• ortaokuldayken okumamla mesleğimi seçmeme neden olan kitap. edebi yönü de işlediği hümanizm kadar güçlü olan yapıt.

    ("suçluyu kazıyınız, altından insan çıkar" diyen merhum faruk erem'in adalet savunuculuğu yerine kendimizi sidik kokulu adliye koridorlarında, ömür törpüsü icra takiplerinde ve gudubet memurelerin daktilo şakırtıları arasında bulduk. ayrı konu...)
  • olay 1:
    "ağır ceza mahkemesi başkanı, tanığın kimliğini sordu:
    - adınız, yaşınız, mesleğiniz?
    tanık, ürkek tavırlı bir kadındı. adını, yaşını söyledi; durdu. başkan tekrar sordu:
    - mesleğiniz?
    - afedersiniz reis bey, genelev kadınıyım. başkanın yanıtı şöyle oldu:
    - sen bizi affet kızım.
    tanık durakladı, tuhaflaştı. başkanın demek istediğini anlayamamıştı."

    olay 2:
    "tanık, kimliğini söyledi, genelev kadınıydı. hepimiz ayağa kalktık. başkan, tanığa yemin verdiriyordu:
    - namusun ve vicdanın üzerine yemin ediyor musun?
    kadın, başkana baktı. etrafına bakındı. başkan bağırdı:
    - yemin etsene be kadın.
    - edemem reis bey, çarpılırım. namus dediğini çıkar, edeyim.
    başkan durakladı. başını başka tarafa çevirdi, zabıt katibine yaz dedi:
    - tanığa usulen yemin ettirildi."

    ikinci olaydaki hakim de, ilk olaydaki hakim gibi düşünebilseydi, 'sen namuslusun kızım asıl namussuzlar sana gelenlerdir, seni buna iten toplumdur' deseydi; böyle düşünebilen hakimlerimiz, öğretmenlerimiz, erkeklerimiz ve kadınlarımız olsaydı çok daha güzel bir ülkede yaşıyor olurduk.
  • ben avukatım ve hiçbir zaman başka hiçbir şey olmayı düşünmedim. (tamam ergenken bir ara bunu inkar ettim evet, ama ergenlikte temyiz kudreti gel-gitli oluyor.) şu an sefil bir marabayım ama yine de avukat olmayı sapıkça seviyorum.

    kendini bildi bileli rüyalarında bile bir yerlere cevap veren ve aklında birtakım argümanlarla uyanan hastanın tekiyim, diyeyim.

    bir ceza avukatının anıları, meslektaş olduğumuz babam ve annemle beraber benim meslek algımı oluşturan 3 asli unsurdan biridir. eğer bu kadar sorunlu olmasına, hukukun olmadığı bir ülkede doğru düzgün yürütülmesinin imkansızlığına, hakimlere "efendim" der hale getirilmesine, şu an teker teker sayamicam ama seksen bin tane olumsuzluğuna rağmen bu mesleği böylesine hayatımın merkezine koyduysam bu 3 unsurdandır.

    şimdi daha "bildiğimiz dille" tekrar ifade edelim...

    kusura bakmayın ama, ağzıma sçtınız sayın faruk erem. başka bir şey olmak istemeyi çok isterdim. çünkü ben mesleğimi, sizin de sayenizde, çok feci önemsiyorum. ama aslında pek de bir halt olmadığımız, daha doğrusu savunma hakkının pek ciddiye alınmadığı, sürekli yüzümüze vurulup duruyor. olmuyor böyle.
  • av. prof. dr. faruk erem'in çok değerli kitabıdır. aynı zamanda hümanist doktrinin de savunucusu olan faruk erem'in, kitap içeriği de hümanist doktrini bütünleyicidir. şöyle başlar kitap:

    "bir tuhaftır ceza avukatlığı. ayıplamayacaksınız, kızmayacaksınız, ağlamayacaksınız da. bunlar olmaz mı? olur. ama hep içinizde olmalı. bakışlarınızda kaçak bulunmasın. karşınızdaki suçlunun gözlerinin içine bakın, dostça. orda derdini dökmek isteyen 'insan'ı göreceksiniz. bundan sonrası kolaylaşır. 'insan, insanın zehrini alır' derler, halk dilinde. ceza avukatlığının yarısı budur."*

    kitapta yer alan olaylar/anılar/trajediler edebi bir dille anlatılmıştır. oyunlaştırılan bu kitap hakkında, turgut uyar'ın da bir yazısı bulunmaktadır. (bkz: korkulu ustalık) bir ceza avukatının anıları adlı kitap, sayfa 50-51'de yer alan anılardan biri şöyledir:

    "- beni vurursan tekrar katil olursun.
    - ne çıkar ben kaçmak için seni vuracağım, sen kanun adına beni vuracaksın, arasında fark var mı? bırak gideyim, senin çoluk çocuğun vardır elbette, sana yazık olmasın.
    - ya senin çoluk çocuğun yok mu? ben seni öldürürsem onlara yazık değil mi, onları sevmiyor musun? dedim, boğuk bir sesle cevap verdi.
    - karım da vardı, iki çocuğum da. hele küçüğünü çok severdim. üçünü de öldürdüm. zaten karım da bunu istemişti, bizi kurtar artık demişti.
    - peki neden öldürdün acımadın mı?
    - sen bunu anlamazsın. sen hiç aç kaldın mı, süründün mü?
    - kendini de öldürseydin ya!
    - toplu tabancayı şakağıma dayadım, kurşunların hesabında yanılmışım. patlamadı. sonra beni yakaladılar.
    - öyleyse niye kaçtın hapishaneden?
    - hapishanede insan kendini öldüremiyor ki.

    biraz duraklama oldu. katil bir şeyler yaptı. anlayamadım. birden fırladı. karşıma dikildi. toplu tabancasını çekti. tak diye tetiğin düştüğünü duydum. silah patlamadı. toplu horozunun tekrar kalktığını görür gibi oldum. ateş ettim. şöyle bir döndü. yere düştü. tekrar ateş eder korkusuyla üstüne atıldım. üstünü aradım. cebinden bir tabanca çıktı. baktım namlusunda sürülmüş mermi vardı. elindeki toplu tabancayı aldım. namlusunu aşağı kıvırdım. baktım boştu. toplu tabancalarda atılan mermilerin kapçıkları haznede kalır. hazne boştu. şaşırdım. yere çömeldim. başını dizime koydum.

    - neden bunu yaptın dedim, mırıldandı.
    - ben karımı, çocuklarımı öldürmüş sayılmam. sen de beni öldürmüş sayılmazsın, sağol. ellerin dert görmesin, dedi. başını hafifçe çevirdi. soluğu kesildi.

    dava kısa sürdü. polis memuru beraat etti. duydum meslekten ayrılmış, şimdi başka iş tutuyor. arada mektuplaşırız."*
  • --- spoiler ---
    “bir dergide okumuştum. amerika’nın bir kentinde, hükümlü, geceleyin, gizlice elektrik sandalyesine oturtulur, ceza böylece yerine getirilirmiş. fakat sandalye çok akım çektiğinden, lambalar zayıflayınca hükümlüler olayı öğrenir, bağırmaya, eşyaları parçalamaya, ağlamaya başlarlarmış. düşünmüşler, özel bir jeneratörle sakıncayı gidermişler. şimdi kimse fark etmiyormuş. elektrik sandalyesine konulan kişiyi cam bölmenin arkasından seyre çağrılan hükümlünün babası şöyle demişti: “elektrik dalgası vurduğu zaman başından dumanların çıktığını gördüm. haykırdığımı hatırlıyorum.” bizim cezaevlerimizde daha ilkel çareler uygulanır. ölüme mahkûm olan, bir bahane ile koğuştan alınıp, hücreye konur. zamanı geldiğinde sehpaya götürülür, gizlice.

    sivas cezaevi müdürünü çok severdim. anılarını çok dinlemişimdir: koğuşta tek idamlık, aziz’di. müdür “infaz emri”nin gelmek üzere olduğunu hesaplamıştı. “çare”ye başvurulacaktı. mahkûmların yatma saati idi. yatak açıyor, soyunuyor, tiryakiler son sigaralarını içerken, tek tük konuşuyorlardı. birden içeriye gardiyanlar girdi. başgardiyan “eller başa, herkes yatağının başına” dedi. arama – tarama sessizce, olaysız geçiyordu. aziz’in yatağının yanında bir gardiyan sağı solu saçıp çekiştiriyordu. birden bir sustalı çakı yere kayıverdi. başgardiyan “aziz, biz de seni uslandılar arasına koymuştuk. yazıklar olsun, yürü hücreye” diye çıkıştı. aziz şaşkın, üzgün “vallahi, benim değil” diyebildi. sonra hırsla dudaklarını ısırdı. koğuştakilere “kim etti bunu” diye sordu. başgardiyan kolundan çekti aziz’i. koğuşun kapısından çıkmadan önce, kağıt oynarlarken birkaç kez aralarında tatsızlık geçen veysel’in önünde durdu. “vicdanı kırık, sen ettin. anam, avradım olsun” diye başlayarak veysel’in yakasına sarıldı. gardiyanlar omuzlarına yapışıp aziz’i ayırdılar. veysel “ulan amma da acemisin be. anlamadın mı? idamlıkları hücreye böyle alırlar!” aziz durakladı. bir şey diyemedi. yürüdü. gardiyanlar gidince, veysel’i koğuştakiler bir hayli hırpaladılar. neye yarar. veysel oyunu bozmuştu.

    hücrenin önünden geçenler aziz’in içerde bazen ağladığını, bazen bil-diği duaları yüksek sesle okuduğunu, yalvardığını, bazen da işi kendisinin yapmadığını, haykırdığını duyarlardı. neden sonra beklenmedik bir olay oldu. tel gelmişti. müdür, nöbetçi gardiyana hemen aziz’i getirmesini emretti. aziz asılacağını anlamıştı. onu sürüklercesine iki gardiyan, güçlükle getirebildiler müdürün odasına. yüzü sararmıştı. müdür, “aziz, oğlum, tel geldi, okuyayım” dedi, fakat okuyamadı. aziz durduğu yerde garip bir titremeye tutulmuştu. konuşamıyordu. yüzü değişti. ağzı çarpıldı. sağ tarafı çöktü: felç. halbuki aziz’in mahkûmiyeti bozulmuştu, suçsuz olduğu anlaşılmıştı. yargıtay’dan gelen “tahliye teli” idi. köye haber salındı. yakınları geldiler, cipe bindirip götürdüler aziz’i. birkaç ay sonra haber geldi; felç ilerlemiş ve aziz ölmüştü. müdürün bu anısını dinledikten sonra uzun uzun düşündüm. ne diyelim, adalet, öldürmeye karar verirse, mutlaka öldürür.”

    --- spoiler ---
  • bir avukata suçluya insanca bir gözle bakmayı öğreten kitap. hocanın * yarattığı akımın * en sade izahı tüm bu anılar. 3. bir göz açıyor bir ceza avukatının alnında, herşeye farklı bakıyorsunuz, misal artık kınamıyorum kendimi ''abla beni kurtar'' diye ellerime sarılan, cezaevinde tutuklu, çocuk müvekkilime sarılarak ağladığım için.
  • kısa film çekeyim diye içinden senaryo araklamaya çalıştığım kitap.

    kitapta yer alan idamlık aziz'in hikayesi için buyurun: http://www.sivildenemeler.com/?p=1775
  • hakikaten bir ceza avukatı olan faruk erem'in meslek hayatı boyunca karşılaştığı adli ve dramatik olayları hikaye kıvamında anlattığı, ilginç bir eserdir. bir hukuk adamının 'suç' ve 'suçlu' kavramlarına kalıpların dışına çıkarak, bu kadar insancıl bir açıdan bakması önemlidir.

    ayrıca, ismail cem'in trt genel müdürlüğü döneminde, lütfi akad tarafından dizi halinde filme çekilmiştir.
  • hacmen incecik, anlatılar kısacık olsa da, faruk erem hocanın anlattıkları karşısında "suçlu kimdir", "suç nedir" gibi sorulara artık kanun lafzından değil, insanın gözünden bakmaya başladığım kitap. hümanist doktrin'i savunan faruk hocanın bir öğrencisinin kendisini yine kendi canıyla cezalandırdığını anlattığı hikayesi insanda derin yaralar açabilir.
  • 1960-1970 yıllarında geçiyor bu anılar.

    tatsız tutsuz hikayeler.

    mesela bir hakim var. karşısında biri suçlu, diğeri suçsuz iki sanık. hakim suçsuz olanın suçlu olduğuna kanaat getirip idam cezasına hükmediyor. yıllar sonra gerçekten suçlu olanla karşılaşıyor:"hakim bey, o suçu ben işlemiştim." diyor adam. hakimi düşünün şimdi.

    idam gerçekten korkunç bir uygulama. olmaması gereken bir cezalandırma şekli. neyse ki ülkemizde yok.

    bir avukat olarak düşünüyorum, müvekkilim için idam kararı veriliyor mesela. ovv yoo düşünemedim.

    kitaptaki başka bir anı:

    bir köy yeri var. buradaki genç karı kocanın bir çocuğu oluyor. çocuk sürekli ağlıyor. köyün imamına danışıyorlar. imam diyor ki:"çocuğun içine cin girmiş, göle götürün, suya sokun, susunca çıkarın, cin de çıkmış olur." anne yapıyor imamın dediğini, çoçuğu göle sokuyor, susunca çıkarıyor, ama tabi çocuk ölmüş. anne hapse giriyor.

    kan davaları, hapiste intiharlar, idamlıklar, cahillikten kaynaklanan suçlar...

    mahkemenin bir hakim tarafını, bir de sanık tarafını anlatıyor. sanıkları oraya getiren hayat hikayelerinden bahsediyor. genellikle fakir, sefil insanlar. hakim tarafında da zaman zaman verdikleri yanlış kararlar.

    faruk erem'in hukuk fakültelerinde öğrencilere söylenen meşhur bir lafı vardır: "suçluyu kazıyınız altından insan çıkacaktır." işte bu insan hikayelerini anlatıyor daha çok.
hesabın var mı? giriş yap