• ''bu hayat, kendi filmim ise eğer,
    onda bile figüran vazifesi görüyorum.
    bütün aksiyonları, aşkları,
    heyecanları, sevinçleri,
    hüzünleri, acıları...
    hep başkaları yaşıyor.
    bense yadigar ejder gibi,
    dayak yiyorum sürekli.
    senaryo sürekli değişiyor
    ama benim vazifem belli.
    kahvehanedeki çay içen adam kadar kıymetim yok.
    alışkanlık yapıyor bir süre sonra.
    bağırmaya başlıyorum.
    bana mazlum'u getirin!
    mazlum'u getirin bana!''
  • vakit geçmiyor. nasıl geçmiyor biliyorum. şimdi nasıl bir insan olduğumu da biliyorum. örneğin kolumda bir saatim var. bu beni nasıl bir insan yapar? zamana saplantılı mı, hiçbir yere geç kalmayan, her şey için acele eden.
    eskiden de zaman aynı akıyordu biliyorum. dünya henüz bu denli kirlenmemişti o zamanlar. ve ben onu tanımamıştım bile. gerçi hiçbir zaman onu yeterince tanıyamadım ya mesele bu işte. insan insanı yeterince tanıyamazmış zaten ne kadar istese de.

    evet benim kolumda bir saat var, bu beni biraz duygusuz mu yapar?

    ben onu hiç özlemiyorum ki zaten. her şey ilgisizken durduk yere aklıma gelmesi özlem mi ki hem?
    vakitsizce onla ilgili düşüncelere dalmam peki? şimdi her zamankinden fazla zamanımız var. durağan bir yalnızlığa sahibiz. acılarımız daimi ve kanatıcı az değil..

    bazen çok üzülmek istiyorum, benim yüzümden üzülmesini istemiyorum. bunlar belki onun beni düşünür kılmasını sağlar. ama hiç düşündün mü acaba bizi nasıl insanlar yapar?

    çok sevdiğim şarkıları artık hiç dinleyemiyorum. radyoyu açamıyorum, her şey eskilerde kaldı. yeni şarkılar arıyorum ama bulamıyorum, şiirlere takılıp kaldım. şiir yazınca kendi kendime güzel durmuyor, ona yazsam olmuyor. o okusa nolur ki derdim bu değil. derdim ona kendim okumakta..

    güzel mi olurdu, yoksa güzel olan her şey onda mı ki?

    onun yalnızlığı bende, benimle. bilirim, alışmıştır bir ömür yalnızlığa. ama benimle bana bıraktığı onun yalnızlığı şimdi. alışılmışın çok dışında ve alışmanın da bi hayli ötesinde. güzel dese değil, onla ilgili de olsa.

    şimdi ben onu özlesem o kendini umursar mı? onu hala unutamadığımı falan mı sanır yoksa?
    ya ben onu hala unutmadıysam peki! bu beni nasıl bir insan yapar acaba?
  • rutin hayattaki tek gerçek mutluluk cumartesi günleri iş çıkışında yaşanan mutluluktur hafta tatili pazar olan çalışanlar için.onun da suyu çıkarılırsa zehir olur, uykusuz bir pazartesiye başlatır insanı.

    cumartesi özgürlüğünün bokunu çıkardığımı pazar akşamı beşe doğru uyandığımda anladım. pazarın gün kısmı evde, gecesi de düşünsel olarak iki ayrı şehirde geçti.

    engelleyemediğim, sosyal bir platformdan mesaj atmış: ''senin de ahın kalır birilerinde, anlarsın.''
    engelleyenimin adını arattım bunun üzerine. engellendiğimden beri adetimdir bu, yemek yemek, çay içmek, uyumak gibi... engellendiğimden çıkmadı adı, kardeşimin şifresini bildiğim hesabıyla arattım adını. mutlu mesut halini görünce bi' daha yıkıldım.
    bu mutluluk, söz konusu benim mutsuzluğumsa nasıl da kolay bulabiliyor birilerini... engelleyenimin gülen yüzü her seferinde nasıl ilk kez görmüşüm gibi üzebiliyor beni? ve her yeni kontrolde nasıl bu sefer kesin ayrıldılar umuduyla kilitlenebiliyorum ekrana? ayrılsalar ne olacak sorusunu sormak neden hiç gelmiyor aklıma? ve neden, sen ne zamandan beri başkalarının mutsuzluğunu dileyebilecek kadar kötü adam oldun diye sormuyor içimdeki çocuk? inan ki bilmiyorum.

    en tuhafı da nasıl, uyanmaktan başka elle tutulur hiçbir şey yapmadığım pazar gününü, kötü bir gün geçirdimle geçiştiremeyeceğim kadar kötü bir gün haline getirebiliyorum?

    engelleyemediğim, beni ne zaman anlayacaksın diye soruyor. buna net bir tarih veremem. engelleyenimin hesabını takip etmeyi bıraktığım gün olabilir mesela. ya da sevgilisinden ayrılmasının benim için bir anlam ifade etmediği başka bir gün de olabilir. bugün anlamayacağım ortada. işin kötüsü; anladığımı düşündüğüm ve anlamaya yakın hissettiğim zamanlarda hayattan soğuyorum hep.

    zaten ömrümde gerçek anlamda iki kez aşık oldum ben. birincisinde hayattan, ikincisinde kendimden soğudum. ikisi de aynı kapıya çıkıyormuş meğer.
    bunu da çoook sonraları, elimde bir bardak soğumuş çayla,babamın zırt pırt taş çaldığı bir okey oyunun bitmesini beklediğim bir gece fark ettim.
    olaylar arasında illiyet bağı kurmayı bırakmam da aynı geceye rastlar.
  • önce sevmeyi öğrendik sonra nefret etmeyi
  • --gecenin sonuna yolculuk-- 30.05.2019

    aylardır sürüncemede bir bırakıp bir devam ettiğim, çilingir beklerken bitirdiğim roman. kitabın dili benim seveceğim gibi akıcı, konuşma diline yakın, samimi, abartısız. bukowski gibi ya da okuyamadığım yengeç dönencesi'nde olduğu gibi aşırı argo yok, kararında. aslında çirkinliği, umursamazlığı o mide bulandırıcı tepkisizliği, kurnazlığı, bencilliği görüyor ve gecenin varlığını içinizde bir yerde duyuyorsunuz. böyle olmaktan korkuyor muyum, o hissizlik hali acıdan daha mı iyi, yeniden başlamaya hala enerjimiz var, benim var. ama birgün bu hayal kırıklıkları tekrarlanırsa dönüşeceğim kişi bu iğrenç yaratık olacak, kendisinden tiksinen. hastalarına karşı umursamazlığı, giderek daha çok umursamaz olmasında bir tiksinti var ve bunun "doktor" kimliğiyle çelişkisi. ama o kadar şeyi görmüş birinin sağlıklı kalması, yaşam sevinciyle dolu olması beklenir miymiş. yeniden okuduğum yerlerin altını çizmeye daha doğrusu yıldızlar koymaya başladım, bu kitapta da hayli yer var, belki buraya da yazabileceğim. tık tık
  • ilk kez üniversitede denemiştim yazar olmayı, uzun zaman sıra bekleyip kriterlere uygun olmadığım için yazar olamadınız cümlesiyle karşılaşmıştım. sinir olmuştum ne yapmıştım uygun olmayan, her neyse sonra bir ara tekrar başvurup unutmuştum bile. sonra bir gün ne de güzel bildirim gelmişti, sürpriz olmuştu bana. okuduklarım, izlediklerim bilmiyorum bir konu hakkındaki fikirlerim için bir nevi geçmişim burada olacaktı. okuduklarımı hatırlamıyorum zira, buraya dönüp dönüp bakarım demiştim. öyle özenerek de yazmadım hiç, yazıverdim oldu, zaten bunun samimiyetine inanıyorum. şimdi ise bunları istesem de yapamıyorum. o kadar yoğun bir üzüntü dönemi geçirdim ki hep anlatmak paylaşmak istedim, insanlarla konuşmalarımız bu yöne kaydı, bir şeyler öğrenmek o ışığı nasıl yeniden geri getireceğimi çözmek istedim, belki biraz ilgi bekledim. ama bu döngüden de çok sıkıldım. bu konulara dönüp dönüp bulaşmaktan tiksindim. burada kaldıkça da bu döngüden çıkamayacakmışım gibi hissediyorum. peki uzun zamandır aklımda olan bu konu neden bugün ekşi sözlükteki bu hesabımı kapatma kararı olarak evrildi. black mirror s5e2'de moriarty'nin ki kendisini çok severim, yakarışları sebebiyet verdi. insanların sosyal medyaya, telefonlarına zaafiyeti, bağımlılığı, kısa süreli dopamin salgılayan bildirimlere karşı koyamaması ve daha çoğunu istemesi beni soğutuyor. ben de onlardan biri oldum. instagram'ı o yüzden hiç kullanmadım. daha doğrusu üniversitede 2 fotoğraf koymuşluğum ve mantığı ne çözememişliğim sonucu kapatılmış bir hesaptan ibaret. o zamanlar ne storyler vardı, mesajlaşma bile yoktu. twitter da sadece haberdi o zamanlar siyaset olsun gündem olsun ilgim vardı, şimdi ise edebiyat, şiir sokakta vs. ya da yeni geldiğim bu şehirdeki etkinliklerle ilgili sayfaları takip ediyorum. en iyisi bu hesabın şifresini başkasına verip değiştirmesini rica etmek. ben çünkü pek iradeli biri değilim maalesef, bunu zamanında deneyip deneyip geri dönmüşlüğüm çok. bazı şeylerin vadesi doluyor, dolunca bir dizi olur, bir söz olur o karar o gün düşünmemiş olsanız bile aklınızda beliriverir. umarım benim için gerçek ilişkilere, dostluklara daha fazla kıymet vermeye sebebiyet verir. insan paylaşıma dair duyduğu açlığı gerçek olandan yana kullanmalı. benim gibi düşünen, şu sosyal medyadan ve kendini sergileme hastalığından kurtulmuş insanlarla tanışırım umarım. bir şekilde anlatmak isteğimi, kim okursa, belki biri okur diye değil de merak edene, gerçekten ilgilenene yöneltirim. ve temenniler temenniler...
  • hayatın gerçekten yaşanmadığı sadece gösterildiği dönemlere doğmuştum. hayatı, boyutları değişen elektrikli kutulardan yaşıyordum. gerçeklik algımı cılız bir adam gibi betimlersek bu puşt rüzgarlı bir uçurumun ucunda tek ayak üzerinde durmaya çalışıyordu. bazen de uçurumda ümit buluyor, nietzsche'nin zerdüşt'ü oluveriyordum. tabi en ufak yükseltinin olmadığı geniş bir yaylanın üzerine kondurulmuş bir şehirde ne kadar yükseklerde dolaşılabiliyorsa o kadar zerdüşt idim. sanki bilgelik şarabını vişne suyuyla karıştırıp içiyormuşçasına etkisi nadiren hissediliyordu.
  • hissetmiyorum
  • çözmek değil ki bu, çözsen ne işe yarar ki. olay yalnız kalmak bile değil, olay iyi ile kötü arasındaki saçmalık. nasıl insanlar nasıl insanlar ile karşılaşıyor. nasıl en karşı olduklarını yaşatıp, nasıl en olmaz dediklerini olduruyorlar. hayret! sıradan diye düşünürken, nasıl da depremlerle sallanıyorsun birden. özleminin içine bir daha özlem ekleniyor. üstüne alınma! keşke sen olsan dert. çok kolay çözülür. daha öncekini çözmemişken, yeni bir bulmaca değilsin sen. ufak bir bilmece sadece. iki kelimelik, herkesin bilebileceği. kolaylıklar ile dolu, zorlukların yanında tüy kadar hafifsin. şimdi, düşündüğümde, benim sıradanlığım bile bu dünyaya fazla. azlarını alsınlar gitsinler. o güzel insanlar zaten o güzel atlara binip çoktan gitmişler.
  • kızgın kumlardan ibaret değilim artık. ayaklarınız ruhum da gezerken yanmıyor biliyorum. çiğneye çiğneye kum tanelerini eziyorsunuz sadece.

    üstüne basa basa, tırmanarak çıktığınız bir ağaç misali. sadece amaç bir meyve koparıp kaçmak, bir çocuk gibi. dalları çatır çatır ses ederken, bir gayret; amacınıza ulaşmak sizin yaptığınız.

    ağacın dallarına kuru mu, yaş mı diye bakmadan. umarsızca amacına hizmet eden bir gövdeden ibaret.
    ruhunuz delik deşik olmuş, dalların kıymıkları bir heves uğruna, ruhunuza batıyor artık.

    çoktan lanetli bir hayatı, mutluluk için yalvarır gözlerle; tüküre tüküre tüketmek için yaşıyorsunuz.

    affedilmeyen bir hayatı gözümün önüne getirin sadece.
hesabın var mı? giriş yap