• "sadece içine kirpik kaçan göz, şişmiş parmak veya çürük diş kendini duyumsar, bireysel varlığının bilincine varır. sağlıklı göz veya parmak ya da diş varmış gibi görünmez. yani gayet açık, değil mi? kendi kendinin bilincine varmak, hastalıktır." yevgeni zamyatin - miy
  • kimyasal bir bilgisayar olan beynimizdeki sorun çözme yetisi; bu haliyle de diğer yetilerin üzerinde yer alan denetim birimi.

    hayatımızda tamamen bilinçsiz (hakim olamadığımız) gelişen yetilerimiz var; dolaşım sistemimiz, gözbebeklerimizin büyümesi, saçlarımızın uzaması gibi. dolayısıyla bu süreçler, bilinçsiz işleyen süreçlerdir. bu süreçlerde bir sorun oluşursa da bilincimizle bu sorunu çözemeyiz. dolayısıyla bu yetiler en temel biyolojik - hayvani yanımıza ait özelliklerimizdir.

    erken yaşlarda yapamadığımız, ama bilincimizi kullanarak yapmayı öğrendiğimiz ve daha sonra da bunları bilinçsiz yapabilme becerisine kavuştuğumuz bir çok özelliğimiz var: örneğin bisiklet kullanmayı, araba sürmeyi düşünün. başta konuya dair bir şey bilmiyoruz. ancak bilincimizin aleti olan dikkatimizi kullanarak, onu odaklayarak bu davranışı defalarca yapıyor ve daha sonra bunu sinir sistemimize öyle bütünleştiriyoruz ki yaparken odaklanmıyoruz, düşünmüyoruz artık, davranış bilinçsiz duruma geliyor. yürürken, "şimdi sağ adımımı atayım, şimdi sol..." diye düşünmüyoruz örneğin. ancak başta bu bizim için çok zor bir hareketti. peki bu türden otomatik davranışlarda bilinç nerede tekrar devreye giriyor? sorun çıkınca... eğer bir bacağımız sakatlanırsa, yürümemize odaklanırız. arabada debriyaj ve frenin yerinin değiştiğini düşünün. ya da klavyedeki "a" ve "i" harfinin. bu durumda bir sorunla karşılaşmış oluruz ve buna adapte olup hakkında düşünmeyecek hale gelinceye kadar yine bilincimizi kullanırız. soruna odaklanırız, yeni duruma alışınca o konuda tekrar bilincimiz kapanır.

    kısaca bilincimiz, çevremizde işimize yarayan şeyleri yapıp bunları otomatikleştirmeyi ve bu konuda artık enerji harcamamamızı sağlar. tekrar enerji harcaması, ancak bir sorun çıktığında devreye girmesiyle mümkündür.

    olay bu kadar basit değil tabii. daha doğrusu bizim öğrenme sürecimiz sadece davranışsal düzenli kalıplardan oluşmuyor. örneğin beynimiz yıllar içinde bir müzik türünü algılıyor ve belirli bir müzik türünden daha çok hoşlandığına kanaat getiriyor. bu noktada artık o müzik türünden hoşlanmak bizim için otomatikleşmeye başlıyor. bir noktadan sonra artık sevdiğimiz müzik türünü değiştiremiyoruz. korkutucu bir durumla karşılaştığımızda üzülmeyi ya da kızmayı öğreniyoruz. hangisi daha çok işimizi kolaylaştırıyorsa o tepkiyi defalarca vermeye devam ediyoruz ve yetişkin olduğumuzda artık bu tepkiyi bilinçsizce veriyor, değiştirmekte çok zorlanıyoruz. sigara konusunda da aynı, alkol konusunda da... daha vahim noktalara geçeyim: kullandığınız kanepeyi düşünüp durmazsınız. ama bu kanepeye bir şey olduğunu, yandığını düşünün. o zaman bir sorun oluştuğu için bilinciniz devreye girer. yeni kanepe alırsınız, bir kaç gün boyunca da bu kanepeye bakar ve "ne kadar güzel almışım yareppim, ikea sen benim evimin her şeyisin" falan dersiniz. sonra ne olur? alışırsınız. alıştığınız için bilinciniz kanepeyle ilgilenmez. siz de artık bu kanepenin güzelliğinin giderek daha az farkında olursunuz.

    başa döneyim ve buraya kadar olanı özetleyeyim: bilincimiz, sorun çıktığında kullandığımız ve sorun çıkmayınca uykuya yatan bir özelliğimizdir.

    güzel ve işlevsel bir sistem gibi duruyor değil mi? cevap vereyim, kısmen öyle, kısmen değil. sevdiğiniz insanın eskiden beğendiğinizi özelliklerini giderek daha az beğenmeye başlamanız, dolaştığınız parkın güzelliğini daha az fark etmeniz, o çok sevdiğiniz şarkıdan sıkılmanız, hayatta sahip olduklarınızın zevkine varmak yerine sahip olmadıklarınızın eksikliğiyle yaşamanıza yol açan da doğal olarak bilincin aynı özelliği; sorun yoksa ortadan kaybolma özelliği. sevdiklerimizin en sevdiğimiz özelliklerini bir süre sonra göremeyişimiz, ayakkabımızın rahatlığını eğer ayağımıza vurmazsa hatırlamayışımız, sağlığımızı eğer onunla ilgili bir sorun yoksa düşünmeyişimiz doğrudan bilincimizin zaafıdır.

    eğitimin insana en büyük katkısı öğrettiği şeyler değil, öğrenme sürecidir. çünkü bu süreç içinde biz, bir sorun olmasa da bilincimizi bir nokta üzerine üzerine sabitleme becerimizi geliştiririz. neden? çünkü öğretmenimiz dolaylı olarak der ki; "burada bir sorun yok ama yine de tahtaya bakıp yazdıklarımı anlaman lazım". akşam eve gider, normalde bizim için hiç sorun yaratmayacak ülkelerin iklimini öğreniriz. günlük hayatta canımızı sıkmayacak türevin nasıl hesaplandığını öğreniriz. eğitim sürecinde biz, bilincimizi o an bizim için sorun teşkil etmeyen şeylerde de kullanmayı öğreniriz. tabii ki bir öğrenci sadece öğretmeninden korktuğu için ya da mezun olamayıp aç kalmamak için türevin ne olduğunu öğreniyorsa, yine sorun odaklı hareket ediyordur. bu durumda yine bilinci gelişmez.

    sıradan bir insan, bilincini sorunların dışında kullanmaz. travesti değilse onların sıkıntılarını umursamaz. ermeni değilse ermenilerin durumunu, eşcinsel değilse onların dertlerine odaklanamaz. ancak zihni iyi eğitilmiş bir insan, bilincini çevresindeki sorunları iyi tespit edip değiştirmekte de, çevresindeki güzellikleri fark etmekte de kullanabilir. bilinçli bir insanın en önemli özelliği, kendisi için doğrudan sorun teşkil etmeyen şeylere de odaklanabilmesidir. bilinçli bir insan başkasının sorunlarını da kendisine dert edinebilir. bilinçli bir insan ileri yaşlarda da alışkanlıklarını ve davranış kalıplarını değiştirme kudretine sahiptir.

    bu yüzden temel meditasyon tekniklerinden birisi nefese odaklanmakla ilgilidir. nefes, hem tamamen bilinçsiz bir şekilde yapabileceğimiz, hem de neredeyse tamamen bilincimizle manipüle edebileceğimiz bir ara alanda yer alır. eğer nefes almamıza bizim için sorun oluşturmadığı halde dikkatimizi verirsek, bilincimize sorun olmasa da odaklanmayı öğreterek onu terbiye etmiş oluruz.

    kitap okumanın da çok paralel bir faydası vardır. zihnimizi, bizim için o an sorun teşkil etmeyen bir şeye uzun süre odaklama becerimizi artırır.

    sanatçıların en bunalımlı zamanlarında daha iyi işler çıkarabilmeleri de büyük ölçüde bununla ilgilidir.

    bir çocuk düşünün; doğru dürüst denetlenmiyor, kısıtlanmıyor, kendisine sorun çıkaran yok. bu çocuk ileride büyük olasılıkla şımarık ve bencil olacaktır. çünkü sorunlarla karşılaşmayan zihni, bilincini kullanmadığı için bilinci körelecektir. diğer insanlarla ilgili sıkıntılara -bu sıkıntılara kendisi yol açsa da- odaklanamayacaktır.

    bu örnekler çok ama lafı da iyice uzattım, toparlamak gerek.

    bize sorun çıkarmayan şeyleri bir süre sonra fark etmeyiz. çünkü bilinç olağan koşullarda sorun çözme konusunda uzmanlaşmıştır, ancak terbiye edilirse sorun çıkmadığında da kullanılabilecek çok işlevsel bir yetimizdir.

    bilinçli bir insan olmanın iki yolu vardır. birincisi acı çekmek, çok sorunla karşılaşmaktır. daha az karşılaşılan yol ise bilinci eğiterek, sorun çıkmadığında da kullanmayı öğrenmektir.

    terbiye edilmiş bir zihinle de hem yaşamın güzelliğini daha iyi fark ederiz, hem başka insanların -hatta diğer canlıların- sorunlarına doğrudan bizi etkilemese de ciddiyetle eğilebiliriz, hem de istediğimiz zamanda istediğimiz şeyi düşünme, istediğimiz şeyi sürekli fark etme hürriyetine kavuşur, kendi zihnimizin efendisi oluruz.

    insanın bir tür evriminin en büyük aşaması bilinç sıçramasıydı, bunun bir sonraki sıçraması ise bu bilincin iradi kullanımıyla mümkün olacak...
  • bilinç mevzusu çok çeşitli sebeplerden dolayı zor bir sorun ama çoğu açmaz kırmızı görme deneyiminin nasıl mümkün olabileceğine, yani qualia mevzusuna gelince iyice kitlenip kalıyor. aslında bana daha çok bilincin, her şeyin kontrol edildiği ve nihayetlendirildiği merkezi bir bilinç karargahı olmadan nasıl olup da sürekli bir yapıda işlediği veya öyle işlermiş gibi gözüktüğü ilginç geliyor ama, qualia hem hakkında fikir yürütülmesi görece kolay bi konu, hem de bu konuda varılacak sonuçlar süreklilik hissinin sebeplerine de ışık tutabilir. sözlükte de en çok ilgi çeken konu başlığı bu olmuş fakat ağız birliği edilmişçesine dualizme yakınsamış görüşler, kırmızı görme bilgisinin fiziksel bilgilerimizle açıklanamayacağı tartışılmadan kabul edilmiş. bu tavır anladığım kadarıyla bilişsel camiada da yaygın ve “çoğu insanın detaylıca incelenmemiş sezgilerinin dualizmi ima etmesi” ilginç hakikaten, daniel dennett’in deyimiyle.. herkes bunun materyalist bir teorinin önünde engel teşkil ettiğini kabul etmiş ama bir tek fotosipsak eğer bu görüş doğruysa ortada engel falan olmadığını, dualizmin direk kazanacağını net olarak söylemiş. (http://www2.itu.edu.tr/…rgemecilie-bir-eletiri.html) üstad immanuel tolstoyevski’de bu açmazdan bunalmış olacak ki “bilincini o bilinci kullanarak aciklayamazsin, referans noktanin fazladan bir boyutu olmasi lazim ama referans noktan kendi bilincin ve inceledigin sey de oysa, bu boyut ortaya cikamiyor. dolayisiyla kirmiziyi algilamanin ne oldugunu formule edemiyoruz ve alt seviye bilgilerle (fizik, kimya) bagdastiramiyoruz. kirmizi gorme olgusunu fizikten turetemezsem dualizm kacinilmazdir demek, tipki big bangden once ne vardi diye sorarak allahi kanitlamaya calismaya benziyor: zaman da big bangle yaratildigi icin oncesi yok, once diye bir kavram yok.” demiş ama durum buysa dualist bir teorinin doğruluğunu nasıl sınayabiliriz, dualist bir mekanizmayı görürsek nasıl tanıyacağız bu kabulün ardından? tüm bu yaptıklarımız “dualizm yanlıştır” kabulünü rasyonalize etmek olmaz mı o zaman? kaldı ki durum o kadar ümitsiz değil, “big bang’den önce ne vardı” sorusundaki kadar çaresiz değiliz bilginin öznelliği konusunda. her şeyden önce bilincin olmadığı durumları inceleyebiliyoruz, henüz bilgi birikimimizin limitlerine ulaşmadık, emergent yapıların tamamına vakıf değiliz. ayrıca o ekstra boyutu postüle etmeden de bilinç ve beyin mekanizmaları arasında öznel olmayan ve tatminkar sonuçlar veren yöntemlerimiz var (http://en.wikipedia.org/wiki/heterophenomenology). ilaveten indirgemeceliğin henüz o umut vaadeden şaşalı günlerinden çok uzağız (güçlü ai), ilk linkteki yazıdaki “… iddiam şudur ki "emergence" dediğimiz kavram sistemlerin kendisinde değildir, o sistemleri incelemeye kalkan varlıkların algı kapasitelerindedir.” doğru bir tespit ve bu algı kapasitelerinin yapay zeka çalışmaları ile üssel olarak artışı, şu anki üst seviye çıkarımlarımızın çıtasını baya aşağı, sıfır noktasına kadar çekeceğini öngörmek yanlış olmaz heralde. eğer tüm bu ampirik bulgulara rağmen kırmızı görmenin öznelliğini açıklayamıyor isek bence bu dualizm’in bir türünün kesin bir zaferi olurdu, aksini iddia etmenin bilimsel metota aykırı bir tavır olduğunu düşünüyorum.

    yani konu sanıldığından daha mühim, ortada kaybedilebilecek çok şey var. peki nedir bu qualia, neyi tartışıyoruz? şöyle bir tanımı var ki (bkz: #7973949) insanı felsefeden soğutur. qualia (tekili için: quale) dediğimiz şey kısaca örneğin kırmızıyı görme deneyimidir. kırmızı bir güle bakın, ne görüyorsunuz? kırmızı olduğunu görüyorsunuz; işte bu kırmızılık quale’si, kokusunu duyuyorsunuz: bu da gül kokusu quale’si, dalından koparıp daha yakından bakmak isterken parmağınıza diken batıyor: bu da diken batma quale’si. deneyimin sizin için ifade ettiği şey qualia. oldukça basit. tanımı bu kadarla kalsa ortada bir sorun olmazdı, parmağına diken batan hiçkimse batma hissini deneyimlemediğini söylemez zira. tartışma tüm bu qualia’nın özelliklerine gelince kitleniyor. iki ana kamp var; qualia-severler tüm bu deneyimlerin fiziksel olan ile açıklanamayacak içkin, kendinden gelen bir özelliği olduğunu iddia ediyorlar (bkz daki tanım da bu), qualia-fobiklerse böyle ekstra bir özelliği varsaymanın gerekmediğini, fiziksel olanın bilgisinin deneyimin yapısını anlamak için yeterli olduğunu öne sürüyorlar. kimse kırmızı görme deneyimi yoktur demiyor yani, bir taraf bu deneyimin beynin farklı durumlarına indirgenemeyecek öznel bir yapısı olduğunu, diğer tarafsa beyin faaliyetlerinin tam olarak anlaşılmasının bu deneyimi açıklamak için yeterli olacağını söylüyor. biz de bu entry de qualia derken qualia-severlerin benimsediği anlamı kastedeceğiz ve eleştireceğiz.

    mevzuyu layıkıyla özetleyen bir düşünce deneyi var, frank jackson’ ait, tartışmalar da her daim bu deney etrafında dönüyor. takip eden yıllarda çeşitli varyasyonları öne sürüldüyse de, ana hatlarıyla deney şu şekilde: mary adlı dahi bir nörologu siyah-beyaz renklerden oluşan bir hücreye kapatıyoruz ve hayatı boyunca (siyah ve beyaz dışında) herhangi bir renk görmesini engelliyoruz. yaşayan en zeki insan olan mary’ye aynı zamanda hücresinde renkler hakkında (özelinde kırmızı hakkında) bilinebilecek her türlü bilgiyi öğretiyoruz, beynin işlevsel mekanizmalarından kırmızının dalga boyuna kadar, şu tarih itibariyle bilmediklerimiz de dahil, tüm fiziksel bilgileri bilmesini sağlıyoruz. tüm bu yoğun bilgi bombardımanından sonra mary’yi gerçek dünyaya, renklerin arasına salıyoruz. soru şu: mary serbest bırakıldıktan sonra kırmızı hakkında bilmediği yeni bir şey öğrenir mi? yani diğer bir deyişle kırmızıyı görmek, deneyimden bağımsız olarak fiziksel bilgilerin layıkıyla kullanımı ile öğrenilmesi imkansız bir şey midir? eğer cevabınız “evet, kırmızı görme deneyimi, kırmızıyla ilgili tüm somut bilgleri bilmekten farklı bir şeydir, mary ilk kırmızı görme deneyiminde mutlaka daha önceden sahip olmadığı bir bilgi edinir, kırmızıyı “gerçekten” görmenin bilgisini..” ise (ki genel eğilim bu) her türlü fizikalizmin yanlış olduğunu ve fiziksel olan ile açıklanamayacak bazı deneyimlerin olduğunu söylemiş ve dualizmden başka olası çözümü gözükmeyen bir yola girmiş olursunuz, yok eğer cevabınız “hayır, mary zaten kırmızıyı görmekle ilgili her şeyi ama “her şeyi” biliyordu. kırmızı görme deneyimini yaşaması için bunlardan başka bir bilgiye veya deneyime ihtiyacı yok, dolayısıyla eğer bu bilgileri “layıkıyla” (vurgu layıkıylada) kullanırsa hücresinden çıktığında, daha önceden bilmediği yeni bir şey öğrenmiş olmaz” ise meşhur qualia savını o efsanevi öznelliğin erişilmezliği tahtından indirip, beynin eğilimsel durumlarına (dispositional states: beynin kırmızı deneyimleme anında resmi çekilse (teknik ekipmanlarla tabi) göreceğimiz manzara) indirgemiş oluyorsunuz ki, bilinç mevzusu artık birazcık daha az karmaşık bir mevzu olmuş oluyor.

    peki hangisi doğru? mary yeni bir şey öğrenir mi öğrenmez mi? ilk bakışta cevap “elbette öğrenir, “kırmızıyı” öğrenir” gibi dursa da eğer bilinç konusu ilgi alanlarınızdan birisiyse ilk bakışlara asla güvenmemeniz gerektiğini sanırım şimdiye kadar çoktan öğrenmişsinizdir. detaylarda kaybolmadan önce deneyin tam olarak neyi sorguladığını anlamak çok önemli, genelde detaylarda kaybolunduktan sonra deneyin esas amacı hatırlanmaya çalışılıyor ve artık iki tarafta pozisyonlarını kati bir şekilde aldığı için geri dönüş mümkün olmuyor, zayıf argümanlar havada uçuşuyor. yavaş gidelim. “mary odadan çıktığında kırmızıya dair yeni bir bilgi edinir, o da kırmızıyı görme bilgisidir” diyenlerin savundukları şey ne? şu: “fizikalizm, kırmızı görme hakkındaki tüm fiziksel bilgilerden başka herhangi bir bilgi var olamayacağını söylüyor. ama kırmızıyı ilk kez gören mary, fiziksel bilgi külliyatında olmayan yeni bir bilgiyi öğrenir. dolayısıyla fizikalizm yanlıştır.” yani qualia’nın fiziksel süreçlere indirgenemeyen öznel bir niteliği olduğu. savunulan bu. peki savunulan ne değil? şu değil örneğin: “ne kadar zeki ve yaratıcı olursa olsun insan zihni, beyin faaliyetleri üzerinde direkt kontrol sahibi olamadığı için, örneğin kırmızı görme sürecinde hayati önemi olan bir sinapsın hareketini kontrol edemedeği için, sürecin işleyişine asla bilgi birikimiyle vakıf olamaz.” yani teknik imkansızlıklar konumuzla alakasız bir teferruat oluyor, otonom beyin faaliyetlerinin erişilemez yapısı değil fizikalizm eleştirisi ile savunulan. bu faaliyetler erişilebilir ve etkilenebilir olsa idi bile kırmızıyı bilmek deneyimden bağımsız mümkün olamazdı deniyor. dolayısıyla mevzuyu düşünürken düşülebilecek en büyük tuzak “ulan ne kadar düşünürsem düşüneyim kırmızıyı görmeden kırmızı görmenin nasıl bir şey olacağını tahayyül edemem ki” deme eğilimi oluyor, çünkü bir, sen mary kadar zeki değilsin, iki mary’nin sırf bu aciz insan anatomisi sebebiyle sahip olduğu fakat beynine doğrudan erişimi olmadığı için kullanamadığı onlarca (hayır binlerce) bilgiyi kullanamıyor olmasını görmezden geliyorsun, aslında bildiklerinin çok küçük bir bölümünün ona pratik yararı olduğunu unutuyorsun ve üç, tüm bu insan acziyetinin sınırlarına bakıp “dolayısıyla kırmızıyı görmeden bilmek mümkün değildir” diye ziyadesiyle solipsist bir sonuca varıyorsun. açıkçası ben de hiçbir insan evladının asla ve kata yalnızca hararetle düşünmek suretiyle kırmızı görme deneyimine vakif olabileceğini sanmıyorum. ama “düşünmek” neden cephanemizde olmasına izin verilen “tek” silah olsun ki, insanoğlunun elindeki tek silah olduğu için mi? deneyde gösterilmesi amaçlanan mary’nin sadece düşünerek kırmızıya ulaşmasının mümkün olmadığı ise bu en fazla mary’nin (ve tabii tüm insanlığın) aptal ve aciz olduğunu gösterir, öznel bilginin içkin yapısının erişelemezliği hakkında bize bir şey söylemez. yani mary’nin içler acısı fizyolojisi onu bir açmaza sürüklüyor ama bu bir düşünce deneyi ve biz bu açmaza takılmak zorunda değiliz. çünkü burada esas sorgulanan maymundan türemiş mary’nin kırmızı görmenin nasıl bir şey olduğunu kırmızıyı görmeden anlayıp anlamayacağı değil, kırmızı görmenin nasıl bir şey olduğunu kırmızıyı görmeden anlamanın önünde “teorik” bir engel olup olmadığı. pratik zorluklar bizi ilgilendirmiyor yani. mary özelinde var olan pratik engel sırtlanlar özelinde de (fazlasıyla) var. sırtlanlara bakıp “eh bir sırtlan daha qualia’nın ne olduğunu anlamayı ve anlatmayı beceremez, dolayısıyla tabii ki onun (ve herkes) için kırmızı bilgisi deneyimden bağımsız olamaz” demek ne kadar mantıklı ise mary’nin özelinden bu sonuca varmak da o kadar mantıklı. yetersizlikler üzerinden tümevaracaksak niye uğraşıyoruz ki mary’yle falan, bir sırtlanı beş dakika incelemek yeterli olacaktır bu sonuca varmak için..

    mevzunun asıl vurucu noktası olan bu durumu sadece fizikalizm karşıtları atlamıyor, paul churhland’de örneğin bu düşünce deneyinin saçma olduğunu, çünkü mary’yi hayatı boyunca renklerden mahrum bırakmanın beynin rengi işleyen bölgelerinin normal gelişimini engelleyeceğini, böylece hücresinden çıkan mary’nin, bu zaafiyeti sebebiyle, kırmızı hakkındaki tüm mekanizmalara vakıf olamayacağını savunmuş. bu tezi destekleyen teoriler gerçekten de mevcut, o’regan ve noe isimli iki zat “görmek öğrenmektir” ana fikirli, churchland’inkine benzer tezler ortaya atmışlar (http://seis.bris.ac.uk/…lajb/blackmore_poster_html/). fakat bu teori doğru ise bile, sadece esas sorumuzun cevabı için insanoğlunun deneysel yollarından birini daha tıkamış oluyor, üzerine soru hakkında çıkarımlarda bulunabileceğimiz bir yapı sunmuyor. bu (veya başka olası) engellerin pratikte değil teoride bir engel teşkil ettiği gösterilmediği sürece amaçlanan sorgulamanın dışında tutulması gerektiğini hatırlamak önemli.

    tedavüldeki en ateşli fizikalist olan dennett ise benim kadar mütevazi değil, o esaslı bi düşünme sürecinin ardından mary’nin pekala kırmızıyı tahayyül edebileceğini söylüyor. aslında söylediği tam olarak bu değil, daha ziyade karşı tarafa “eğer mary gerçekten de kırmızıyı asla görmeden bilemeyecekse bile, bunun savunusu “bilemez kardeşim, göz var izan var akıl var mantık var” şeklinde olamaz, formel argümanlarla bu savınızı ispatlamak sizin yükümlülüğünüzde. var mı öyle dededen kalma kabüllerle felsefe yapmak?” demeye getiriyor ve şu hayali diyalogta mevzuyu güzel özetliyor:

    gelenek: ne demek istiyorsun? mary bunu nasıl yapabilir ki?
    dennett: kolay olmadı. tam 4765 adımlı bir ispatla bu sonuca vardı. (o da sadece kırmızı için.. kırmızının nasıl gözükeceğini ispatladıktan sonra yeşil için sadece 300 adımlık bir ispat yapması gerekti. ondan sonra da diğer renkler bu kanıtların uzantısı olarak görece kolay bi şekilde ispatlandı.)
    gelenek: kafadan atma! böyle kanıtlar yok.
    dennett: bu bir düşünce deneyi, tabii ki pek çok şeyi kafamdan atabilirim. böyle kanıtlar olmadığını ispatlayabilir misin? mary’nin renkler hakkında tüm bildiklerinden, renklerin nasıl gözükeceğini bileceğini varsayarak kanıtlanmış hangi gerçeği veya prensibi ihlal ediyorum?
    gelenek: bak. bu gayet açık. bir rengi görmeden onun nasıl bir şey olduğunu anlayamazsın.
    dennett: ilginç bi şehir efsanesi.. al sana başka bir efsane: aynı andan geğirir hapşırır ve osurursan ölürsün. ikisi de bana mantıklı geldi, ama ikisinin de herhangi bir bilimsel dayanağı var mı?

    gerçekten de tarih itibariyle yok, buradan mitbastırsı efenim göreve çağırıyorum.. tabi tüm bunlar bir fizikalizm savunusu değil, bir anti-fizikalizm eleştirisi. yani hedeflenen karşı tarafın argümanlarının zayıflığını göstermek, tüm bunlardan “dolayısıyla fizikalizm doğrudur” sonucu çıkmaz. şu ana kadar olan şu: birileri dünyadaki tüm kedilerin beyaz olduğunu iddia etti, neden diye sorduğumuzda da “görmüyo musun etrafındaki her kedi beyaz” dedi, biz de (hiç görmememize rağmen içten içe siyah kedilerin varlığına sıkı sıkıya inansak da şimdilik sadece) “olsun, etrafımızdaki tüm kedilerin beyaz olması tüm kedilerin de beyaz olduğu anlamına gelmez, bu bir ispat yöntemi değil. eğer tüm kedilerin beyaz olduğunu düşünüyorsan bunu formel yöntemlerle ispatlamak senin yükümlülüğünde” dedik. bununla da kalmadık “al bak gri kediler için kanıt teşkil edebilecek sonuçlar var elimde, bu kıyağımı da unutma” dedik. (not: mary’nin fikir babası olan frank jackson’da bu argümanlar ışığında fikirlerinden vazgeçip fizikalizme geçiş yapmıştır. (bkz: adamın diyo))

    ben açıkçası bundan daha ileriye gitmeyi düşünmezdim, çünkü savunmada olmak her zaman iyidir. ortaya atılan tezin doğruluğunu ispatlama yükümlülüğü* şu haliyle karşı tarafta ve benim pozisyonum şu an için yeterince güçlü. aleyhimde kanıtlar birikmeye başlarsa bu kadar pasif kalamam ama şimdilik rahatım, öyle kanıtların var olduğuna dair bir belirti bile yok. bir ateistin tanrının yokluğunu ispatlamaya çalışması gibi bir şey olurdu bu, inananlar lehte makul tezler sunana kadar ateistin duruşunu korumayı yeterli bulması, bir ispat telaşına kapılmaması gayet doğal. (aslında bu qualia savı o kadar zayıf ki, böylesi bir çaba o kadar da fuzuli olmayabilir. dennett’in anekdot olarak laf arasında verdiği bazı örnekler var ki, adamakıllı geliştirilip argüman formatına sokulsa başlı başına yıkıcı etki yapacak kadar iyiler qualia savına. örneğin bakın bu parantezi kapamadan bir tanesini özetleyeyim görün, ki çok var bunun gibi. mary, bir gün hücresinde otururken, tamamen kozmik bir tesadüf sonucu, kırmızı bir gül görmüş olsaydı gireceği beyin durumuna girmiş olsun. [ben olsam inadına “kırmızı deneyimi hakkında her şeyi bildiği için, kocası dahi mühendis gary’nin yardımıyla yaptığı ve adını ‘instant-red-disposer’ koyduğu kasketiyle ilgili kırmızı deneyimi durumuna girer” der karşı tarafı iyice çıldırtırdım] yani kırmızı gören mary’nin beyninde ne olacaksa, kırmızı görmeden olsun, kırmızı görme deneyimini sağlayan tüm nöronal bağlantılar istisnasız bir şekilde aynen kırmızı deneyiminde kurulacağı şekliyle kurulsun. ne oldu şimdi? büyük gün gelip test edilmek için odasından çıktığında önüne konan onlarca renk arasından kırmızıyı gösterip “evet, kozmik kaza anında gördüğüm buydu.” dememesi için bir sebep görüyor musunuz? deneyimlediği “fason” kırmızı ile “hakiki” kırmızı arasındaki fark nedir?) dennett ise “what robomary knows” makalesiyle (http://ase.tufts.edu/…stud/papers/robomaryfinal.htm) cesur bir hamlede bulunuyor ve burden of proof’u bir anda üzerine alıyor. burada önce mary’ye inancının hala ilk günkü kadar taze olduğunu (açıkçası yine teorik itiraza yer bırakmayacak şekilde diyeceğim, okuyun kendiniz karar verin.) belirttikten sonra, mary’nin biyolojik sınırlarının bize bu düşünce deneyindeki yaptırımlarından kurtulmak için robomary adlı bir robot hayal ediyor ve en zor şartlar altında bile (zor şartlar: bilgisini kullanmasının onlarca yolunun yasak sayılması, hile olduğu gerekçesiyle. örneğin mary için de, kapalı gözünü ovuşturarak phosphene etkisi ile renk deneyimi yaratması hile sayılıyordu ve yasaktı. makul bir yasak.) belleğindeki tüm bilgilerinin yardımıyla kırmızıyı görmeden, görme deneyimini yaşayabileceğini gösteriyor. biraz riskli bir girişim, çünkü robotların deneyim sahibi olmalarının önünde teorik bir engel olup olmadığını henüz bilmiyoruz. ama makalede de değinildiği gibi, böylesi bir engel olduğu yönünde henüz tatminkar bir tez sunulmuş değil, sunulana dek yasal bir düşünce deneyi bu. artık net olarak anlaşılmıştır heralde benim tek derdim, pratik zorluklar bizi var olmayan genellemelere itmesin, teorik bir açmazda mıyız, onu sorgulayalım. aciz mekanizmalarımız yüzünden asla mevzubahis testi geçemeyebileceğimizi zaten kabul ediyorum (dennett’ten de bu noktada ayrılıyorum, o “du bakalım, mary’den de ümitliyim ben” diyor), ama testi geçemiyor olmamızın sebebi qualia’nın içkin yapısı olmadığını, bu testin o sonucu, tanım gereği, vermeyeceğini söylüyorum.

    hemen eleştirilere bakıyoruz. dennett’in robomary’sinin kritiğini yaptığı “what robodennett still doesn’t know” adlı makalesinde (http://ase.tufts.edu/cogstud/papers/beaton2.htm) michael beaton özetle “eyvallah, robomary testi geçmeye çok çok yaklaşmış olabilir (bak kesin geçer demiyorum) ama al ben de bir robodennett yaptım, hem robodennett mary’yle senin robomary’ine kıyasla daha layıkıyla benzeşen bir örnek, onun testi geçemeyeceğini gösterdim, nolcak şimdi?” demiş.. yahu.. iyi de güzel kardeşim, bak bir de ödül kazanmışsın bu yazınla, amaçlanan tam da bu ki zaten! mary ile bir analoji kurmaya çalışan kim, alelade bir tasarım mary, unut onu. mary’nin renk alıgısı değil ki sorgulanan, “renk algısı” fenomeninin fizikalist zeminde açıklanıp açıklanamayacağı.. robomary’nin deneyim sahibi olması fikrine karşı çıkıyo musun, çıkıyorsan anlarım? hayır, çıkmıyorsun. bilgi külliyatını kullanma yöntemlerine bir itirazın var mı, hile hurda var mı? yok. kanıtlanmış herhangi bir kuramın ihlal edildiği fikrinde misin? hayır. peki kritik soru, robomary’nin testi geçtiğini düşünüyor musun? belki. ne güzel işte! birileri “belki” siyah bir kediyi getirdi koydu önüne, birazcık daha dikkatli analiz edilirse muhtemelen “belki” olacak sana kocaman bir “evet!”, meşhur testi başarıyla geçen ilk sistemle tanışmış olucaz, siyah kedimizin başını okşuycaz. derdinin insanoğlunun bir şekilde farklı olduğu ve testi başarıyla geçen bir robotun insan deneyimleri hakkında fikir vermeyebileceğini (bu yüzden mary’ye yakınsayan bir robodennett yarattığını ve çıkarımlarını onun üzerinden yapmaya çalıştığını) ima etmek olduğunu sanıyorum. ama bulunacak ilk siyah kedi ile bu (zaten halihazırda temelsiz) fikrin savunucusu olmanın iyice zorlaşacağını eminim kabul edersin. kucağındaki siyah kediye bakıpta “aslında tam da siyah gibi değil be” demeyecek olduğunu ummak istiyorum.

    mary’den bu kadar bahsettiğimiz yeter, bize yeterince perpektif kazandırmıştır şimdiye kadar. konunun tam kalbine isabet etmese de anekdot olarak da değerlendiremeyeceğimiz bir konu da olayın evrimsel boyutu. hatta tüm qualia tartışması en nihayetinde dönüp dolaşıp görme eyleminin (ve duyma, ve tat alma, ve dokunma, ve koklama eylemlerinin) varsa içkin yapısının evrimsel açıklamasına dayanmalı bence. böylesi bir teori dualist bir açıklamanın olası yaptırımlarından muaf olmayacaktır elbette ama eğer yeterince açıklayıcı ise occam’ın usturasını devreye sokabileceğimiz kadar tatminkar olacaktır. bu iş için de stephen jay gould’un tabiriyle “kökten darwin’ci” dennett’den daha uygun bir aday olamazdı heralde. açıkçası herkesin gözünün içine bakan darwin’ci bir açıklamayı (her ne kadar temelleri kendisine ait olmasa da) consciousness explained’inde kanımca tartışmaya yer bırakamayacak şekilde göstermiş ve bir matematikçiye orgazma ulaştıracak akıl yürütme silsileleriyle adeta grand slam yapmış.* özetle şöyle:

    renk nedir? kırmızı bir gül neden kırmızıdır? gülde kırmızılığa dair içkin bir özellik mi var ve bu yüzden mi kırmızı gözükür? yoksa “kırmızılık” bakan gözde midir? meşhur soru bu ve felsefi zeminde tartışıp da mevzuyu neticelendirmek mümkün değil, o yüzden biz darwinci açıklamayı irdeleyelim. kırmızı neden evrilmiştir? veyahut kırmızı dediğimiz şey neden “kırmızı” olarak evrilmiştir? kırmızının evrilmesi de ne demek? dennett’in (aslında charles darwin’in tabii) buna verdiği yanıt en benim diyen şairin şiirinden daha şairane, dolayısıyla anlatımım kifayetsiz kalır, bünyenizde hak ettiği etkiyi yaratmazsa suç benimdir, alın kitabı bir de orijinalinden, etkisini iyice idrak edene kadar yazarın akıcı üslubundan tekrar tekrar okuyun. (sf. 376-383)

    evrimin bazı basit kuralları var. örneğin fayda sağlamayan ara kademeler bulunmaz evrimde, sürecin her aşamasında elde olanlar organizmaya (daha doğrusu ilgili gene) mutlaka bir fayda sağlar, fayda sağlamıyorsa elenir. bu yüzden çok hücreli organizmalar örneğin tekerleğe sahip olacak şekilde evrilmemiştir, çünkü her ne kadar tekerlek hayatta kalmaya olağanüstü faydalı bir tasarım olurduysa da, tam randımanla çalışan bir tekerleğe varana kadar geçilmesi gereken süreçte ara kademeler doğal seçilim için, maliyeti kurtaramayacak kadar masraflıdır. evrim öngörü veya tasarruf bilincinden yoksun kör bir süreç olduğu için de eldeki çeşitliliği en optimum şekilde kullanmaktan başka şansı yoktur. bunun tersi de doğru, yani faydası bariz olan özellikler doğal seçilim tarafından bilhassa desteklenir. örneğin aslında son halinin mekanizması tekerlek muadilinden daha karmaşık olan göz, ara kademelerinin de (örneğin lenssiz bir gözün) hayatta kalmaya katkı sağlaması “ve” mükemmel göze ulaşmak için atılacak adımların masrafı amorti edilebilecek kadar küçük olması sebebiyle yeryüzünde birbirinden bağımsız olarak yanılmıyorsam 40 küsür kere sıfırdan evrilmiştir. yani ne ka ekmek o ka köfte, eldeki malzemelerin işlevselliği mühim, bunu unutmayalım. geçmişe dair fikir yürütürken bugünün şartları üzerinden çıkarımlar yapmak, darwin’i pek çok açıdan yanlış anlamış olmak demektir. ara durumları, kendi işlevsellikleri üzerinden değerlendirmek gerekiyor. şu an “yüzde 10 göz” diye tanımladığımız primitif göz, kendi döneminde “yüzde 100 göz”dü, 2000’li yıllara gelindiğinde verimliliğini 10 kat arttıracağını bilmiyordu. tıpkı atıyorum 1000 yıl sonra bi olasılıkla “yüzde 99” göz olarak tanımlanacak olan mevcut gözümüzün şu an “yüzde 100” göz olması gibi. buna dönücez.

    darwin’ci açıklamaya göre deneyimler, deneyimleyenden bağımsız olamaz, diyor dennett. ve deneyimin kendisi de deneyimleyen kişiyle birlikte evrilmiştir. deneyimleyenin deneyimi ayırt eden, kalıpları tanıyan mekanizması olmadan, o deneyimden bahsetmenin bir anlamı olamaz. ikisi birbirleriyle uyuştuğu ölçüde tanımlanabilir olur. zor bir fikir bu ve “aha filozofun saçmalama hakkını kullandığı yere geldik” dediğinizi duyar gibi oluyorum. halen bilim sınırları içersindeyiz müsterih olunuz. bi örnek yardımcı olur bu noktada. soğuk savaş dönemi amerika’sında iki amerikalı ruslara casusluk yapmaktan yargılanıyor ve idam ediliyor. duruşmalar sırasında ilginç bir şifre yöntemi geliştirdikleri ortaya çıkıyor. elebaşları, bir şekerlemenin karton paketini eliyle yırtıp birer parçasını iki ajana veriyor. ajanlar buluştukları zaman bu parçaları karşılaştırıyorlar ve eğer parçalar mükemmel bir şekilde uyuşuyorsa doğru kişiyle konuştuklarını anlıyorlar (benim ajanların birisinin kafasına odunla vurup elindeki kartonu alıp buluşmaya gitmemi ne engelleyecek onu çözemedim, belki de bu şekilde yakalandılar) bu iyi bir şifreleme yöntemi çünkü elle yırtılmış bir karton parçasının tıpatıp uyuşacağı sahte bir karton imal etmek hemen hemen imkansız. burada konumuzla benzeşen nokta deneyimleyen ve deneyimin birbirine olan ihtiyacı. ajanlardan birinin elindeki karton parçası, ancak diğer tarafta da kıyaslayabileceği bir karton parçası varsa anlamlı olur, tek başına hiçbir anlam ifade etmez. her parça böylece bir “kalıp tanıma mekanizması” olmuş oluyor, karşı tarafın elindeki de bir “kalıp”. insanın (ve diğer türlerin de) renk ayrım sistemleri benzer prensipler sonucu evrilmiştir.

    herhangi bir tür için, henüz her şeyin başlangıç aşamasındaki kadar asgari karmaşıklıkta olduğu ilk zamanları düşünün. görme mekanizmaları henüz yeni yeni gelişiyordu ve çevresinde bu türün kendisini görmesiyle avantaj sağlayacak türler vardı. misal böcekler. böceklerin bitkilere ihtiyacı vardı, bitkilerin de tozlaşmaya. böceklerin görme mekanizmaları (kalıp tanıma mekanizmaları) bitkilerin renkleriyle (kalıp) birarada, birbirlerini kollayarak evrildi.* iki türün de işine yarayan mantıklı bir yöntem. yani hayatta kalmanızın ve üremenizin kritik olarak bağlı olduğu diğer organik yapıların (dennett kitapta inorganik yapıların etkileri için de soru işareti bırakıyor ama önemlerinin anekdotal olacağını ima ediyor) çıkarlarıyla sizin çıkarlarınızın kesiştiği noktaya doğru birlikte evrilmiş oluyorsunuz.

    böylece çevrenizdeki diğer canlılarla birlikte (gerçek anlamda birlikte) bir kalıp tanıma makinesi haline geliyorsunuz. örneğin insanlar özelinde kırmızıyla yeşili ayırt etme yeteneğine kavuşuyorsunuz, etrafınızdaki seçilim baskısı uyarınca. ve bir sebepten dolayı bu ayrıma bir kez vakıf olunca, örneğin kırmızı ve yeşil zümrütü de birbirinden ayırdedebiliyor oluyorsunuz, zümrüt kalıbını tanımanın evrimsel hiçbir faydası olmadığı halde. güzel bir bonus olmuş oluyor bu, tamamen tesadüfi bir bonus (zümrüt yeşil ve kırmızının ayrımını yapanla aynı ayrımcı beyin durumlarını kullandığı için tesadüfi. kabaca aynı dalga boyunda oldukları için de denebilir ama tam doğru olmaz bu). üzerine doğru gelen bir kaplanın sarı olduğunun farkına varan ilk atamız, bir de bakıyor ki, kendisine hiçbir seçilim baskısı yaratmayan dolayısıyla evriminin yönünde, hızında vs. etkisi olmayan “x” de sarı gözüküyor. fizik kurallarının zorunlu kıldığı güzel bir ikramiye..

    yani “önce renkler vardı da, türler gelip bu renklere en uygun olacak şekilde adapte oldular” fikri yanlış. her tür bir kalıp tanıma mekanizması geliştirdi ve bir de etkileştikleri türler için kalıp. daha ziyade olan, ilk başta zeminlerin çeşitli ama basit (şu anki gözler için basit!) yansıma özellikleri vardı ve renkleri algılamak için çok basit kalıp tanıma mekanizmaları vardı (ilkel fotopigmentler gibi). doğa ana da bu ilkel materyallerden karmaşık, karşılıklı etkileşmeyi zorunlu kılan (ajanların kartonu gibi) bir “kalıp tanıma-kalıp” ikili mekanizması meydana getirdi. tüm bu karmakarışık süreçte oluşan dizayn sonucu sahip olduğumuz (görsel) ayırt etme mekanizmalarına da biz insanlar artık “renkler” diyoruz.

    yani tüm bunlar insan ortaya çıkmadan önce kırmızının var olmadığı anlamına mı geliyor? ayynen o anlama geliyor. ontolojik olarak değil ama epistemolojik olarak. şu an anladığımız anlamda kırmızı insanla birlikte ortaya çıkmıştır. bunu “ormanda düşen ağaç ses çıkarmaz” mistisizminden ayırmak lazım, söylenen bu değil. ormanda düşen ağaç, biz gözlemciler o düşüş ile çıkan sesin özelliklerini bildiğimiz için ses çıkarır. o sesin çıktığını bilmek için düşen ağacın yakınlarında olmanız gerekmiyor, düşen herhangi bir ağaçtan çıkan sesi diğer seslerin bulunduğu arka plandan ayırt edecek ve uygun beyin durumunu icabında aktive edebileceğiniz için o ses gerçekten çıkmış oluyor, deneyimleyen kimse olmasa da.. şimdi burada insan eğilimlerinin ve hayatta kalmak için attığı adımların kırmızıyı “yarattığı” söylenmiyor, aman. elektromanyetik radyasyon fizik kuralları uyarınca hep vardı. fakat insanın (veya gözün diyelim) ortaya çıkmasıyla bu aralığın, bizim şimdi kırmızı dediğimiz ögesi, bir temsil imkanı buldu ve hakkında söz edilmeye hak kazandı. şu anki teknolojimiz ile göremediğimiz kızıl ve mor ötesi alanların tamamına haiz olduğumuz için kırmızının insanlar ile (ve kırmızıyı bizle aynı şekilde deneyimleyen hayvanlarla) anlam bulmuş olması saçma bir fikir gibi geliyor ama bu idrak yeteneğinin kırmızının ayrımına giden evrim sürecinde rol oynamadığını hatırlamak lazım, kırmızıya anlam atfettikten çok sonra onun hakkında soru sormaya başladık, elektromanyetik radyasyonun uç noktalarını keşfettik. ara kademelerin fonksiyonelliğini anlamak bu yüzden önemli, gözünün yapısı bizden çok farklı olan ve kırmızıyı ayırt edecek mekanizmaları olmayan (bugünkü renk körlüğü benzeri) ilk organizmaların kelime hazinelerinde kırmızı diye bir kelime olamazdı, dolayısıyla bir kırmızı quale’sinden bahsetmek anlamsız olurdu. kırmızının beynimizde bıraktığı fiziksel etki, tam da o insan beyniyle anlam kazanan bir şey olduğu için insanın varlığından önce kırmızının varlığından bahsetmek anlamsız oluyor. insandan önce de gün batarken renkler oluşuyordu, ama sadece biz şu andan geriye bakarak yorumda bulunduğumuz için o zamanki gün batımının da kırmızı olduğunu düşünüyoruz (gavur hindsight diyor, retrospect diyor), o an yaşayan organizmalar, göz anatomileri nedeniyle, içkin bir kırmızılık quale’i deneyimlemiyolardı. bu quale bizimle anlam kazandı ve bizim “dispositional states”imizden ve ayırt etme yeteneğimizden* başka bir şey değil bu deneyim.

    “kırmızı ne kadar ilginç bi şey, acaba bu gül neden kırmızı?” demek “bu dennett nasıl böyle şeyler yazıyor, acaba nasıl aklına geliyor bunlar?” demekle aynı şey. tüm bunlar dennett’ın aklına geldiği için dennett’ı tanıyorsun, okuyorsun, hayranlık duyuyorsun vs. eğer ben yazmış olsaydım tüm bunları bana hayranlık duyacaktın, dennett diye birini tanımayacaktın. bu fikirlerin (herhangi birisinin) aklına gelmesinde teorik bir engel varsa bu sorgulaman anlamlı olur, yok eğer böyle bir engel yoksa, elbet birilerinin aklına gelecekti bunlar, dennett sadece kozmik piyangoyu kazandı. kırmızı da spektrumun bir elemanı olduğuna göre (aynı şekilde renk tayfı da elektromanyetik radyasyonun bir elemanı olduğuna göre), bizim bildiğimiz, sevdiğimiz, boğalarınsa sevmediği anlamdaki kırmızılığın tanımlanması için ortada teorik bir engel yok, hayatta kalmaya en uygun yöntemin baskısı ile öyle ya da böyle şekillenecekti beyinlerimizin görsel mekanizmaları, piyango şu anki haline vurdu, kırmızı algısı şu anki kırmızı görünce oluşan fizyolojik beyin durumumuz ile tanımlandı. bu kadar.

    şu örnek bence tartışmayı başlamadan noktalıyor (sf. 379), “phenol-thio-urea” adlı (ptu diyelim) bir maddenin tadı insanların dörtte birine acı gelirken kalanlarına tatsız geliyor, su gibi. tamamen genetik sebeplerden dolayı. şimdi bu halde insanoğlu ortaya çıkmadan önce ptu acı mıydı tatsız mıydı? madde aynı madde. ptu’nun tatsal quale’si nedir? acı diyen insanlar hiç evrilmemiş olsalar veya onları yarın öldürsek ve tatsızlığı tüm insanlar için bir norm haline getirsek, pdu’nun içkin* özelliği tatsızlık mı olur? ama ptu’yu tatıp acı rapor eden insanlar tanıyoruz? bu iki güruhun ayrıldığı noktalar tamamen genetik, yani fiziksel sebep-sonuç ilişkileriyle açıklanabilir farklı deneyimleri. içkin bir quale bu denklemin neresinde?

    veya senin hepsine yeşil dediğin renkleri 17 farklı renk olarak algılayan bir hayvan, yeşilin süper gizli (en azından sana gizli) alt-qualia’sına vakıf mı olmuş oluyor? veya sen köpeğin siyah-beyaz gördüğü dünyada siyah dediği şeyi onlarca renk olarak algıladığın için, köpekten (görsel anlamda) daha gelişmiş bir beyne sahibi olmaktan daha somut, daha ezici bir özelliğe mi sahip oluyorsun?

    bazı saf amerikalılar, diyor dennett, yurtdışına çıktıkları zaman bir ürünün fiyatını örneğin frank olarak duyduklarında “bunun “gerçek” paradaki değeri nedir?” diye sorarlar. onlara göre dolar diğer para birimlerden farklıdır. alışverişlerinde doları rahatça euro’ya, onu da lira’ya çevirirler, işlemlerini hiçbir fark gözetmeden gerçekleştirirler, ama içlerinden bir ses onlara doların farklı olduğunu söyler. dolar gerçek paradır. her doların kur değeri dışında fonksiyonel olmayan bir de içkin “gerçeklik” özelliği vardır. bu sav ne kadar anlamlıysa qualia savı da o kadar anlamlı. gerçek para diye bir şey yok, bir para mefhumu var ve her para aynı ölçüde gerçek ve hiçbirinin ziyadesiyle fonksiyonel olan kur değiş tokuşu dışında görevi de yok. aynı şekilde beyin durumları da sağladıkları fonksiyondan bağımsız bir içkin özellik taşımazlar, görev tanımları dışında süreci etkileyen, zenginleştiren bir fizikötesi özellik atfetmemiz için hiçbir sebep yok. “if you ‘define’ qualia as ‘intrinsic properties’ of experiences considered in isolation from all their causes and effects, logically independent of all dispositional properties, then they are logically guaranteed to elude all broad functional analysis–but it’s an empty victory, since there is no reason to believe such properties exist.”

    dennett renklerin oluşumunu bu şekilde açıklıyor ve dediğim gibi tüm bunlar qualia’nın olmadığını (yeri gelmişken tekrar hatırlatalım, qualia’nın yokluğu kırmızı deneyiminin olmadığı değil, bu deneyimin yerel beyin faaliyeti ile açıklanabileceği ve bundan daha zengin, fizikötesi, öznel bir “kırmızılık”* olgusunun olmadığı anlamına geliyor.) nihai kanıtı değil, dualist teoriler her daim aradaki boşluklardan içeri sızabiliyor. nihai kanıt da uzaklarda olmayabilir ama şu an için yaptığı en fazla “detaylıca incelenmemiş sezgilerin” detaylıca incelenmesini zorunlu kıldırmak ve iddia edilen savların daha destekli olmasını sağlamak. ama biz yine de bu noktada, nihayet bir kereliğine retorik motivasyonlarıyla değil de bilimsel sorgulama amacıyla occam ın usturasını devreye sokabilir ve sorabiliriz: tüm bunların ışığında, hangisi daha olası? erişilmez, tanımlanamaz, indirgenemez içkin bir “şey” mi, karmaşık bir ağın bağlantılarının etkileşmesinin sonucu olarak ortaya çıkan fiziksel bir yapı mı?
  • insanın kendi aklından geçeni algılaması* durumu.
    bilinç, gerçekten varolduğumuzun* tek gerçek kanıtıdır*.
  • önümüzdeki 50 yılda hakkındaki araştırmaları en yakından takip edeceğim konu. şu anda mevcut durumda bilimsel anlamda bilinç ile ilgili çok fazla yanıtsız soru var. mevcut cevaplar ise genel olarak felsefik ve/veya teleolojik.

    misal; self-awareness nedir, nasıl oluşur. geçenlerde bir makalede mesela, arasında belli bir seviyenin üzerinde iletişim olan her network'ün self aware olduğu iddia ediliyordu. nöral veya farklı, ne network olursa olsun.

    bana kalırsa ne ışınlanma, ne 3d printing, ne kök hücre. dünyayı tam anlamıyla değiştirebilecek en büyük buluşlar, keşifler kognitif bilim alanında yapılacak. bilincin sınırları ve daha da önemlisi kaynağı keşfedildiğinde bu her şeyden önce sıradan bireyin hayatını, hayatı algılayışını değiştirecek. elbette bu bir kaç gün içinde olacak bir şey değil. ama dünyanın yuvarlak olduğu söylentisinin ortaçağ kilisesini önce sarsması, sonra da bu söylentinin kanıtlanması, benzeri diğer tonla şeyle birlikte birleştiğinde, 500 yıl önceki vatikan kilisesi ile bugünkü arasındaki farkı ortaya çıkarıyor. dünya yuvarlak dendiğinde de, hatta bu kanıtlandığında da kilise bir anda yıkılmadı. ama zaman içinde gücü öylesine azaldı ki bireyler üzerindeki tahakkümü sınırlı hale geldi. (burada elbette kilisenin birey hayatındaki etkisinin azalmasını yalnızca rönesans düşüncesine bağlamak istemem, ama en önemli etken de bu değil miydi?) elbette denebilir ki; rönesans düşüncesi ile kilisenin etkisinin zayıflaması arasında 200-300 yıl var, nasıl bilinç ile ilgili fikirler hızlıca tüm zihniyeti baştan sona değiştirebilir? cevabım elbette iletişimin hızı. artık herhangi bir fikir, ortaçağda olduğundan çok çok daha çabuk yayılıyor. doğal olarak da etkisini daha hızlı gösteriyor.

    gelelim günümüze. günümüzde din, insan hayatının hala çok önemli bir parçası olmasına karşın bilimin dolduramadığı boşluklara hapsolmuş durumdadır. en büyük boşluk da bahsettiğim gibi bilişsel bilimde bana kalırsa. bir diğeri de evrenin yaradılışı elbette. ama kanımca evrenin bir yaratıcı tarafından tasarlanarak yaratılmadığı kanıtlansa dahi, bilincin dini anlamda ruh ile alakasız, bir kimyevi/fiziksel reaksiyondan ibaret olmasının ortaya koyulması karşısında etkisi tartışılmayacak derecede küçük olacaktır. bu, insanın tanrı inancını veya tanrıyı nereye koyduğunu değil, doğrudan ve baştan sona olmak üzere varlığının anlamını sorgulamasına sebep olacaktır. dolayısıyla gündelik hayatımıza en büyük etkiyi bu tarz bir keşfin yapılmasında görebiliriz.

    bunun yanı sıra bilişsel bilimi anlamak yapay zeka çalışmalarına da ciddi bir ivme kazandıracaktır. gerçi tersi de mümkün. yapay zeka çalışmaları da, insan beyninin nasıl çalıştığını anlama konusunda yardımcı olmaktadır. yine yukarıda bahsettiğim sebeplerden ötürü, düşünebilen, sizin benim gibi bir "bilince" sahip bir makine, bir yazılım üretilebiliyor olması fikri, insanları derinden etkileyecektir. dahası, işlemci gücünün geometrik artış hızı bilincin dijitalleşmesi ile birleşince tekillik ( singularity ) fikrini daha gerçekçi hale getirecektir.

    teleskopik evrim bence ancak bu şekilde yeni bir boyut kazanacak.

    şöyle bitireyim;

    atomu anlamaya çalışan bir bilim adamı; aslında kendini anlamaya çalışan bir dizi atomdur.
    ya da carl sagan'ın deyişiyle; insan, evrenin kendini tanıma yoludur. (we're made of star-stuff. we are a way for the cosmos to know itself.)

    ama! bütün, parçaların toplamından daha fazladır. yani bir dizi atom, tek tek atomların ifade edebileceği şeylerden daha fazlasıdır. peki ama bu fazlalığın kaynağı ne? neden tek tek nöronların nasıl çalıştığını anlamamıza rağmen, 100 milyar nöronun oluşturduğu bir network ve bunlar arasındaki iletişimin ortaya çıkardığı bilinci anlayamıyoruz? anlayamadığımız gibi tekrar üretemiyoruz da.

    açıkçası benim ölmeden önce öğrenmeyi istediğim en önemli cevaplar işte bu sorulara ait. ve şahsen bilimin geleceğinden de umutluyum. yani gerçekten bu cevapları bir gün alacağımı düşünüyorum. ve kısa vadeli etkileri düşük de olsa en azından uzun vadede, mesela sırf bu yüzden bile dinlerin ortadan kalkacağına inanıyorum.

    ama bu, diğer her cevap gibi kendinden daha büyük ve daha derin soruları da beraberinde getirecektir.

    ve dahası, bu soruların cevaplarını bilmek, insanı daha mı mutlu kılacaktır? bundan şüpheliyim.
  • kirmizi gormenin yahut yarasa olmanin aslen nasil birsey oldugu gibi konular, yani bilginin oznelligi konusu, dualistler lehine bir pozitif kanit saglamamakta. bu ayrimi gormek onemli. oznellik, sadece connectionismin herseyi aciklayamacagini soyler ki o da zaten pek tartisilan bir durum degil. yani bir fenomeni degisik seviyelerde inceleyerek farkli bilgilere ulasabiliriz, nasil ki fizikciler kimyaci degildir, norologlar da psikolog degildir; reductionism cercevesinde her bokun noron baglantilarina indirgenmesi bilgi kaybina yolacacaktir. tamam, eyvallah. ama buradan dualizme, ruha bilmemneye gecis yok, hala hersey materyalist. sadece materyalizm degisik seviyelerden bakarak biglilerin kaybolmasini onleyecektir, reductionisme fazla kaptirmayin deniyor.

    madem kirmizidan konu acildi, sunu da soylemeden edemeyecegim: simdi kirmizi gormenin mekanizmasini tamamen biliyoruz ama kirmiziyi tanimlayamayiz, dogustan kor birine kirmiziyi anlatamayiz. bu, "disardan ulasilamamazlik" kismi hicbir sekilde bilince, sezgiye ozel bir konum kazandiramaz. daha dogrusu, bu kavramlarin genel olarak bizim icin ifade ettiklerinin, kirmizinin bizim icin ifade ettiklerinden daha ayricalikli bir statusu yok bilginin oznelligi konusunda. ikisi de en en en temel bazda emergence'la aciklanabilecek ve uygun sartlar elde edildiginde sonsuz kez tekrarlanabilecek fenomenler sonucta. e ben olmanin, benim "ruhumun" oznelligiyle, kirmizi gormenin veya gorerek degil de ses dalgalariyla yonunu bulmanin oznelligi ayni platforma cekildigi zaman da pek oyle romantik bir mistisizme olanak kalmiyor...sevginin, sayginin, sezginin, kirmizinin, kisaca zihinsel aktivitelerin hicbiri bir otekisinden daha gizemli, daha metafizik olmuyor.
  • dün akşam bir şey tamir etmeye çalışırken parmağımı kestim. o an çok acımadı bantladım geçtim ancak gece yatağıma yattığımda baya hissettirdi kendini kesik. zaten zor uykuya dalan insanım kitlendim o acıya bir yarım saat.

    bazen böyle anlarda çok fazla yabancılaşıyorum olgulara. daha önce de bu acı denen duygunun varlığımızla ilgili önemli bir ipucu olduğuna dair çok düşünmüş hatta sözlüğe de baya detaylıca yazmıştım hatırladığım kadarıyla. aranızdan biri başlığı hatırlarsa buraya da ekleriz sonra. doğumla ilgili bir konuydu. neyse başa dönersek bilinç ve beden ilişkisi çok suyu çıkarılmış bir felsefe akçesi. yani biraz derin konuşmak isteyen hemen bu açmazı gündeme getirip döküyor eteğindeki taşı. öyle laçka ve klişe çıkarımlar yapılıyor ki artık cümle içinde bilinç geçtiğinde ön yargıyla yaklaşıyorum konuşana.

    ancak kendi kendime konuştuğum dün geceki gibi zamanlarda hala eski ilginçliğini koruyor bu olgular benim için. merak etmeyin derin gözüküp sığ bir hale getirmeyeceğim meseleyi. olabildiğince yalın fark ettiğim enteresanlığı paylaşacağım sizinle. zaten biliyorsunuz fizik üstü olduğu iddia edilen konuların tamamı benim için safsata, istesem de bulanıklaştıramam aklımdakileri.

    ne diyorduk evet yattığım yerden parmağımdaki acıyı anlamaya gayret ettim tüm gece. ben dediğim şey beynimdeki kimyasal reaksiyonların bir sonucu olsa da parmağım yaralandığını anlatmak için inanılmaz ilkel bir uyarı sistemi olan acıyı kullanıyordu.

    çok sinsi bir açık seziyorum ben tasarımda tam bu noktada. beden ve bilinç birlikte ise bir hasarın varlığının farkında olmak için kontrol edilemeyen, açılıp kapatılamayan, rahatsız edici bir duygu çok aşırı bir uyarıydı. yani eğer amaç parmağımda bir sorun olduğunu algılamamız ise acı gibi estetikten uzak bir duygu ile bu uyarıyı yapmak bana mantıklı gelmiyor bir türlü.

    insan bedenini ben tasarlamış olsaydım ve bilinç ile bedeni bir bütün oluşturacak şekilde beraber inşa etseydim. kesinlikle acı duygusunu işin içine katmazdım. bu hem aptalca hem sığ bir yöntem bana sorarsanız. hayatta kalmak için bilincin beden tarafından işkence altında tutulmasına gerek olduğunu da sanmıyorum. hiç acı olmasa da yok olma baskısı altında kalacak bilinç kendini kurtarmak için elinden geleni yapardı bana sorarsanız.

    ancak benim yabancılaştığım kadar yabancılaştırmadım henüz sizi konuya. bir an olsun insan olduğunuzu hayvan olduğunuzu unutun.

    parmağım kesik, acıyor.

    bilinç bedenden ayrı ise, ki bir noktada en azından öyle olmalı çünkü bedenimizin kendi organizasyonu ile ilişkili neredeyse tüm fonksiyonlar yine kendisi tarafından hallediliyor. böbreklerimizi kendimiz kontrol etmeye kalksak üç gün hayatta kalamazdık hiçbirimiz. özellikle ben hangi organı ne seviyede nasıl çalıştıracağım diye düşünürken kesin bir şeyleri unuturdum.

    bu durumda şu çıkarımı dikkatli dinlemenizi istiyorum. bilinç bedenden ayrı ise beden bilinci çok ilkel ve salak bulmakta bana göre. çünkü bedenin bilinç ile iletişimi hasar durumunda bile acı ile işliyor. acı gibi kaba bir uyaran zeka gerektiren böylesi bir iletişimde kullanılacak şey değil. çünkü en temelinde acı sorunun kendisini tarif etmiyor sadece bir sorun olduğunu ve acının şiddetine göre tepki vermesini salık veriyor.

    halıya sıçan köpeğinize gazeteyle vurmanız gibi bir şey bu en nihayetinde. normalde zeki iki varlık iletişim kurarken şöyle bir sorundan ötürü şöyle bir çözüm gerekli şeklinde iletişim kurar. ancak beden ile bilinç arasında anlamsız bir rahatsızlık verme seansı var.

    bedenin bütünlüğünün hasar aldığı durumlarda yaşananları şematize edersek çoğunlukla mekanik sistemin bilinçten daha zekice hamleler yaptığını görüyoruz. tüm karmaşık moleküler süreçlerde bilinç arka planda salak yerine koyuluyor hatta.

    yaralanma durumunda acı bizi sadece sorunun kaynağından uzaklaştırmak ve hasar tespiti hakkında bilgilenirmek için kullanılıyor ve gerisi bedenin evrimsel makinesi tarafından çözümleniyor. biyolojik bir "sıçtın gül gibi makinenin ağzına sikir git biz sorunu çözerken daha da karıştırma ortalığı" mesajı aslında acı.

    böyle düşünmemim bir diğer sebebi acının süren bir şey de olması. çünkü eğer bilinç ile beden eşit seviyede bir ilişki içinde olsa. hasarın tespiti ve olay mahallinden uzaklaşılması ardından acının artık bir hükmü olmayacak biz de acı mekanizmasını kapatabiliyor olacaktık. oysa acı bazen saatlerce sürüyor. hasarı biliyoruz tedavi için yardım da alıyoruz ancak acıyı kapatmanın kontrolümüzde olan bir tuşu yok. beden bilincimize dolaylı bir yoldan "yaptığın şeyi bir daha yapma" demeye çalışıyor sanki. rahatsız ol ki tekrar etme.

    ancak bu da çok kaba bir eğitim yöntemi.

    öte yandan tüm yazı boyunca yanlış anlaşılması muhtemel bir alanı da çok deşeledim farkındayım o nedenle ona da açıklık getirmek istiyorum. beden tüm bu faaliyetleri bir kararın neticesinde yapmamaktadır. evrimsel süreçler bilinçli kararları değil hızlı sonuç alan makineleri üretirler. yani yazı boyunca bahsettiğim iletişim aslında insan bilinci ile milyar yıllık canlı evrimi arasındaki bir iletişim aslında.

    acı sayesinde canlılığın milyar yıllık sofistike makinesi ile insan bilinci arasında bir iletişim yaşanıyor bunu anlatmak istiyorum. bunu düşünmenin bende yarattığı heyecanı da hissetmenizi istiyorum açıkçası.

    özetle söylemeliyim ki canlılık makinesi bizi salak görüyor hatta aşağılıyor benim anladığım kadarıyla ve bunda da baya haklı. şu koordinatlardaki hücreler ve onların oluşturduğu dokularda ciddi bir sorun var çözüm için uyarılması gereken epitel kök hücreler şunlar. uyarım için gerekli olan sinyal moleküllerini üretip lütfen kan dolaşımına salın diye bir mesaj iletilse ben bedenimle daha makul bir iletişim içinde olduğumu düşünürdüm açıkçası ama düzen öyle değil görüyorum ki.

    hatta ideal düzende bunları düşünmezdim bile bence. bedenimi oluşturan her bir parça benim kontrolümde olduğundan elimi kolumu kaldırır gibi tüm bedenimdeki en ufak molekülü bile hisseder anlar yönetirdim sorun çıktığında. bedensel varlığımın yüzde birini kontrol edip kalanı için gazeteyle dövülmek ve hatta hiç sallanmamak benim zihnimde yeni kapılar açıyor doğrusunu söylemek gerekirse.

    belki de biz bilinç olarak, çevreye uyum sağlama becerimiz nedeniyle, canlılık makinesinin kullandığı işe yarar araçlarızdır. beden ile mutualist ilişkimiz zamanın bir noktasında başlamış ve sonradan unutulmuş bile olabilir.
  • gerçekte tek bir bilinç mevcuttur. tüm varlıklara yaygın ve o varlığın kabiliyeti oranında onda açığa çıkmış olan bu tek ve mutlak bilinçtir.

    mutlak bilincin yerel uzantısı, zaman içinde açığa çıktığı varlık ve onun dar çevresinde kayıt altına girmeye başlar. bilinç o noktada açığa çıktığı varlıkla tam olarak bütünleştiğinde ve sınırlandığında, artık ego veya nefs dediğimiz yapı ortaya çıkmış olur.

    ego, bütünden veya özünden ayrı düşmüş, özüne yabancılaşmış yerel bilinçtir. tasavvufun konusu ise kısaca bu bilinci tekrar özüyle buluşturmaktan ibarettir.

    ancak bu buluşma süreci hiç de kolay değildir. zira ego asla pes etmeden alan savunması yapar. onu mağlup ettiğinizde pes etmez. mevziyi bir adım geri çeker ama yine savaşmaya devam eder. son nefesine kadar ölmemek için direnir. o yüzden özüne tekrar dönebilen yerel bilinçler çok çok azdır.

    diğerleri yerel ve ayrıksı bilincin dünyasında yaşamaya devam ederler. mutluluk, zevk, haz denilen şeyler de esasen fizik bedenin refahına dönük şeylerdir. sahte ve aldatıcı zevklerdir bunlar. fizik bedenin ömrü kısadır çünkü. o geldiği toprağa geri döndüğünde, yerel bilinç sap gibi kalır ortada.

    artık ne fizik bedeninin alıştığı dünyasında yaşama imkanı, ne de özüne geri dönme imkanı vardır. özüne geri dönebilse sonsuz sınırsız güçlere sahip olabilecekken, sırf dünyadaki deneyimi yüzünden içine girdiği bilinç hapishanesinden çıkamamaktadır ve çıkmasına da imkan kalmamıştır. zira bilincin özüne geri dönebilmesi için her aşamada antitezlerle yüzleşmesi gerekmektedir. dünyanın çatışmalı ve zorlu ortamı bu türden bir gelişim için biçilmiş kaftandır. ne yazık ki, fizik bedenini kaybettiği için dünya deneyimi son bulmuştur.

    kendini önce fizik bedene sonra da o bedenin çevresine endeksleyen bilinci onlardan koparmak kolay değildir. dikkat edin, tüm dünyamız bu ikisi üzerine kurulmuştur. önce bedensel refahımızı sonra dahil olduğumuz çevreyi düşünürüz.

    statü, insanlar arasında saygınlık, itibar, şöhret, arkadaşlık çevresi; değişik örgütlere, teşkilatlara, tarikatlara, derneklere üyelik vs. hepsi bilinci özüne dönmekten alıkoyar. en ironiği de sanırım tarikat üyesi olmanın da bilinci özüne dönmekten alıkoyduğu gerçeğidir.

    not: tarikat üyesi olmanın bilinci özüne dönmekten alıkoyduğunu söyledim ya, şimdi soru yağmuru ve itirazlar başlayacaktır. ne demek istediğimi anlayan anlar. anlamayana da izah zaten boşa nefes tüketmek olur. o yüzden soru falan sormayınız.
  • bilincle ilgili onemli dusunce deneylerinden biri, dogumundan itibaren tamamen siyah beyaz bir odada buyuyen, bu sirada da gormenin tum fiziksel, norolojik surecini ogrenmis, fakat hayatinda hic renk gormemis hanim kizimiz mary'nin hikayesidir. mary degisik renklerin beyindeki etkilerini fiziksel olarak bilmekle birlikte, ornegin hayatinda hic kirmizi renk gormedigi icin, odadan cikmadikca kirmizi gormenin nasil bir his/sey oldugunu bilemeyecektir. buradan cikaralicak sonuc bilinc'in salt materyalist bir sekilde aciklanamayacagidir der fenomenciler ve dualistler. mary gorme ve beyin hakkinda ne kadar cok sey bilirse bilsin, gercekten kirmizi renk gormedikce bilgisi hep eksik kalacaktir. nesnel fiziksel yaklasim bilincin oznel yonunu hicbir zaman tam olarak aciklayamayacaktir.

    bir diger dusunce deneyi ise, bir yarasa olmanin nasil birsey oldugu uzerinedir. malum yarasa hayvani sonik gorme yetenegine sahip oldugu icin, bu sistemin nasil calistigini tamamen ogrensek bile, bir yarasanin oznel olarak dunyayi nasil algiladigi bilgisini buradan cikartamayiz. der bir kisim feylesof ve bilim adami.
hesabın var mı? giriş yap