• sydney pollack'ın "this property is condemned" adlı filminde natalie wood tarafından canlandırılan karakter. filmde bir sahnede robert redford'un oynadığı owen adlı yabancı! ile eski bir yük trenini gezerken şöyle der alva; "babam büyük hayaller kurar ve büyük vaatlerde bulunurdu. biri hariç hiçbirini tutmadı. .......tren yakında gidecek. kondüktör geleceğimizi bildiği için koltuklarımızı pudralamış olmalı, leylaklı pudra...". karşısındaki adam şaşkınlıkla bakıp onu gerçeklerle sarsmaya çalışır; "alva, gökyüzü beyaz değil, mavi. dirseğini sıkıca çimdiklersen çok fena acır. koltuklardaki leylaklı pudra değil, bu toz! bu vagonda rüzgar yok. aslında burası sıcak. çünkü bu vagon yıllardır burada duruyor." bu sözlere karşılık alva, sadece "umurumda değil" der. alva starr; insanın bir hayalinin olmamasının "korkunç" olduğunu düşünen unutulmaz tennessee williams karakteri...
  • alva; uzun saçlı, uzun gözlü, dargın peri. biyolojisi sıfır (tabii ece!), hep tehlikeye yaslanan ve saçlarını uzatan tek kadın.

    çok uzun zamanlar çok kısa anlara sığmazlar, yazılara da. onun için şimdi yazmak yetersiz geliyor. anlatamazmış gibi, bütün yaşanılanları. çok uzun iki ömrü. ama şimdi burada duruyoruz ikimiz de değil mi? uzun mu, diye! nasıl uzun iki ömür. iki kız çocuğunun sarıyla siyah arasına, beyazla mavi arasına sıkışmış ömrü. sarı temmuz, beyaz temmuz, beyaz aralık, siyah aralık, senin aralığın benim sarım. ilk günlere dönemiyorum, orada tuhaf bir şeyler var.

    her hatıranın alakasızca arasına giriveren, beynin defekt'i... onun beyninin bize oynadığı oyun. hiç eğlenemediğimiz... acıya çocukluktan kalma bir sisle alışmamız. benim bir pazar günü, bir kıyafete sarılıp küçük bir çocuk ağlamam, senin iki katlı evin merdiveninden anlamadan inmen. her şeyi anlayarak, ve hatırlayarak aslında... benim pazarları sevmemem, senin kalabalıkları... dediğim gibi alva, ilk günlere dönemiyorum.

    izmir'de... sıcağın ne olduğunu bilmediğim, soğuğun bildiğime benzeyip benzemediğini. orada, izmir'de ilk oturuşum değildi. ama ilkmiş gibi şimdi. orada o serin barda oturuşumuz. çok gülüşümüz. orada, sadece rüzgâr çanını düşünmemiz. eve gitmiştik, eve koşarak sıcak bir yağmurun arasından gitmiştik. üstümüzde yazlıklar, yüzümüzde yazlık ifademiz, eve koşmuştuk. hatırladığım sadece biz'dik. kardeşliğin büyülü dünyasında. yalınayak büyümelerin ve bunu beraber anlamanın. rüzgâr çanını asmaya çalıştığımız köşeyi hatırlıyor musun? neşemizi asılı bıraktığımız. arkasından deprem olmuştu tabii, biz sahile inerken rüzgâr çanı sallanıyordu.

    deniz kenarında eski bir bar, oturmalık, köpekli. orada buz gibi bira içip anlamamız. konuşmadan. akşam, eski tiyatrolardan geçerek yeni müzikler dinlememiz. yanmamız. yine de mutlu olmamız. ne mutluluk! mutluluk ne?

    filmler... seninle defalarca “lili”yi seyredişimiz. şarabımızı, yiyeceğimizi ve keyfimizi hazırlayıp yine de bir filmin karşısına oturamayışımız. filmden daha keyifli ama hep pişmanlıkla andığımız zamanlar. pişmanlığı en rahat birbirimize söyleriz biz. en kolay biz evet'leriz. ece ayhan şöyle anlatıyor: "insanın hallerini ismin halleri gibi birkaç tane sanıyorlar. yanılmıyorsam masalın korsika varyantına göre kırk haramiler kardeş kıldıkları bir kızın ölüsünü, altın bir tabut içinde gittikleri her yere taşırlarmış. herkesin olumsuz bildiği zehir zemberek haramilerin bile iyi bir yanı vardır. nasıl saf iyilik yoksa saf kötülük de yoktur." burada "yakınlaşmak" üzerine (olgu?, hadi canım!) düşündüm. altın tabutta kardeş taşıyan haramiler. anlayışın ılık sokağında yaşıyorum. orada yürüyor, orada duruyorum. bu masal tüm masallar gibi gizlice ürperten bir şey. güzel...

    bazen aklıma gelen bir şey var. ara ara. iki şey arasındayız diyorum. iki farklı şey; biri fiziksel diğeri soyut. fiziksel acılar üzüyor. mutsuzluk yaratıyor. bir de bizim devamlı acımamız. bunun hiçbir temmuz'da ve hiçbir aralık'ta değişmeyeceğini biliyorum. belirsiz umutlar, küçük mutluluklar beynimizdeki o kitlenin içine giremiyor işte. bahçeli evden bize kalan.

    bu kantocu'lar, bu afife'ler, bu kınar'lar çok masal geliyor. bunlar sahiden yaşadı mı alva? ölmeseydi patrona sorardık!

    (bkz: bir elişi tanrısı için ağıt)
  • bu kız sevilir. şapşik deyişi bile güzel. iyi ki kardeşimsin kız poliş, polişka!
  • dokuzuncu nesil yazar.
hesabın var mı? giriş yap