• klasik giriş, gelişme, sonuç izleyicisinin uzak durması gereken film. dramatik yapıyı salt, aksiyon, twist, fiziksel çatışma, silahlı çatışma, araba kovalamaca sahnesi, en yakınlarından birinin öldürülmesi, tecavüze uğraması, ölümcül bir hastalığa yakalanması, dünyayı, insanlığı ya da herhangi birini kurtarıp kahraman olmak sanan sinema uzmanlarını ciddi ciddi uyarıyorum (hatta senaryo uzmanları diyelim).

    bir filmin iyi olması için 12 yılda çekiliyor olması bir kıstas değildir. öncelikle onu belirtelim. deneysellik diyorsanız bir fransız yeni dalga akımı'na göz atmanızı salık veririm. bir, iki godard, truffaut'a izleyin de deneyselliğin ne olduğunu görün. (ama yeakk yeaa çok zorlama, fularlı ve ota boka felsfe kasar o fülmler yeaaa)

    en başta da dediğim gibi bir filmin 12 yılda çekilmesi (ya da 15-20 yıl. süre fark etmez) onu tek başına iyi yapmaya yetecek bir kriter falan değildir. senaryo, oyunculuk, yönetmenlik, kurgu vs derken bir sürü faktör var seninde bilebileceğin gibi genius.

    öncelikle yönetmenin sinemasını bilmek, anlamak en önemli meselelerden. richard linklater'ı biliyorsan bir richard linklater filmi izleyeceğini bilmen gerekiyor öncelikle. nedir bu adamın sineması?
    tamamen diyalog ve oyuncu odaklı basit hikayelerden filmler yapmak. adamın tüm filmografisi bu. ve bunda da oldukça başarılı. filmlerini sıralamayacağım lakin bir kuşak o filmlerle büyüdü yaşlandı. hele o
    malum üçleme.

    şimdi gelelim asıl meseleye.

    ekşi sözlüğü 2003'ten beri falan takip ediyorum. bundan önce iki kere başka nicklerle yazarlık yaptım ve iki kez bu mecradan uçuruldum. uçurumla sebeplerime gelince ne bugün burada yazılanların binde birine yaklaşan faşizm dolu entryler yazdım, ne her gün açılan hiçbir anlam ve gayesi olmayan saçma sapan başlıklar açtım, ne seksist bir dille kadınları, erkekleri kısacası insanları aşağılayan, genelleyen entryler girdim ne de özellikle sanat (sinema, edebiyat, müzik) bağlamında bugün burada yazılan yüzeysel, nefret, öfke ve hakaret dolu entryler yazdım.

    eskiden bu sözlükten o kadar kolay (ve aynı zamanda burada tutunmanızı sağlayacak öçüde zor) sebepler yüzünden uçurulurdunuz ki; ne günde 30 tane entry girmeyi, ne alenen faşizm yapmayı, ne felsefi ve düşünsel olarak bir değeri olmayan entry girmeyi, ne yeni bir bakış açısı, derinlik, humor, ironi içermeyen entry girmeyi gözünüz kesmezdi. çünkü o başlığa yazan insanlar cidden işin ehli, ehli olmasalar bile o konu hakkında hem kuramsal, hem düşünsel, hem teorik ve pratik olarak özgün fikirleri olan insanlardı. film eleştirisi yazmak da bunlardan biriydi.

    ben zaman içinde birçok filmle burada ortaya konan farklı bakış açıları, okumalar sayesinde ulaştım ki sözlüğün 'kutsal bilgi kaynağı' mottosuna hep inandım bu noktada.

    şimdi gelinen noktaya bakıp nostalji ağlaklığı yapmak istemiyorum ama cidden memnun musunuz bu durumdan? bakın politik meselelerde ki o korkunç ayrımcılığı, faşizmi, kullanılan ve meşrulaştırılan o nefret dolu, eril dili nispeten anlayabiliyorum (ama nispeten). orada tarih var, olaylar, durumlar, vakalar, dünya görüşü, politik, siyasal kimlikler, mücadeleler, ideoloji vs var. bu sürekli birbirine sövme, çemkirme ve ayrıştırma dili orada nispeten anlaşılabiliyor. peki konu sanat ve özellikle sinema olunca aynı tavrın bu tür başlıklara taşınmasına ne demeli.

    işte büyük ve kocaman sıkıntı burada başlıyor. politik başlıklarda kullanılan aynı dil, aynı tavır artık sinema, müzik, edebiyat başlıklarına da taşınıyor. özellikle de sinema.

    alın işte son örnek nolan efendinin interstellar'ı. orada yazılan 10 entryi okuyup sözlüğün genel durumu hakkında fikir sahibi olabilirsiniz. çünkü orada kullanılan dil, politika, tarih, güncel başlıklarda kullanılan dilin aynısı.

    örnekleyelim:

    ''x entry: nolan'ın tüm bilimkurgu filmlerini çarşıya, pazara yolladığı muhteşem, olağanüstü filmi.

    hemen arkasından filim sevmemiş (ki sevmeyebilir, sorun burada değil) birinin üstteki entrye istinaden yazdığı sözde zeka, yaratıcılık dolu entry geliyor.

    y entry: bilimkurgudan anlamayan orospu çocuklarının bayıldığı, bayık, saçma, mantık hatalarıyla dolu rezalet film.''

    ya da tam tersini düşünün.

    x entry: yeni hiçbir şey söylemeyen, mantık hatalarıyla dolu kötü film.

    hemen cevap geliyor fikirlerin ve nolan'ın yılmaz savunucusu sözlükçüden

    y entry: bilimkurgu filminde mantık arayan orospu çocuklarının bok attığı şahane film.''

    böyle uzayıp giden en az 500 tane entry çıkarırım size. insanların filmlerle ilgili eleştiri kriterleri aynen bu maalesef. oysa örneğin biri çıkıp senaryo bağlamında filme düzgünce bir eleştiri getirse, biri filmin bilimsel yanları üstüne yazsa, diğeri sinemasal karşılığı ola tür, janr içindeki yeri üstüne iki kelam etse başlıyor bu vasat ve cahil ortalama akbaba gibi bu insanlara saldırmaya. eleştiriye hele hele aklı başında eleştiriye hiç ama hiç tahammülü yok bu vasat çoğunluğun.

    kısacası özellikle popüler olan tüm başlıklarda bu dil var. herkes her şeyin uzmanı. beğenen beğenmeyenlerin, beğenmeyen, beğenenlerin düşmanı. ama nasıl bir körleme nefret ve güvenle.

    bakın illa ki benim yazdığım entyleri okuyan badilerim falan var. ben sinema ve diziler üstüne yazmayı seviyorum. bilenler biliyor zaten. hatta en uzun entrylerim genelde bu başlıklara oluyor. ama girdiğim hiçbir entryde bugüne kadar bir filmi beğenen, ya da beğenmeyen insanlara hakaret etmedim. genel ifadeler kullandım elbet. ama asla kat'a bir kişiyi hedef alarak, gözeterek üstelik ona ana avrat söverek bu tür entryler girmedim.

    konu sanat olunca bizde korkunç bir 'renkler ve zevkler tartışılmaz' yavşaklığı vardır. hayır arkadaşım renkler ve zevkler tartışılır hem de öyle ufuk açıcı şekilde tartışılır ki ama karşısınızda ki insanın sizden belli konularda daha önde olması, daha farklı bir bakış açısına sahip olması gerekir. en azından eşitiniz olması gerekir. şimdi örneğin adam recep ivedik seviyor ya da serdar ortaç ve diyor ki zevkler ve renkler tartışılmaz. evet seninle tartışılmaz çünkü sen hep orada kalacaksın. sana biraz senaryosu olan bir film izlettiğimizde 'yeakhh yea bok gibi film, ota boka felsefe yopmuşlar hacu, fulardan ölecek bunlar'' falan diyorsun. ama biri recep ivedik, ya da serdar ortaç'a laf ettimi dünyayı yakıp zevkler ve renkler tartışılmaz zevzekliğine giriyorsun. kaldı ki senin recep ivedik ve muadili olan türk filmlerini sevmenle ilgili bir sorunum yok. sorunum senin için tüm sinemanın bundan ibaret olması da değil. sorun, senin diğer filmlere attığın bakışta. sorunum senin sevdiğin filmleri eleştiren (elbet aklı başında eleştiriden söz ediyoruz) insanlara taktığın sıfatlarda. herkes her şeyden anlamak zorunda değil. hatta herkes sanattan, sinemadan anlamak zorunda değil. ona profesyonel gözle bakmak zorunda değil elbet ama haddini bilmek zorunda. yani kimse senin o muhteşem fikirlerini merak etmiyor gerçekten söyleyecek sözün yoksa. yok ama ben bazı şeylerden anlıyorum iki kelam edeyim diyorsan usturuplu bir şekilde yazarsın biz de ona göre değerlendiririz. bazen de sadece izlersin hepsi bu. illa ki bir fikrin olmak zorunda değil.

    yaratma edimiyle ilgili en ufak bir fikrin yok. bir sanat yapıtının ortaya çıkış süreciyle ilgili en ufak bir firin yok. sanatı, sanatçıyı, estetiği ve bu bağlamda sanat-toplum, sanat-birey, sanat-dünya ilişkisinden bir habersin. ama kıyasıya eleştiriyorsun be kardeşim. eleştirirken hiç otokontrolün yok. hiç düşünmüyor, utanmıyorsun. kaldı ki eleştiri de yapmıyor sadece insanlara küfür ediyorsun. biri bir filmi sevdi diye salak, gerizekalı, orospu çocuğu oluyor, diğer sevmediği için mal, cahil, orospu çocuğu oluyor. kısacası sen kimsin be kardeşim? cidden soruyorum sen kimsin? roger ebert misin? terry eagleton mısın? atilla dorsay mısın ki insanlara böyle kolaylıkla hakaretler savuruyorsun (tabi bu adamlar kimseye hakaret savurmuyorlar, altını çizelim) yani kişisel donanımın, eğitimin, pratiğin ne? kaç filme senaryo yazdın? nerede kuram, eleştiri eğitimi aldın? hangi sinema projesinde yer aldın ki böyle klavye başından dünyayı tazeliyor, dünyanın en donanımlı entelektüeli gibi caka satıyorsun? kaç film çektin, kaç sette çalıştın?

    acizliğin, ifade eksikliğin, cehaletin, sığlığın tüm bunlar. bak iyi oku. elbet eleştiri yapabilirsin. elbet bir filmi beğenir ya da beğenmez bununla ilgili fikirlerini dilin döndüğünce çiziktirirsin bu platforma. ama seninle aynı görüşte olmayan insanlara hakaret edip, aşağılamak, küçümsemek neden? yazarken bir an olsun düşün. okuduklarını bir anla, akıl süzgeçinden geçir. itidalli ol biraz.

    ha sen kimsin derseniz ben (hani herkes övünüp duruyor, herkes yazar ve sinema eleştirmeni ya burada) hem senaryo yazan bir adamım, hem dramaturji hem eleştiri yöntemleri hem de yazarlık eğitimi almış biriyim (şimdi bunların hiçbiri övünç kaynağı değil müsterih ol aslan parçası. sadece ufkunu açmak için). bildiğin diplomam var benim senin bu dünyayı yakıp kül ettiğin konularda. baya diploma diyorum bak. mesela ben gidip bir hukukçu, doktor, öğretmen, mühendis, döner ustası, koltuk ustasına işleri hakkında caka satmıyor, akıl vermiyorum. sen de yapmıyorsun.

    elbet sanat yapıtı insanlarla buluştuğu anda toplumsallaşır, her türden eleştiriye açıktır ama bu eleştiri senin gibilerin kendini bilmez bir yavanlık ve cehaletle başkalarına bir silah gibi doğrulttuğu, küfür, hakaret dolu bir tavır değildir.

    senden rica ediyorum kardeşim, (bu entry küçük de olsa kafanda bir fark yaratırsa şayet) artık bu tür başlıklara yazarken, diğer başlıklarda kullandığın nefret dilini buralarda kullanma. rica ediyorum. tamam kürtlere, alevilere, chpli, akpli, hdpliye kusuyorun da nefretini bari şu dili sanat, yaratım, estetikle ilgili başlıklarda kullanma. şu dünyada (eğer gerçekten anlar ve istersen) insanlığa ilham, yön veren, insanlığı hem düşünsel, hem psikolojik hem toplumsal ve evrimsel olarak daha öteye taşıyan iki nacizane şeyden biri sanat. (biri senin de bileceğin üzre bilim.) neredeyse dünyaya anlam ve ehemmiyet katan, aşkın ve yüce bir ideale dayanan tek şey sanat. belki yaratma ediminin kaygısını, yıkım eşiğini, insanı günbegün yiyip bitiren telaşını, yaratma kaygısının hem düşünsel, hem zihinsel hatta ve hatta fiziksel evrelerini, zorluklarını anlamaktan bi habersin ama ortaya çıkan şeyi biraz olsun anlamaya çalış. sevmediğini elbet eleştir ama insanları söverek, sayarak değil. yapıtın eksik, gedik ve güzelliklerini kişisel süzgecinden geçirip yorumlarak. kaldı ki yazmak zorunda da değilsin ayrıca. bunu da unutma. ama kimseye bu tür konularda hakaret etme hakkın yok. saygı kardeşim saygı. önce ve önce saygı.

    aslında tüm bunları bu filmden bağımsız olarak günlerdir burayı yangın yerine çeviren interstellar başığına yazmak istiyordum ama bu filmin altına bile yazılan bir kaç entryi görünce dayanamayıp buraya yazdım. o filmle ilgili eleştiri yazmaya korkar olduk sayenizde. (bkz: #46991241)

    filme gelecek olursak en başta söylediğim klasik linklater filmi. benim için enfes bir film. ama 12 yılda falan çekildiği için değil. gerçekliği, yaşamsallığı için. o insanların an be an bizimle büyüdüğünü gördüğümüz için. o doğallığın yaşamımızla örtüşen yanlarını gördüğümüz için. büyük hikayeler anlatmak için büyük dramatik gerilimlere, olay, durumlara ihtiyacımız olmadığını bize bir kez daha hatırlattığı için. saf, yalın, gösterişsiz dili için. kısacası illa tecavüze uğramadan, ölmeden, paralel evrenlere gitmeden, dünyayı kurtarmadan, 30 kişiyi dövmeden de yaşamak hali üzerine düşünebileceğimizi ya da film yapılabileceğini bize tekrardan hatırlattığı için.
  • richard linklaterin 2001'den beri oyuncularla her yil bulusarak cektigi, 2013*'te gosterime girmesi planlanan filmi. film, "cocugun" kucuklugunden universiteye girmesine kadar gecen 12 yillik zaman diliminde bosanmis annesi ve babasiyla olan iliskilerini yalanci-belgesel seklinde anlatacakmis. anne patricia arquette, baba ethan hawke, cocuk ellar salmon'mis.

    once ben dusunmustum.. kahretsin.
  • bildigim kadari ile duzeltiyorum: yonetmen bu cocugu 12 yil boyunca her gun cekmemistir. 12 yil boyunca senede sadece 1-2 gun cocuk ile cekimler yapilmis, sonra cocuk kendi hayatina devam etmistir. yonetmen cocugun hayatini dagitmak, duzenini bozmak, 12 yil boyunca bbg falan yapmak istememistir haliyle. dahasi, bu 12 yilin herhangi bir aninda cocuk filme devam etmemeyi secmekte de serbesttir, cocuga bu hakki vererek cekimlere baslamislar. cocugun basina sozlesmeyi kakip da zorla film cekmek istememisler. olur da istemezsin, fikirlerin degisir, suratini sivilce basar, kimseden boyle uzun soz istenmez, sen bilirsin evladim demis yonetmen. boyle dusunceli insanlarin filmidir yani.
  • vizyona girdiğinde olay yaratacak film.

    iki yıl sonra gelen edit: beklenen etkiyi yaratmadığı gibi türkiye'de vizyona bile girmedi. vay amk.
  • on iki sene boyunca, merkeze mason konulmak üzere, dört kişinin( öz baba, anne, erkek ve kız çocuklar) yaşamlarından kesitler sunuyor film bize. filmin çekimlerinin gerçek zamanlı olarak , 12 seneye yayılarak, yapılması hem filmin kendisine-bütününe gerçeklik hissi katmış hem de karakterlerin içinde bulundukları yaş ile alakalı ''hal''lerin filme yansıması sağlanmış . özellikle mason ve samantha karakterlerini , filmin kapsadığı 12 sene içinde farklı farklı kişilerin canlandırması (çocukluk, ergenlik-gençlik) filmin etkileyiciliği ve izleyicinin üzerinde yarattığı gerçeklik hissi üzerinde zedeleyici etkisi olurdu muhtemelen.

    --- spoiler ---

    patricia arquettenin canlandırdığı anne bence psikanalitik açıdan izaha en çok muhtaç karakter gibi duruyor. izlediğimiz iki evliliğinde de benzer erkekleri seçiyor; sorumluluk sahibi ama despot, şiddete meyilli, içki sorunu olan ve bence en önemlisi süperegoları (üst ben) oldukça gelişkin kişiler bunlar. tabii, bu karakterin geçmişinden haberdar olmadığımızdan bunun böyle olmasını kendi çocukluk evresinde oidipus kompleksinin içselleştirilememesinden ya da bu kompleksin doğal yürüyüşünün bir noktada sekteye uğrayıp, bunun da kadını ilerleyen zamanlarda eş seçiminde bir baba figürü arayışına itip-itmediğini bilmiyoruz ama linklater'ın kadrolu oyuncusu ethan reis -çocukların babası- devreye giriyor burada. baba karakteri (kadının ilk evliliği) bence, id'in yön verdiği biri. sorumluluktan hayli uzak, canı ne isterse onu yapıyor. bir bakmışsın alaska'ya gitmiş bir bakmışsın uçsuz bucaksız doğada kamp yapıyor. kafa dengi bi' ev arkadaşıyla birlikte ortalığın bok götürdüğü bir evde kalıyor. müzikle uğraşıyor. açıkçası kafasına ne eserse onu yapan biri. kadının, ethan reisden sonra seçtiği eşler, yani id'i dengeleyen süperego karakterler, bir baba figürü arayışından çok, ilk boşanmanın yarattığı travmanın sonucunda bilinçaltında verilmiş kararlara benziyor.

    ayrıca, oğlunun üniversiteye gitmek için evden ayrılmasıyla -yani anne için, hayat içinde sonu ölüme giden yol içinde bir aşama daha geçildiği hissedilince- annenin kendini koyverip ağlaması film içinde en hüzünlü noktalardan biriydi.

    ethan hawkenin canlandırdığı baba karakterine yukarıda biraz değindim fakat filmin ilerleyen bölümlerinde babayı, başka bir kadınla yeniden evlenmiş ve yeni bir çocuğu olmuş olarak görüyoruz . bir anda karşımıza bıyık bırakmış ve arabasını değiştirmiş olarak çıkıyor. sanıyorum ki, burada araba değiştirmesi önemli bir sahne. yani karakterin kendi içinde yaşamış olduğu bir dönüşümü simgeliyor. burada şunu söylemekte fayda var. freud, ego, süperego ve id'in tanımlarken bir benzetme yapmış muhtemelen konunun daha iyi anlaşılması için; at ve binici örneğini vermiş. buna göre; ego binici ve at id’dir. superego ise öğrenilen bir bölümdür. başlarda kullandığı, spor, son derece hızlı , onu bilinmez maceralara, dizginlenmesi zor isteklere sürükleyen aracı (yani atı) satmış yerine belki o kadar hızlı olmayan ama son derece güvenli bir aile arabası almış olarak görüyoruz babayı yeni evliliğinde. bu yeni arabasını da artık, alaska'ya macera arayışı için filan değil de kiliseye gitmek, aile büyüğünü vs. ziyaret etmek (öğrenilen şeyler) için kullanmakta. yani, bir anlamda karakterinde baskın olan id'i dengelemiş gibi durmaktadır.

    lorelei linklaterın canlandırdığı samantha karakteri her ne kadar mason kadar olayın merkezinde olmasa da, küçükken cin gibi olan, kardeşi üzerinde baskı unsuru olacak kadar dominant bir karakterden neredeyse içine kapanık , pısırık bir karaktere dönüşümünü görebiliyoruz. belli bir yaşa geldikten sonra (doğurganlık) kadınlığının ona durmadan hatırlatılması - ki bunu, babasının yaptığı hamilelik- prezervatif muhabbetiyle görüyoruz. karakter gelişiminin olması gerektiği gibi değil de toplumsal baskılar sonucu birtakım içe tıkılmalar, utanmalar ile şekillendiğini görüyoruz.

    ellar coltranenin oynadığı mason karakteri üzerinden ise daha genel gözlemler yapılabilir. örneğin; 17. doğum gününde hediye edilen tüfek ve incil, a.b.d'nin (ve texas) toplumsal değer yargıları genel bir fikir verebilir. yine mason'ın devam ettiği okulda ders başlamadan önce sınıfta, bizdeki andımıza benzeyen bağlılık yemini gibi şeylerin (hem de iki tane biri texas eyaleti diğeri de ulusal bir şey herhalde) okutulduğu görülebilir. ayrıca, çocukluk yaşlarının ablanın gölgesinde geçmesi, annenin yaptığı evliliklerin ve durmadan yaşanan taşınmaların-savrulmaların mason üzerinde çok daha fazla baskı yaratmasına karşın mason'ın duygusal ve cinsel yürüyüşünün sağlıklı bir şekilde, olması gerektiği bir şekilde geliştiğini söyleyebiliriz.

    --- spoiler ---

    edit: imla
  • en başta scarlet johansson'a benzeyen çocuğun nasıl aliye dizisinde oynayan eser yenenlere dönüştüğünü anlatan harika film. gerçek hayatı birebir yansıtmış yönetmen, abartı yok, aksiyon yok, aşırı duygusal sahneler yok. hayatımda izlediğim en gerçekçi filmlerden. çocuğun üniversiteye giderken annenin masa başında ağlaması ve söyledikleri hayatın bir özeti olmuş işte. bi de yönetmeni en iyi yönetmen oscarını alır, almalı.
  • --- spoiler ---

    çocuğun ergen hallerinin sırası ile justin bieber, matt damon ve tolga karel olduğu film.

    --- spoiler ---
  • 12 yıl boyunca karakterlerin fiziksel dönüşümüyle beraber, arka planda aynı şekilde müzikal dönüşüme de şahit olduğumuz film:

    yellow - coldplay
    hate to say i told you so - the hives
    oops i did it again - britney spears
    anthem part two - blink 182
    soak up the sun - sheryl crow
    try again - aaliyah
    whomping willow and the snowball fight - john williams
    could we - cat power
    my good gal - old crow medicine show
    rock and roll part 2 - gary glitter
    split the difference - ethan hawke
    do you realize - the flaming lips
    freaks! freaks! - pigeon john
    i held onto my pride and let her go - dale watson
    crank that - soulja boy (travis barker remix)
    crazy - gnarls barkley
    we’re all in this together - high school musical
    one - vampire weekend
    hate it here - wilco
    l.a. freeway - guy clark
    1901 - phoenix
    lovegame - lady gaga
    desencabulada - luísa maita
    good girls go bad - cobra starship ft. leighton meester
    lero lero - luísa maita
    let it die - foo fighters
    sous le soleil - major boys ft aurélia
    wish you were here - pink floyd
    radioactive - kings of leon
    sunshine day - osibisa
    telephone - lady gaga
    band on the run - paul mccartney & wings
    she’s long gone - the black keys
    pout - david clark & sam dillon
    helena beat - foster the people
    suburban war - arcade fire
    somebody that i used to know - gotye ft. kimbra
    old black crow - austin steamers
    i’ll be around - yo la tengo
    trojans - atlas genius
    não acorde o neném - moreno veloso
    em todo lugar voz boa - moreno veloso
    que mala - freddy fender
    coisa boa - moreno veloso
    hero - family of the year
    summer noon - tweedy
    deep blue - arcade fire
  • insanın dikkatini çekmek, insanın algısını yönlendirmek için kullanılan en etkili yöntem nedir? mübalağa sanatı. en basit örnekle, bir markete gidip geldiğinizde dahi yorgunluğunuzu karşı tarafa inandırabilmek için aldığınız üç parça eşya o, bu, şu denerek beş parçaya çıkar; gerçekte on dakika beklediğiniz taksi yirmi dakika gelmemiştir sizin ağzınızdan çıkan hikayede. neden? çünkü karşı tarafı etkilemeniz lazım. özleminize, sevincinize, aşkınıza, öfkenize insanları ortak etmenin en tesirli yolu mübalağa sanatıdır. çoğu zaman farkına bile varamadığımız bu anlatıma bilincimizin altında bir yerlerde kendimizi çoktan inandırmış durumdayız.

    yukarıda açıkladığım sebepten ötürü bir şeyleri mübalağa olmadan anlamada, algılamada o kadar çok zorlanıyoruz ki mübalağasız bir anlatım gerçeğin ta kendisi olmasına rağmen gerçek olmaktan çok uzak geliyor bize. çünkü mübalağa içermeyen bir gerçek tesir de edemiyor!

    bir zamanlar anadolu'da gösterime girdiği zaman yaşamıştık aynı tartışmaları. filmin sonunda "ee, yani?" diyen öyle çok insan vardı ki; bu mübalağasız anlatımdan ötürü ne komiserin manda yoğurdu gerçeği ne arap'ın kavun gerçeği ne de muhtarın gasilhaneli morg gerçeği anlaşılabilmişti. boyhood'un da şu an aynı muameleye maruz kaldığı çok açık. olağanüstü fakat mübalağa içermeyen anlatımına "bir şey anlatmıyor bu" yaklaşımı üzüyor ama yadırgamıyorum.

    en iyi film oscar'ını kazanamamasıyla değer kaybedecek bir film değil boyhood. bunun hiçbir önemi yok. aksine bu mübalağasız hikayesiyle oscar'da bulunması bile ilginçti aslında. gerçi onun da bir açıklaması var. inanın bana bu filmdeki "12 yıl" muhabbeti olmasaydı bırakın oscar adaylığını boyhood'un varlığından bile haberdar olmazdık. siyaseti, sporu, sanatı ve yaşamının her alanı mübalağa üzerine kurulu amerika'nın bu filmin sahip olduğu tek ama muazzam "12 yıllık" mübalağasını kaçırması söz konusu değildi elbet. kaçırmadı da.

    bir zamanlar anadolu'da benim için inanılmaz bir filmdi. boyhood'la beraber uzun bir aradan sonra aynı tadı aldım tekrar. söyleyebileceğim son şey, kesinlikle kolay ulaşılabilen bir tat değil bu.
  • izlediğim en samimi ve en sevimli film olabilir.
    dramatik sahneleri olsa da ve filmin sonuna doğru insanda "biz de yaşlanıyoruz be." diye düşündürse de, müthiş bir emek ve estetiğin ürünü olarak karşımıza çıkıyor bu şaheser.

    film belirli bir olay etrafında dönmediğinden herhangi bir konuya vurgu yok.
    vurgu yok ama insanın hislerine öyle güçlü vuruşlar yapıyor ki. bir yazarın dediği gibi neredeyse tüm sinema sektörünün aksine, "mübalağasız bir yapım" bu.

    karakterlerin dönemlere özgü ruh halleri, kız kardeşin üniversite yılları hariç, çok iyi yansıtılabilmiş. oyunculuklar dikkate değer.

    yine karakterlerin ruh hallerine ve filmin geçtiği dönemlere uygun olarak fon müziklerinin uygun bir şekilde değişiyor olmasından ve görüntü yönetmenliğinin başarısından bahsetmek gerekiyor. 2015'te diğer adaylar mı çok güçlüydü de aday olamadı bilmiyorum ama bu iki dalda en azından adaylığı haketmiştir.

    hayata dair konuşmaların olduğu kısımlarda, repliklerin daha derin olmasını bekliyor olabilirsiniz. fakat bu denli derinliği, esasından sıradan insanların karakterize edildiği bir filmden beklemek filmin genelinde ortaya konan doğallığa, sadeliğe aykırı. filmi izlerken, acaba daha etkileyici replikler yazılabilir miydi dedim ve kendime böyle cevap verdim.

    ayrıca, en güzel film finallerinden birini izlemiş oldum.

    herkesin sevemeyeceği bir film olmakla birlikte, aklı başında kimsenin vasat/boş/overrated gibi aptalca ifadeler kullanamayacağı yapımdır.

    kesinlikle çok uzun olması sebebiyle izlemeyi ertelemeyin.

    8/10
hesabın var mı? giriş yap