• izlediğim onca filmi arasında kötü filmine denk gelmediğim büyük yönetmen. komediden drama, gerilimden aşk filmlerine her türün altından başarıyla çıkmıştır. filmi ne türde olursa olsun komedilere ağırlık verdiği döneme kadar hep karamsar, umutsuz bir dünya çizmiştir. bir yazar, wilder'in bu yönüyle ilgili şöyle demişti:
    "elbette wilder bütün insanların yoz ve aşağılık olduğunu söylemez. bunun için iyi bir nedeni vardır: bütün insanları tanımamaktadır!"
  • komedya sınıfının önde geleni some like it hot ve film-noir tanımını rahatlıkla yapabilecek double indemnity filmlerinin yönetmeni ve senaryo yazarı, baba adamdır.
  • 21 kez oscar'a aday olmuştur. the lost weekend'le en iyi yönetmen ve en iyi senaryo; sunset boulevard'la en iyi senaryo; the apartment'la en iyi film, en iyi yönetmen, en iyi senaryo ödüllerini kazanmıştır.
  • "en iyi yönetmen, filminde kendini göstermeyen yönetmendir." demiş olan kişi. bu sözüyle filmlerinde illâki görünmeyi seven alfred hitchcock'a mı göndermede bulunmuştur acaba?

    filmlerinden "double indemnity" film noir denilince ilk akla gelenlerdendir ama, "irma la douce" da âlem filmler kategorisinde ilk ona girecek değerdedir.
  • 84. oscar ödül töreninde michel hazanavicius tarafından üç defa üst üste teşekkür edilmiş olan sinema efsanesi.
  • filmleri arka arkaya izledikten sonra söyleyebilirim ki en beğendiğim üçüncü yönetmen olmuştur. birincisi için (bkz: martin scorsese), ikincisi için (bkz: alfred hitchcock)'tur. sinemanın en başarılı yönetmenlerinden. henüz filmlerini izlemediğim bir sürü amerikalı yönetmen var ama şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki bu adamdan sonra ortaya çıkan yönetmenlerden sadece martin scorsese'yi kendisinden daha fazla severim. kim daha başarılı tartışmasına girmeyeceğim, anlamsız bir tartışma. kendisinden sonra gelen efsane yönetmenler de mevcut deyip bu konuya nokta koyayım.

    kendisinin muhalif oluşu filmlerinden çok rahatlıkla anlaşılır. wilder'ın bu özelliği oldukça hoşuma gider. zaten scorsese'yi sevmemin de nedenlerinden bir tanesi bu. steven spielberg gibi yönetmenler amerika'yı, orduyu, adaletini aklayıp paklarken (ki hiç hazzetmem spielberg gibilerinden) scorsese amerika'nın gerçek yüzünü ortaya koyar. gangs of new york'ta amerika'yı kuranların katiller, gangsterler, çeteler olduğunu haykırır ama çoğu kişi bunu duymazdan gelir. eski filmlerinde de amerika'nın çirkin yüzüne eğilir. spielberg gibi amerika'yı aklamaya çalışmaz. neyse konumuz wilder. wilder da filmlerinde amerika'yı, toplumu, ama özellikle hollywood'u eleştirir. kariyerinin başlarında çektiği muazzam (muazzam bile az kalır bu film için) filmi sunset blvd.'de hollywood'u yerden yere vurma cüretini gösterir. ondan sonra kim eleştirebildi hollywood'u? sidney lumet gibi bir kaç yönetmen. wilder'ın sunset'te yaptığı küçümsenecek, gözden kaçırılacak nitelikte değildir.

    sunset blvd. usta senarist-yönetmen wilder hollywood'u yerden yere vurur. izleyince şaşırmamak mümkün değildi benim için. zira hollywood'un altın döneminde, stüdyoların diktatörleşmeye başladığı bir zamanda stüdyoları eleştirmek cesaret isteyen bir işti. wilder özenle yazdığı senaryosunda hollywood'un çirkin yüzlerini bir bir gösteriyor seyirciye. ve ne yazık ki aradan yıllar geçmesine rağmen hollywood'un değişmediğini görüyoruz. tıpkı wilder'ın filminde belirttiği gibi oyuncular belli bir yaşa geldiklerinde hollywood'tan silinmeye başlıyorlar. bu oyuncu kim olursa olsun aynı kaderi paylaşıyor. bir zamanlar dünyanın en ünlü yönetmenleriyle çalışan, yapımcıları peşinden koşturan, bu yapımcılara milyarlar kazandıran oyuncular 50 yaşına geldiklerinde bir köşeye atılıyorlar. yönetmenin diğer eleştirisi güzellik üzerine. hollywood'taki her aktrisin diyeceğini diyor wilder. "güzel değilseniz burada ünlü olma şansınız çok az ve her zaman ama her zaman kendinize bakmalısınız". velhasıl uzatmayayım. wilder sağlam bir şekilde eleştiriyor hollywood'u. tabi bu filminin gösteriminden sonra kendisine hain diyenlerin sayısının az olmadığını tahmin etmek mümkün. "sektöre ihanet ettin". oysa ki sektöre ihanet etmedi, sektörün yanlış taraflarını gösterdi. bunu yapabilen bir kaç kişiden birisi hala. filminde dönemin usta yönetmenlerinde erich von stroheim'i gözden düşmüş bir yönetmen karakterinde oynatır. bunu daha sonra darren aronofsky de yapar. gözden düşmüş mickey rourke'a gözden düşmüş bir güreşçiyi, gözden düşmüş winona ryder'a gözden düşmüş bir balerini oynatır.

    yönetmen bu filminden altı sene önce film noir türündeki double indemnity'yi çekmişti. bu filmden sonra sıkça izlediğimiz bir hikayesi vardı filmin. phyllis denen şeytani femme fatale, neff'i baştan çıkarır. beraber phyllis'in kocasını öldürürler. kaç yüz kere çekilde bu hikaye? peki kaç yüz kere bu şeytani kadın erkekleri baştan çıkardı? çoğu filmde wilder'ın bu eserinin etkilerini görmek mümkün. bazı yerlerde film noir'ı temellendiren film denilmiş bu film için. bundan emin değilim. ama öyle olsa da, olmasa da wilder'ın bu eşsiz film noir'ı bir sürü yönetmeni etkilediği bir gerçek. diyaloglar her zamanki gibi çok lezzetliler, zekice yazılmışlar. oyunculuklar sağlam, yönetmenlik de bir o kadar başarılı.

    ace in the hole'da yönetmen eleştiri oklarını bu kez görsel ve işitsel basına saplar. bir adam mağaradayken üstüne kayalar düşer. orada mahsur kalır. bir gazeteci oradan geçer ve haberin kokusunu alır. kovulduğu gazeteye dönmesi için belki tek şansı bu haberdir. bir haftalık bir haber serisine imza atmak ister. bu yüzden şerifi yanına alır ve adamı mağaradan doğrudan çıkaracak olan adamı tehdit edip dolaylı yoldan çıkarmalarını ister. ace in the hole etkileyici bir medya eleştirisi idi. haber, reyting, para uğruna vicdanın bir köşeye atılmasını, bunlar uğruna bir adama acı çektirilmesini, ölüme terk edilmesini eleştirir wilder. tabi toplum da bu eleştirilerden nasiplenir. adam içeride can çekişmekte, halk dışarıda panayırlar düzenlemekte, gazetelere çıkmak için birbirleriyle yarışmakta, gelip orada sirk bile düzenlemektedir. özetle etkileyici bir filmdir ace in the hole.

    stalag 17'de yönetmen savaşı, nazizm'i eleştirir ama bu eleştirileri o kadar da sert değildir. zira film komedi türündedir ve savaştan çok arkadaşlığı, dostluğu, ihaneti anlatır. yönetmenin etkileyici filmlerinden bir tanesi ama filmin başlığında da belirttiğim gibi pek sevmemiştim bu filmi. gene de "köstebek kim?" yani "kim yaptı?" sorusunu finale dek cevaplandırmadığından zevk ve heyecanla izlettiriyor kendisini.

    wilder denince çoğu kişinin aklına romantik, romantik-komediler geliyor. yönetmen gerilim filmlerinde de, polisiye filmlerinde de çok başarılıdır ama sanırım romantik, romantik-komedi türünde epey film çektiğinden bu türle anılması çok da anormal değil. wilder bu türlerde sabrina, the seven year itch, love in the afternoon, some like it hot, the apartment gibi filmleri çekti. sabrina'da zengin oğlan-fakir kız klişesi ile sınıf çatışmasını işledi. bu türde binlerce film izlediğimiz için çok etkilemiyordu. ama the seven year itch daha başarılı ve etkileyicidir kanımca. marilyn monroe ile ilk işiydi bu film. tek mekanda geçen, eğlenceli bir romantik komedi idi. gerçi filmin romantikten çok komikti. başarılı bir film özetle. love in the afternoon da çapkın bir adamla bu adama aşık olan orta gelirli bir kızın ilişkisini anlattı. sağlam bir filmdi. some like it hot'ta transseksüelliğe değindi çaktırmadan. bu filmden sonra kadın kılığına giren erkekler üzerinden komedi yapan bir sürü film çekildi. the apartment ise kanımca romantik/komik filmleri arasında en eğlencelisi ve en başarılısı idi. wilder o ünlü oklarını bu kez kadına sadece "meta" olarak bakan kişilere saplıyordu. filmdeki patronlar için kadınlar yemek yapmak, çocuklarla ilgilenmek ve erkeklerin cinsel ihtiyaçlarını karşılamaktan ötesine geçmezler. kadınları aşağılayan bu bakışı eleştirir wilder. helal olsun dedirtir.

    witness for prosecution'a gelirsem... benim en sevdiğim mahkeme ve polisiye filmlerden bir tanesi. bu türde çekilmiş etkileyici örneklerden. yönetmen agatha christie'nin romanının uyarlamasını romandan daha etkileyici kılmayı başarıyordu. diyaloglardan, oyunculuklara, müziklere kadar her şey kusursuz bir şekilde ilerler. filmin sonundaki sürpriz filmdeki avukat kadar bizleri de şaşırtır.

    özelden genele ulaşalım. wilder çektiği filmlerle ne denli kaliteli bir yönetmen olduğunu her daim kanıtlamış bir isim. özellikle muhalifliği, cesur oluşu, her şeyi eleştirmekten hiçbir zaman çekinmemesi gibi nedenlerden ötürü bu adamı çok sevdim. her türde sağlam filmlere, sağlamdan öte çoğu yönetmen adayını etkileyecek ve sinemasını şekillendirecek filmlere imza atmayı başarmış birisi. sağlam bir yönetmen olduğu kadar sağlam bir senaristti de. neredeyse tüm filmlerinin senaryolarına imzasını atmış birisi. sinemaya getirdiği yenilikler, türleri değiştirmesi ve o türlerden farklı şeyler yaratmaya çalışması takdir edilesi yönleri. özetle az sayıda film çekmiş şu adamın filmleri izlenmeli. önemsiz denilebilecek bir filmi yok bana göre. ve "vasat" denebilecek filmi de.
  • aslında bildiğimiz "hollywood ending"in mucitlerindendir, tabii ki her şeyin orijinali gibi o da bugün akla gelenden çok farklı bir formül kullanmıştır. billy wilder karakterlerinin hepsi kendi içlerinde yaşadıkları aydınlanmayla mutlu olurlar, film boyunca sorun ettikleri şeyler çözülmese dahi bir yerlere varırlar. kendi kafalarında kazanmış olmaları yeter. oysa hollywood ending denen nane bunalım yaşayan karakterlerin tüm zorluklara rağmen galip geldiği ve hiçbir sınıfsal, dini, etnik ayrıma kurban gitmeden ayakta kalabildiklerine ilişkindir, ki buna amerikan rüyası deniyor.
  • pazar kahvaltısından sonra evde yayılırken izlemek için ideal filmlerin yönetmeni ve senaristidir.
  • fellini; billy wilder için, kurosawa, kubrick, bergman'ı andıktan sonra şunları söylüyor:

    "içlerinden birinin en büyük olduğunu söyleyemem, ama kimsenin billy wilder'dan daha büyük olmadığını söyleyebilirim. double indemnity ve sunset boulevard bizim kolektif bilincimizin parçalarıdır. o usta bir yönetmen. ayrıca filmlerindeki ekipler de mükemmel. melodramlarda ve trajedilerde bile wilder espri anlayışını korur. onunla tanıştığımda kendisini kişi olarak da çok hoşsohbet buldum. yemek yemeyi tutkuyla seviyor, bu da yaşamının tadını çıkardığı anlamını taşıyor. aynı zamanda plastik sanatlarla da çok ilgili ve büyük bir koleksiyoncu. bazen ünlü insanlarla tanıştığınızda, bakarsınız hayal etmiş olduğunuzdan tümüyle farklı kişiler karşınızda duruyor, fakat billy wilder tıpkı filmleri gibi."
  • harika bir kurgu anlayışı olan yönetmen, senarist. yanılmıyorsam nazilerin iktidarı ele geçirmesiyle viyana'dan topuklayıp amerika'ya göçmüştür. bana göre en iyi filmi double indemnity'dir.
hesabın var mı? giriş yap