bize karşıdır" anlayışını benimsemesine yol açtı. eskiden görüşlerini yüksek sesle dile getirmedikleri sürece kendi hallerine bırakılan muhalifler artık partiye üye olmaya, hükümet lehine dilekçelere imza atmaya, hatta 2.500 yıllık monarşiyi öven sözler söyleyerek sokaklarda yürüyüş yapmaya zorlanıyordu. dahası, pazarların ve din kuruluşlarının işlerine beklenmedik bir biçimde burnunu sokan rejim, böyle yapmakla geçmişte kendisiyle geleneksel toplum arasında var olmuş pamuk ipliği gibi birkaç köprüyü de atmıştı. yalnızca ulemayı tehdit etmekle kalmamış , aynı zamanda binlerce dükkân sahibinin, atölye sahibinin ve küçük işadamının da öfkesini üstüne çekmişti. kısaca, diriliş partisi yeni bağlar kurmak bir yana olanları da kopardı. bunu yaparken de nice tehlikeli düşmanı kışkırtmıştı.

    rejime istikrar kazandırması için huntington'a başvuruldu, ama o da zaten zayıf olan rejimin istikrarını iyice bozmakla kaldı. şah keşke işi oluruna bırakabilseydi.

    iran islam devrimi patlamaya hazır bir bomba gibi şah'ın üzerine kara bulut gibi çökmeye ve 2500 senelik monarşiyi ortadan kaldırmaya hazırlanıyordu.
hesabın var mı? giriş yap