• bir yazar.

    yazdigi oykulerden on iki tanesi yillar sonra kitaplastirilmis.

    edebiyat uzerine ogrenim gormus. egitiminin ardindan universitenin birinde ogretim gorevlisi arastirma maceraperestligi yapmis. kimseyle yakinlik kurmamis. herkese ayni uzaklikta yaklasmis. ben dag severim bayita tirmanirim pozlarinda takilmis. dag comari rollerine burunmus. buyuk sirketler gelmeden once bu madenlerde buranin yerlileri komur cikarirdi demis. komuru de aracilar buyuk sirketlere satarmis ama bu alakasiz diye de eklemis hep.

    biraz yuksek ogrenimini gordugu ve zamaninda arastirmalara daldigi universitede bir sure sonra gundelikci olarak gunlerini gecirirken kendi oykulerini okuyan edebi metinler ogrencilerini uzaktan izleyen platonov a benzemekte bazi acilardan. birisi daglara cikip tavsan avlarken digeri musluktan kil ayikliyor, ama ikisi de binlerce murekkep lekesini kafalarinin icerilerinde yorumluyor.

    yillar sonra okuyabiliyor insanlar on iki adet oykusunu.

    26 yasinda pompali tufegin ikili agzini kendi agzina dayamaya karar verdigi gune kadar yazdigi on iki adet oykusunu.

    okunmaya deger.
  • "…ülkemi bilmek istiyorum. ona dokunmak, onu görmek istediğim kadar onu tatmak, koklamak ve duymak istiyorum. eğer tarlalar tezek kokuyorsa bunu bilmek istiyorum. eğer herhangi bir dağındaki suyu tatlıysa, ne kadar tatlı olduğunu bilmek istiyorum. rüzgarın otlardaki hışırtısını duymak ve ağaçları savurmasını görmek istiyorum. ama en çok tüm bunları hissetmek istiyorum. ilk ağızdan bilmek istiyorum. greyhound şirketini, ya da ciğerlerimde bayat klima havasını ya da kulaklarımda önceden kaydedilmiş sesleri istemiyorum. eğer bir amerikalı olmam gerekiyorsa (ki öyleyim), kendi ülkemde küçümsenmek istemiyorum. "

    annesine henüz on dokuz yaşındayken yazdığı bu satırlardan, kök saldığı toprakların pancake için ne kadar kıymetli olduğu ne kadar aşikar. yirmi altı yıllık kısacık bir ömürden sağlığında altısı yayımlanmış topu topu on iki öykü kalmış bize. çocukluğunun ve ilk gençliğinin geçtiği tarlaları, madenleri, pislik içindeki barları, karşılaştığı hep kaybetmeye mahkum o erkekleri ve kadınları o kadar iyi biliyor ki, yazdığı satırlar berrak bir akarsuyun altındaki çakıl taşları gibi parıldıyor.

    ömrünün sonuna doğru, yaratıcı yazarlık eğitimi aldığı charlottesville'den annesine yazdığı mektupta şöyle diyor pancake:

    "bu (eğitim) bittiğinde batı virginia’ya döneceğim. ruhumda çok eskilerden kalan ve derinlere kök salan bir şey var. hayaletimi o ağaç kabuklarından birine bıraktığımı düşünmeyi seviyorum ve onu bulana kadar da oradan asla temelli ayrılamayacağımı biliyorum . ve onu aramak da istemiyorum, çünkü onu bulabilir ve ayrılmak zorunda kalabilirim. "

    birkaç haftadır belirli aralıklarla, yüz kitap'ın bastığı "kışın ilk günü"'nü okuyorum ve mücevher değerindeki bu on iki öyküde her defasında farklı bir detayla karşılaşıp bir kez daha hüzünleniyorum. doğduğu ve büyüdüğü toprakların rengini, kokusunu, kirini, pasını, ağır yaşamlar yüklenen insanlarını çok iyi tanıyan ve onların hayatlarını büyük bir zerafetle kelimelere döken bu adamın beş parasız, reddedilmiş, yalnız bir halde bir elma ağacının altında, hikayelerinin pek çoğunun da kahramanı olan tüfeğini ağzına dayayıp hayatına son vermiş olmasını hâlâ kabullenemiyorum.
  • yirmi altı yaşındaki gencecik ölüm tercihine üzülsem de bu kadar duyarlı ve yetenekli bir insana bu dünyanın verebilecek bi şeyi olduğunu sanmıyorum, dünya gezegeni ona ait olanlar için güzel, olmayanlar için işkence; pancake gibi insanların özlerinde taşıdıkları şeyin yanında dünyanın güzelliği sönük kalıyor. bu, tanimlayamadığım ama çekimine kapıldığım bir şey; ihtiyarlara yer yok'u okurken şöyle bir cümle okumuştum: "insan hayatta bazı şeylerle ve belirli şeylerin delilleriyle karşılaştığında boy ölçüşemeyeceği bir şeyle karşı karşıya olduğunu anlıyor" pancake'in kışın ilk günü adlı öykü kitabını okumaya başladığımda ilk aklıma gelen bu cümle oldu.
hesabın var mı? giriş yap