• yeşil eriğin fragmanı.
  • annemin ninesi çok severmiş ama dişleri olmadığı için öyle bildiğimiz gibi yiyemezmiş bu meyveyi. e takma dişler filan da bugünküler kadar iyi değil, olanı da almaya para yok zaten. o da alır, havanda güzelce döver, tuz ekip kaşık kaşık yermiş. annem de çocuk haliyle o dövülmüş çağlayı yemeye özenirmiş. havanda sarımsak da dövüldüğü için, sarımsağın kokusu çağlaya sinermiş. "hâlâ o kokulu çağlanın tadı damağımdadır." diyor valide.

    eskiler yokluktan varlık çıkartırmış velhasıl...
  • yılda bir kez çıkan, bu nedenle bilimum nutella ve uludağ limonatadan ve hatta banu dan daha değerli yaz postacısı.

    var olduğu bir ay içinde, dur lan kıymet bileyim, parası neyse verip hayvan gibi yiyeyim deyince, karın ağrıtan cilveli, tamam lan usturuplu yiyeyim bari tuza az banayım deyince hemen mevsimi geçip kartlaşan tripli.

    ekşideki yerini hiç haketmediğini düşünen nutella'ya düşman, üç beyazdan en beyazı tuza dost.

    turfandası olmayan, lezzeti için tüylerini aldırmaya gerek duymayan ukala.
  • bu ismi taşıyan kızların güzel olmama ihtimali yoktur.
  • bu sezonun vitrinlerinde yerini almış, insanın hayatını güzelleştiren küçük yeşil şeyler.

    cuma gününden beri kıvranıyorum. bir buçuk aydır tanık adı vermesi gerektiği konusunda baskı yaptığım müvekkil, duruşmaya 3 gün kala sinir krizi geçiriyor. belediyeden anons yaptırayım istersen avukat, duymayan kalmasın diye bana çemkiriyor. sakin oluyorum, çünkü hava portakal çiçeği kokuyor. tanığım yoktur diye beyanını alsam, dava benim sorumluluğumda olmaksızın bal gibi kaybediliyor. pazartesi ararım diyorum, dilekçem hazır, sadece isim ve adres alanlarını boş bıraktım, pazartesi konuşuruz. cuma akşamın sekizi, benim canım sıkılıyor, ama hava da güzel bir koku var, ne olduğunu anlamıyorum, ama keyif veriyor.

    cuma gece oluyor, günün gerginliği geçer umarken daha da daralan bünye etrafında bira şişesi ve cankuş arıyor.**
    cankuş ikiletmez, atlayıp geliyor, ve fakat biz, büyük bildiğimiz ana babanın ebeveyni rolünü çocukluktan yüklenmiş tiyatro sevmezler olarak, biranın ilk yudumu burnumuzdan getiriliyor. napııcan, çocuğun, evlat hayırsız da olsa evlat, gidip sahip çıkılıyor. her yerde olduğu gibi, en olmadık anda, gecenin dördünde, ''ehhhh başlarım travmanıza mına koyim, velayetimi kim alcak onu söyleyin'' diye taşak geçiliyor. gecenin sabaha yakın anı, havada bir koku var, neydi bu? hala anlayamıyorum. yine de gülümsetiyor.

    cumartesi oluyor. gece arıza çıkararak arıza örtüp, sabaha karşı evi terk etmiş bedenim, kuzeninin kıyafetleriyle sarhoş uyandığında saatler, çok önemli randevuya 2 saat kaldığını söylüyor. lakin ruh hep aynı ruh, o telaş arasında dahi, bir ara havayı koklayıp, ''abi bak demedi deme, kesin süper bi'şey var, sen yine hiç yere mutlu ol'' diyor. oluyorum.

    çok önemli gergin randevu sarhoş ve akşamdan kalma halime rağmen başarıyla sonuçlanıyor. dört saat sürüyor. dört saat boyunca, gerek teorik, gerek pratik, ve pek çoğu çalışmadığım yerlerden gelen sorular, üstüme oturuyor. içimden akan cümle ''hoca bana taktı yeaaaa, mezun olduğum gün çizicem şerefsizin arabasını'' iken, ''yani bence en temiz yol ipotek tabiy'' şeklinde ağzımdan çıkıyor. o esnada bile enik gibi havayı kokluyorum, duyuyor ama hala anlayamıyorum, sürpriz havada duruyor, gülümsüyorum, karşımdaki adam kendini bi bok sanıyor.

    cumartesi akşam oluyor. bütün gün telaş, iş güç, baş ağrısı, dünün sıkıntısı vs. yüzünden ilgilenmediğim cankuşun nişanlısı ms. ortak cankuş'un suratının asık olduğu o an fark ediliyor. vuhuuu.. bi kavga da orada patlıyor. ms.gelin haklı, o ev taşırken sağda solda buluşup içen nişanlısı ve görümcesi ikilisini dekmelemek istiyor. konuşarak anlaşabilen insanlar olduğumuzun daimi farkındalığından olsa gerek, olay çözülmeden ofisten çıkılmıyor. farkındalık kelimesini cümle içinde kullanmak hepimize ağır geldiğinden, ofisten çıkıldığında, kafalar güzel oluyor. içmeye devam etmek için gidilen ortamda, istek parça yazmak için verilen kağıdın ne işe yaradığını anlamak için türlü saçmalıklar, itinayla yapılıyor. koku değil mi? evet hala var, kendini belli etmiyor.

    yeri geldiğinde bir perşembe'ye, hatta alelade bir salı'ya dahi kimseyi iplemeden pazar muamelesi yapan beden, gerçek bir pazar sabahı, gerçek bir saat 8 de uyanıyor. tanık gösteremediği tanık listesinin dilekçesini nasıl yazacağı konusu, haliyle biraz zorluyor. adliyeye dahi gidiyor. yetiştiremediği işler için pazar gününü heder etmiş katipleri taciz yoluyla huzursuz edip ''naapsaaam yeaaaaa? arabasını mı çizsem?'' diye ortalıkta dolanıyor. bi bok yapamıyor. kahvaltı edeyim diye oturduğu masadan kahve içip kalkıyor, balık tutayım diye gittiği deniz kenarı kayalığına çöküp ''oveskiie heaalimdeeaaan eseeer yokşimdiiyahh'' diye şarkı söylüyor. okey oynamaya gidelim bari diyen arkadaşlarını itinayla ve sessizce onaylıyor ama okey yerine biraya dönüyor. anlayacak gibi oluyor, ama hala bilemiyor. eksikmiş gibi, pazar gexesi ikiye kadar geçen haftadan söz verilmiş misafirliğe gidiyor, aklında uçuşan sıkıntılar, havada uçuşan umutlu kokular arasında, tek derdinin masadaki piyazın sos tarifiymiş gibi davranabiliyordu.

    sendromlu diye adı çıkmış bir güne uyanması, o güne trip yapmayacağı anlamına gelmiyordu tabi. yedide uyandığı pazartesi'ye yüz vermedi. bira içerek sözlükte vakit geçiren 16 saat sonrası haline göz kırpıp, çok güzelsin dedi. günün işi, günlerdir duyduğu kokunun anlamını bulmakmış da, diğer her şey ona nedenmiş gibi davranıp dışarı çıktı.

    en sevmediği yürümek fiilini, en sevmediği erken vakitte yapıyor olması, belki size göre değil ama bu salağa göre ağır bir başkaldırı, adeta bir hayata meydan okumaktı. elini cebine attı. boş blöfüyle cebe giren el, dolu bir yeşillikten rahatsız olup anında dışarı çıktı.

    bir avuç dolusu çağla ile sabahın sekizinde yolun ortasında sırıtmak, belki ağır kalabalık, ama güzel bir hayatın nedeniydi. çağla çıkmıştı. ve hava, portakal çiçeğiyle karışık, çağla kokuyordu.
  • yamulmuyorsam bu kategoriye giren iki tür çağla var. biri "çağla badem" olarak bilinen bademin yeşil hali, diğeri "kayısı çağlası" olarak bilinen kayısının olmadan önceki yeşil hali. kayısı çağlası büyük şehirlerde biraz zor bulunur ama bulunursa affedilmemelidir. bademe göre farklı bir lezzet, daha güzel bir kütürdetme imkanı sunar.

    en güzel karın ağrısının, tuzla sızlayan dudakların sebebi. hastasıyım! ohş!
  • önce boylamasına ısırılır ve çekirdeği ayrılır, içinde kurt var mı diye bakılır, sonra ayrılan iki parça yenir kalan sulu çekirdek tatlı niyetine üstüne yenir,işte çağla böyle yiyince güzeldir.
  • annenin elindeki tabağın içinde görüp de " aa çıktı mı ya ne güzel" tepkisi vermeyenin olmayacağını düşündüğüm yeşillik..
  • stil olarak papaz erigi gibi yenilen; ilkbahar sezonu ile beraber ciktigina dua edilen iki meyveden biri. once isirilir, sonra tuz tatbik edilir (bu yuzden o ilk isirik ba$i hafifce koparma amaci guder) daha sonra da sapindan tutularak tamami yok edilir. kap kap yiyip mide bozmaya kadar varabilecek bir keyif.
  • yanlış bilmiyorsam, badem ağacının verimli olması için bir kısım bademin henüz olmamış / ham halinde toplanmışına verilen isim.

    badem ağacı çok mahsul verdiğinde, fazlası toplanarak ham halde satılır ki geri kalan iyi şekilde beslenip kalite mahsule dönüşsün. ve tabi badem ağacının fazla miktarına göre de fiyatı belirlenir.

    ne enteresan değil mi; aslında bir nevi fazla, telef olarak düşünülen bir şeyi paraya dönüştürülmesi insan tarafından; buna rağmen insanın telef olduğunu düşündüğü şeyin bile besin olarak kıymetli olması doğada ....
hesabın var mı? giriş yap