• ah bon! diyip yuz ifademi de ekledikten sonra bienvenue derim kendisine
  • melville'inkine ek olarak, hikayenin 2004 te pierre boutron'un yönettiği versiyonu ise biraz daha romantiktir sanki; evine yerleşen nazi subayıyla hiç konuşmamasına rağmen ona aşık olan toy genç kız (julie delarme), kıza bir kez bile dokunmayan ama herşeyi açık eden esas oğlan nazi subayı (thomas jouannet)..ilk çıkışını helene et les garçons'da yapmış thomas jouannet 2009 da yine aynı yönetmenin 'la reine morte' adlı filminde oynamıştır..
  • o adaletin temsilcisi. lady justice...fransızca şarkıları dinlemeyi bırakıp acilen 80'lerin hard rock atmosferine girmesi beklenen şeker insan. uludağ limonata ile kandırmayı planlıyorum kendisini hehe.
  • avukat. gece vakti hiç tanımadığı bana üşenmeden umut aşılayan bir yazı yazmış, sağolsun.
  • hakkında yazılanları görünce tanışmak istediğim yazar, hukukçu...
  • “sıradan bir ingiliz’e göre, bir ingiliz “ingiltere dalgalar hükmeder.”, sıradan bir alman’a göre bir alman “deutschland über alles – almanya her şeyin üzerindedir.” diyemez ise dünya tamamiyle kötüye gidecektir. bu inançlar uğruna, avrupa medeniyetini yok etmeye razılar. eğer bu inançlar yanlışsa, yaptıklarına pişman olacaklardır.” (bertrand russel, politik idealler)

    iktidarlar – güç odakları mevcudiyetlerinin devamı için tebalarının düşüncelerinde vuku bulmuş bir ülkü illüzyonuna her daim ihtiyaç duyarlar. bu sıradan yurttaşın etik olarak uygun olacağını düşünmediği davranışları rasyonalize etmesini sağlarken, iktidar için de sürekliliğin teminatı ve gidilecek yolda kamu desteği demektir. bireyin bu kuşatmadan sıyrılıp bir farkındalık yaratması elbette kolay değildir ve çoğu zaman bu farkındalığı yaratamadığı için bireyi suçlamak ve kötülüğün kaynağının “o” olduğunu savunmak yersizdir, kolaycılıktır. kitle motivasyonuna tabi kitle adamının kurtuluşu suratına aptal olduğunu bağırmaktan değil, güce karşı beraber bağırmayı telkinden geçer. direniş edebiyatı yazarlarından vercos’un aynı adlı hikayesinden jean pierre – melville tarafından uyarlanan le silence de la mer’ de bu yaklaşımdan besleniyor. nazi ideolojisinin sıradan bir alman’ı ss askerine dönüştürürken kullandığı “elit avrupa” motivasyonunu ve bunun yıkımını gayet naif bir biçimde ele alıyor. bireylerin tek tek yargılanmasının bir çıkış yolu olmadığını, sorunun sırtını güce yaslayan iktidarın taleplerinin pasifize edilmesi ile çözülebileceğini hatırlatıyor.

    howard vernon tarafından canlandırılan werner von ebrennac, fransa’nın işgalinde görev alan nazi subaylarından biri. aynı zamanda bir müzisyen. görevi gereği küçük bir kasabaya geliyor ve kasabanın yerlilerinden birinin evinde zorunlu misafir olarak kalmaya başlıyor. ev sahibi ise yeğeniyle birlikte kalan isimsiz bir yaşlı. entelektüel birikimi haiz, yeğeninin bakımında hayatını devam ettiriyor. haliyle her evsahibinin olacağı gibi o da durumdan hoşnut değil lakin yapabileceği de çok şey yok, sonuçta ortada bir savaş var ve birinci öncelik hayatta kalmak. o da elinden gelen tek şeyi yapıyor, misafiriyle konuşmuyor, yeğeniyle birlikte bir çeşit pasif direnişe geçiyor. subay ile ilişkisini minimuma indiriyor, kendisinin istenmediğini fakat zorunluluk nedeniyle kabul edildiğini her an kendisine hissettiriyor. diğer tarafta subay da durumun bittabi farkında ve bu yaklaşımı anlıyor, anlayışla karşılıyor. ev sahipleri kendisiyle konuşmasa dahi her akşam onların yanına geliyor, kültürden, sanattan, müzikten, büyük avrupa idealinden, alman ve fransız kültürlerinin yüceliğinden ve kardeşliğinden, artık birleşme vakitlerinin geldiğinden, bu işgalin de bu yüzden yapıldığından ve bunun için bir fırsat olduğundan, yani tebası olduğu iktidarın algısında yarattığı illüzyondan bahsediyor. tüm bu konuşmalar sırasında heyecanını hiç kaybetmiyor ve yılmıyor, muhattaplarından tepki almaması onu yıldırmıyor ve hatta daha da heyecanlandırıyor. von ebrennac’ın bu haleti ruhiyesi de onun aslında bir “kandırılmış” olduğunu gösteriyor, hem seyirciye, hem ev sahiplerine. gitgide aralarında soğuk bir yakınlaşma, mesafeli ve diyalogsuz bir arkadaşlık doğuruyor bu. öyle ki evsahipleri misafirlerinin kendilerine uğramadığı günler meraklanıyor, endişe duyuyorlar. yeğen ile subay arasında cereyan eden adını kimsenin koyamadığı kısa mesafe ilişkisi de cabası. bu durum von ebrennac’ın üstleriyle görüşmek için paris’e gidişine kadar devam ediyor. bu ziyaret sonrası naziler’in esas amacını anlayan, milletçiliğin ve imperyal hedeflerin kültürel birlikteliğin çok önüne geçtiğinin farkına varan ebrennac adeta yıkılmış bir şekilde ev sahiplerine dönüyor. kendisini mahcup ve suclu hissediyor ve soruyor: görev, suçu kabul etmek anlamına da gelir mi? alman disiplini içersinde yetişen bir birey için elbette can alıcı bir soru bu. cevabını ise yine filmin ve ev sahibinin tavrına uygun bir şekilde alıyor, bir gazete sayfasında geçen anatole france sözüyle: eğer bir asker suç içeren bir görevi kabul etmez ise, bu iyi bir şeydir. bu noktadan sonra werner von ebrennac sanatçı naifliğine ve gücün öldürücü kimliğine sığınıyor ve kendisi için intihar anlamına gelecek cephe görevi talep ediyor ve misafirliğini sonlandırıyor.

    le silence de la mer jean-pierre melville in ilk filmi. kendisini ünlü yapan le samourai, le cercle rouge, un flic gibi gangster ve le armee des ombres gibi direniş filmlerinden oldukça farklı bir kulvarda. sinemasının geneline sinen minimalist anlayış bu ilk filminde zirvede. ekseriyeti tek mekanda geçen bir film olmasına rağmen howard vernon’un gayet başarılı nazi subayı kompozisyonu ve nicole stéphane (bir diğer erken dönem melville filmi les enfants terribles’de de görev alacaktır) ve jean-marie robain’in hayat verdiği ev sahiplerinin suskunluklarının gerilimi filmi tek mekan sıkıcılığından kurtarıyor. melville’in usta işi mizansenleri, ışık gölge hakimiyeti ise daha ilk filminden büyük bir yönetmenin gelişini müjdeliyor.
  • bir çeşit nostalji kraliçesi. 21. yy'ın vatkalı indiana jones'u. kamçısını kenara koyup içilen kahveye eşlik eden arkadaşı, dostu.

    eyvallah.
  • vercors takma adı ile yazan fransız yazarjean bruller'nin türkçeye susan deniz adıyla çevrilen kitabı.
  • jean bruller'in aynı adlı kitabından jean pierre melville tarafından sinemaya uyarlanan film. 1949 yılı gibi erken bir tarihte gösterime giren film, nazi almanyası işgali altındaki fransa'da geçmektedir. 1941 yılında işgal subayı olarak fransa'ya gelen von ebrennac, yeğeniyle yaşayan bir fransızın evinde konaklamaktadır. fransız adam ve yeğeni işgal subayına tepki olarak hiçbir zaman onunla konuşmaz ve iletişime geçmezler. işgal subayı ise bu durumu anlayışla karşılayarak tek taraflı olarak bu ikiliyle iletişime geçer ve mütemadiyen onlarla monologlar kurar.

    melville fransa ve almanya arasındaki politik sorunlara bir arayış içerisinde olmadığını filmin başında belirtir ve sert de bir üslup kullanır; ancak filmde işgal subayı ile empati yapabilecek noktaya bizi getirir. keza fransız adam ve yeğeni de bu noktada gelir. bu bağlamda tipik dönem filmlerinin ve propaganda sinemasının dışına çıkarak çok güzel bir dönem filmi olmayı başarır.
  • hayat çok garip. tam da ana frank'in günlüğünü okumamla beraber bu film karşıma çıktı. son derece akıcı bir film olması ve iki kişinin birbirine sessizce aşık oluşu bir kez daha kelimelerin yetersizliğini hissettirdi. ve jeanne'in denizle benzerliği de muazzam derecede resmedilmiş. hiç diyalog olmasa da izlenirdi bu film.
hesabın var mı? giriş yap