• sabahattin ali'nin seneler seneler evvel (1943) noktasını koyduğu mevzu. konu kapanmıştır, üzerine söylenenler teferruattır.

    “ insanlar birbirlerini tanımanın ne kadar güç olduklarını bildikleri için bu zahmetli işe teşebbüs etmektense, körler gibi rastgele dolaşmayı ve ancak çarpıştıkça birbirlerinin mevcudiyetinden haberdar olmayı tercih ediyorlar.”

    kürk mantolu madonna.
  • evvelsi gece bölümden oldukça geç bir saatte çıktım. saat gece yarısını geçiyordu. bölüm binalarından tek tük ışıklar görünse de yerleşkede görünürde kimse yoktu. yerleşkenin girişine doğru ilerlerken birinin yerleri süpürme seslerini duydum. bu ses bana oldukça tanıdıktı. çalı bir süpürgenin asfalt yola sürtüp geçtiği bir ses, belki bazılarınıza tanıdıktır; ama ben çalı bir süpürgenin asfalt yola sürterken çıkardığı sesten söz etmiyorum aslında. süpürgenin her seferinde aynı miktar kuvvet uygulanarak asfalta bastırıldığı ve asfaltta kaldığı süre boyunca bu kuvvet hiç değişmediği için ilerlerken hep aynı şiddette yankılanan bir ses; asfaltta belirli bir sürede, belirli kararlılıkla ilerleyip sonbahar yapraklarını yoldan çekip kaldırımların kenarlarına yigan bir çalı süpürgenin keskin ve kendinden emin sesi.

    sesi duyduğum an yerleşkenin kapısına vardığımda kiminle karşılaşacağımı anlamıştım. yaşı büyük olasılıkla 70’e yakın, belki de daha fazla olan, bembeyaz saçlı, kendisine gülümsediğiniz an size içten ve kocaman bir gülümsemeyle karşılık veren, aslında her zaman güleryüzlü olan çakı gibi bir amca; güvenlikte gece vardiyasına kaldığı her sefer yaptığı gibi bu sefer de, güvenlik kulübesinde oturmak yerine dışarı çıkmış yerleşkenin girişini süpüyordu. geceleri onun vardiyasına denk geldiğim her seferinde onu yerleşkenin girişini süpürürken gördüm ben. onu, gecenin o saatinde orada bir çalı süpürgeyle sonbahar yapraklarını kaldırımların kenarlarına yiganın kim olduğunu, yaptığı eylemin sesini duyunca anlayacak kadar uzun süredir tanıyorum. onu, yerleri o çalı süpürgeyle süpürken nasıl bir ses yarattığını betimleyebilecek kadar uzun süredir tanıyorum.

    insanların davranışlarındaki tutarlılık bana bazen oldukça hayret verici geliyor. eh, ne diyebilirim ki? kendim de, düşününce, o amcanın o saatte orada olduğunu süpürme sesinden anlayacak kadar uzun süredir o saatte orada bulunmuşum. davranışlardaki bu tutarlılık hoşuma da gidiyor doğrusu. davranışları tahmin edebilmenin sağladığı güven duygusu bir yana, bir insanla, hem de içtenlikle gülümseyen bir insanla bir çeşit bağ kurduğumu hissediyor ve bundan mutluluk duyuyorum.

    sonra amcayla selamlaştık ve ben amcaya “emeğinize sağlık, sizden önce gidiyorum, özür dilerim.” dedim. buna biraz şaşırdı. sonra gülümsedi ve teşekkür etti. “insanların birbirlerini görmedikleri, birbirlerinin yanından geçip gittikleri bir dünyada yaşıyoruz.” diye düşündüm ve buna biraz üzüldüm. karşılıklı eğildik ve ben daha sonra çok yakınlardaki ışıklara yürüdüm. ışıklarda, amcanın yerleri süpürürken çıkardığı sesi dinleyerek ışığın yeşile dönmesini bekledim. ışık yeşile döndü ve ben eve doğru yolladım.
  • geçen füsun'a dedim, füsun dedim, bunca yillik hukukumuz var, sana defalarca kahve ismarladım, sen bana defalarca çukulata aldin, birbirimizi çok şimarttik, dedim. ama seni hala tanimiyor gibiyim füsun, arada bana böyle oluyor füsun, neden böyle füsun, yoksa çok sürprizli bir kadin misin, ondan mi füsun, dedim. aynen böyle dedim. durdu durdu "aşık misin bana?" dedi. bir erkeği bu kadar tedirgin eden en mühim ikinci soru budur onu söylemek isterim, ilk soruyu zaten bütün erkekler bilir, aramızda sır. ama o tedirginlik sirasında soruyu unutabilirdim ve fakat iyi ki unutmadım. hayir, dedim. keşke "belki" deseydim kafası karışırdı. ama hayır, dedim şefkatli bir insanim. ve o zaman taniyip napican, geçmişe bak yeter, dedi. huzurla doldum ve o ara kucağında uyumuşum. yarim saat sonra tekme atarak, kalk kahve iç diye uyandirdi. kahve kokusunu tanıyınca onu da yeniden tanımış sayıldım.

    insanların duygusal dünyaları içinde eski sorunların, ilişkilerin, kişilerin ve hikayelerin hiç beklemediğiniz bir anda, başka başka kokular içinde karşınıza çıkması da böyle bir "bu da ne bunu tanımıyorum ki" tedirginliği yaratıyor insanda ilk başta. tanımıyor gibi oluyorsun. neden mi? tipki ekonomik ve sosyal gelişmenin tasfiye ettiği kurumların din ve inanç sistemlerine sığınması ve orada yaşaması gibi oluyor. entelektüel görünmek için böyle diyorum, anladınız siz. nitekim o eski kurumlarla konuşabilmek, onları karşılayabilmek için o içine saklandıkları din ve inanç sistemlerinin işleyişini, retoriğini falan anlamanız, bilmeniz gerekiyor. kokusunu aldığın şeyi evvelden tanıdığını hatırlaman ama kokuyu da yeniden tanımlaman gerekiyor. eski duygular ve hikayeler, başka duygulara ve kişilere gizlenip hiç ummadığınız anda kendini hatırlatıyor. o duygularla, kişilerle, hikayelerle falan bir süre "hiç tanışmamış gibi" yalancıktan tanışmanız gerekiyor. hayat bu tür eski sorunların, yeniden ve yeniden, hatta çoğu zaman daha küstah ve cüretkar şekilde ortaya çıkmasının hikayesidir bir yönüyle aslına bakarsan. bunu söylemek istedim en başından beri. ama karışık oldu tabi. bir insanı tanımak bahsinden nereye geldik görüyorsun.

    pastoral bir lirikle anlatayım o halde: işte geyik vurulduktan sonra bir süre daha koşmaya devam eder ya bu da öyle. iki yüz metre koştuktan sonra, ben vurulmuşum düşüp öleyim bari durumu. radyoda biten şarkının kafanda çalmaya devam etmesi durumu. işte öyle, geyiğin yaşaması, varlığı koşmasındadır, şarkinin lezzeti kafanda çalmasındadır ve nihayetinde deneyimlerimiz bize kim olduğumuzu hatirlatir, duran geyik geyik değildir, çalmayan şarkı bizim değildir.

    içinizdeki geyiği öldürmeyin. ilk mesaj bu.
    koşun. koşa koşa taniyin, dura dura geyik tanınmaz. geyik duruyorsa ölmüştür. çelişkili ikinci mesaj bu.
    her durumda zamanla geyikler ölüyor, herkesi tanıyor, taniyormuş gibi oluyorsun. çocuklar köşede ağlıyor. test ettim yüzde yüz çalışıyor. üçüncü büyük mesaj bu.

    kahve de böyle, o da zamanla bitiyor, içtikçe dibini görüyorsun. (alegorik nihilist mesaj.)

    geyiklerle, mesajlarla ve tabi füsunlarla dolu hayatlar dilerim.
  • beklentisizlik var olduğu sürece hayal kırıklığına uğrama riskinin minimumda tutulacağı eylem.

    kanımca belli bir mesafe her zaman korunmalı ve saygı kesinlikle olmalı. bırakın - kimi zaman gözünüzde büyüttüğünüz - kişi size kendini tanımladığı biçimiyle var olsun ve siz daha fazla keşfetme yoluna girmeyin; onun kozasına alma inceliği göstermesine de kapılmayın. mantık.

    zaten üslubu ve olaylar/insanlar karşısındaki tavrı ana hatlarıyla bir fikir sahibi olunmasını sağlar*.**
  • bir insanı sahip olduğu gerçekliklerden değil de hayallerinden tanımak daha doğrudur.
  • ile ilgili, brecht'in bay keuner'in ağzından aktardığı enteresan bir yaklaşımı vardır, ki özet geçmek istemesem de öyle yapacağım;

    bay keuner bir gün iki kadından eşleri hakkında bilgi vermesini ister..

    birinci kadın, eşini çok iyi tanıdığını, senelerdir onunla beraber olduğunu, neyi sevip sevmediğini bildiğini, tüm ailesini ve eşini dostunu tanıdığını, kocası her şeyini anlattığı için onu en iyi tanıyan insan olduğunu söyler. yani onu tanıyorsun? der bay keuner. evet, der kadın.

    ikinci kadın; kocam gider, ve uzun zaman dönmez, dönüp dönmeyeceğini hiç bir zaman bilmem. nasıl yerlerden geldiğini bilmem, bazen yaralı gelir, bir defasında birilerinin sırtında. geldiğinde kimi zaman aç olur, kimi zaman toktur. aç olduğunda yemek istemeyebilir, bazen tok olsa da yer. şu anda iyi bir evdeyim, belki döndüğünde kötü bir ev görecek. bir defasında eve gelip herkesi kovdu. hiç bir şey anlatmaz, sadece benim sorunlarımı dinler ve bu sorunları çok iyi bilir. onun ne dediğini bilirim, ama gerçekten bilir miyim acaba? ona benim karanlık efendim derim, gülümser ve burada olmayan karanlıktır, burada olan şey aydınlıktır der, ama bazen böyle dediğimde suratı asılır. onu sevip sevmediğimi bilmiyorum... ; der,

    yeter, der bay keuner kadının sözünü keserek. görüyorum ki kocanı tanıyorsun, kimse bir başkasını senin onu tanıdığından daha fazla tanıyamaz.

    zira bir insanı tanıdığını düşünmek, sadece zandır.
  • "okurken öğrenir, severken anlarsın." cümlesini aklıma getiren ve yolun sonunda; bir "bütün" olarak insanı tanımanın mümkün olmadığına beni mahkum eden nadide yenilgimdir.
  • bir insanı tanımanın en iyi yolu çıkarların çatışmasıdır. o vakit geldiğinde çıkarlar menfaatler karşı karşıya geldiğinde o hep iyi olarak tanıdığınız kişi hala "iyi olma" vasfını koruyorsa sorun yok ama işte koruyamamışsa hakiki ve çirkin yüz görülmüş demektir.
  • tanıdığınız kişiye göre değişir, ama ben de çoğu insan gibi tartışmadan sonra insanların gerçek kimliklerini dışavurduğundan yanayım. sınırlarını ne kadar zorlayabildiğini ancak o zaman görürsünüz. üslubu hakaret ve küfre yöneliyor mu, yoksa aynı üslupta kalıp sadece sesinin desibelini mi arttırıyor, ancak o zaman anlarsınız.

    sadece tartışmayla insan tanınmaz tabii, bunun pek çok yolu yordamı var. ben kendi hayatımda gördüklerimden birkaç tanesini yazayım.

    bazıları insanların yaralarını sever. onlarla oynamayı, kabuğunu kaldırmayı hatta yarayı kanatmaya bayılırlar. aranızda tartışma veya kavga olduysa da vay hâlinize! iyilikleriniz merdiven altı edilir, sivri çıkışlarınız ya da sır olarak verdiğiniz ne varsa gün yüzüne çıkarılır, çarşaf çarşaf herkeslerin önüne serilir. benim için en tehlikeli ve uzak durulması gereken insan tipi budur. çünkü ne zaman ne yapacağı belli değildir. böylelerine de hiç güvenilmez. selam bile verilmemesi gerekir.

    bazıları kırık cam teorisi'ndeki gibidir. insanların kırık kanadını gördüyse diğerini de kendi kırmaktan hiç çekinmez ne de olsa zaten biri kırıktır. daha fazla kırmayı kendine hak görür. o insanlara kırık yanlarınızı, hassas yönlerinizi gösterdikçe sizi tam da oradan vururlar. o tür insanları da keşfettiyseniz onun da elekten aşağı düşmesinin vakti gelmiştir.

    bazıları size dost görünür, ama kesinlikle amacı dostluk değildir. ya bir menfaati vardır ya da başka bir marifeti. mutlu olduğunuz anlarda gülüşünüzü ağzınıza tıkarlar, isterler ki siz de surat asın, gülmeyin. biraz üzgün olduğunuzda da ağlatmak için ellerinden geleni yaparlar. mutlu olduğunuzda en çok üzülen, ağladığınızda en çok sevinen de onlardır. onlardan biri yanınızda varsa başka felaket tellalına gerek de yoktur. gürültü kirliliğini önlemek adına seslerini kısmanız gerekir.

    bazıları da vardır, size can suyu olur. üzüntünüz üzüntüsü, mutluluğunuz mutluluğudur. "kötüyüm" dediğinizde "neyin var?" diyen değil de "nerdesin?" diyenlerdendir. onlara çıktıysa yolunuz, o yol doğrudur. bir gün gittiğiniz yol çıkmaza düşerse de korkmayın, nasılsa yanınızda yol arkadaşınız vardır, bir çıkış bulmak kolay olur.

    çok da uzatmaya gerek yok aslında. kimisi açık kart gibidir, bir sonraki hamleleri bellidir, kimisinde de kart var mı yok mu belli değildir. ben açık kart gibi olanları hayatımda tutmayı tercih ediyorum, çünkü sürpriz sevmiyorum.

    son olarak; buraya ne kadar madde yazarsak yazalım insanları tanımak için yaşanmışlıklar gerekir, onlarla "merhaba" diyerek değil de yaşadıkça tanışırız.
  • "bazı kimseler için ancak şunu söyleyebiliriz: tanıştık, sevindik. tanıdık, üzüldük." *
    tanışmakla, tanışık olmakla yetinmeyi bilmek gerekiyor çoğu zaman ki üzülmeyesin...
hesabın var mı? giriş yap