• kendine mektup yazıp postalayan şair.
    galatasaray lisesinde okuduğu yıllarda kendini çok yalnız hissedermiş. herkese mektup gelip ona gelmediğinde çok üzüldüğü için kendi kendine mektup yazar, postaya verir ve sonra da mektup almış gibi sevinirmiş.
  • desem ki vakitlerden bir nisan aksamidir,
    rüzgârlarin en ferahlaticisi senden esiyor,
    sende seyrediyorum denizlerin en mavisini,
    ormanlarin en kuytusunu sende gezmekteyim,
    senden kopardim çiçeklerin en solmazini,
    topraklarin en bereketlisini sende sürdüm,
    sende tattim yemislerin cümlesini.

    desem ki sen benim için,
    hava kadar lâzim,
    ekmek kadar mübarek,
    su gibi aziz bir seysin;
    nimettensin, nimettensin!
    desem ki...
    inan bana sevgilim inan,
    evimde senliksin, bahçemde bahar;
    ve soframda en eski sarap.
    ben sende yasiyorum,
    sen bende hüküm sürmektesin.
    birak ben söyleyeyim güzelligini,
    rüzgârlarla, nehirlerle, kuslarla beraber.
    günlerden sonra bir gün,
    sayet sesimi farkedemezsen,
    rüzgârlarin, nehirlerin, kuslarin sesinden,
    bil ki ölmüsüm.
    fakat yine üzülme, müsterih ol;
    kabirde böceklere ezberletirim güzelligini,
    ve neden sonra
    tekrar duydugun gün sesimi gökkubbede,
    hatirla ki mahser günüdür
    ortaliga düsmüsüm seni ariyorum.
  • 37 yasindayken yas 35 yolun yarisi eder diye siir yazan ve 46 yasinda olen insan..
  • ölümün şairi, karamsar dizelerin şairi diyerek kendisine haksızlık ediliyor. cahit sıtkı tarancı aksine tutkuyla yaşamanın şairidir. yaşamayı delice sevmenin şairidir. hayatından eksilen her günün acısını tek tek çekmiş olmasının sebebi de budur.

    yaşamayı sevmeyi insanlar yanlış anlıyorlar. bir insanın erişebileceği yeğane seviye kendi bilincinden haz almasıdır. bu insanın tekilliğidir. tamamlanmış, tutarlı, kendi kendini doyurabildiği bu noktada artık insanı korkutabilecek tek şey kalır. bu hazzın bitişi.

    her derde katlanırım yeter ki penceremden gün eksilmesin diyen insanın teması ölüm korkusu değildir. var olmaktan duyduğu hazdır. bu seviyeye yakın bile olmayan insanlara söylenecek şey değil bu, bu yüzden de anlaşılmamış ne yazık ki. gördüğü, işittiği, dokunduğu her şeyin bilincinde yarattığı yankıları anlatıyor şiirlerinde. her birinin tek tek ona nasıl büyülü, muazzam geldiğini anlatıyor. bunlara alışmış bir insanın aksini kabullenemeyeceğinden bahsediyor.

    bir kez idrak ettiklerinden haz almaya başladığında insan, karşılaşılan her olgu yeni bir uyaran oluyor. bir döngü halinde bilincin ve evren arasında gidip gelerek ve giderek hızlanarak hazza boğuluyorsun. bunu mevlana'da da görmek mümkün. kontext farklı ancak mekanizma aynı. cahit sıtkı tarancı'nın şiirlerini okurken bunun çokça örneğini görmek mümkün. bahar sarhoşluğu şiirinde bir baca heyecanlandırıyor şairi. ölümden korkan değil, yaşamaktan, var olmaktan tutkuyla haz alan bir insanın sözleri bunlar.

    ben en azından böyle anacağım hiç tanışmadığım güzel dostum cahit'i.

    ...
    bahar sarhoşluğu

    ilk sevgilimin gülüşüne benzer
    bir nisan havası değil mi esen?
    zincirlere, kelepçelere inat,
    kanatlarımı açmak zamanıdır;
    allahaısmarladık kaldırımlar.

    giyenler düşünsün dar elbiseyi;
    ölçülü sözü, hesaplı adımı
    ben kurtuldum kafeste kuş olmaktan;
    saltanat sürer gibi uçuyorum,
    erik ağacı gelin olduğu gün.

    hayranım bu şehrin bacalarına.
    irili ufaklı, hep bir ağızdan,
    nasıl derinden gökyüzüne doğru
    bir türkü söylüyolar öyle sessiz!
    dumanın daim olsun güzel baca!

    yuvası saçakta kalan kırlangıç,
    yuvası dallara emanet serçe.
    derken camiler üstünde güvercin,
    minareler katında geçiyorum,
    gökyüzü mahallesi istanbul'un.

    süt beyaz bir martıyım açıklarda.
    gemilere ben yol gösteriyorum,
    buğday ve ilaç yüklü gemilere.
    bir kanat vuruşta bulutlardayım;
    bir süzülüşte vatanım dalgalar!
  • ecinnilerle boğuşulan korkulu, sıçramalı, bol kesilmeli, susuz ve rahatsız bir gecenin ardından iki üç senedir sürekli aklıma gelen bir hayalimi (uktemi) bugün gerçekleştirdim.

    cahit sıtkı tarancı’nın kabrini ziyaret ettim.

    önce mezarlık bilgi sisteminden tarancı’nın bulunduğu, çiçeklerle birlikte olduğu yeri öğrendim.

    ankara cebeci asri mezarlığı, ada no: 12, parsel no: 138 (147. sokak ile 149. sokağın kesistiği bölge. mezarlığın 2. kapısına yakın.)

    tabii her şey böyle internetten bakıp gitmek kadar kolay olmadı. mezarlığın içinde bir saate yakın aradım kabri. gerçi güvenlik görevlilerine de sordum; ama her zaman olduğu gibi aklımda tutamadım “şurdan sağa-ordan sola-sonra tekrar sağ-500 metre yürü-kulübenin 300 metre ilerisinde” tadındaki tarifi.

    hoş, bu sayede mezarlıkta, kendine has bir havası olan yeşilliği bol mezarlıkta, hava güneşli olmasına karşın nisan rüzgarları gibi ferahlatıcı esintiler eşliğinde gezdim. hiç gocunmadım. birçok kelli felli insanın mezarını gördüm. ntv’nin sahibi ferit şahenk’in babası da oradaydı. asala tarafından şehit edilen türk diplomatlar oradaydı. bilmem ne bankasının muhasebat müdürü de oradaydı. yozgat/sorgun/güveçli köyünden ayşe öztemiz de oradaydı. gökyüzü ya da güneş nasıl tüm insanları sarmalıyorsa, toprağın yaptığı da bundan başkası değilmiş.

    sonra mezarlığın bahçıvanı anladı benim derdimi. alıp götürdü beni önünden en az iki sefer geçip de görmediğim mezara. (gerçi bahçıvanla karşılaştığımda bulmak üzereydim.)

    sonra?

    http://i.imgur.com/dlpyxqk.jpg

    sonrası sessizlik.

    aslında sessizlik değil.

    bahçıvan, beni tarancı’nın torunu sanıp başladı mezarlığı temizlemeye. ben hiçbir şey demedim halbuki. arsız otları temizledi. ölümle ilgili, sahip çıkılmayan ölülerle ilgili, hayırsızlıkla, nankörlükle ilgili biraz hamasi de olsa doğru şeyler söyledi. sonra, tarancı’nın annesinin mezarındaki kart otları temizlerken bir adet kartvizit buldu. bu bahçıvanın geçen sene ölen kardeşi de mezarlıkta bahçıvanmış. mezarların üzerine telefon numarasını bırakıyormuş ki mezar bakımı yapılabilsin, üç beş kuruş kazanabilsinler. o an, değişik bir andı. tarifsizdi.

    http://i.imgur.com/k90ht6m.jpg

    sonra, karşılıklı iyi dilek değiş tokuşunun ardından bahçıvan gitti. çiçek filan ektirmek isteyip istemediğimi sordu. iki kasa kadar fide dikilebilirmiş. diyemedim ki orada yatanın kendisi o çiçekler diye. diyemedim.

    sonra?

    oturduk.
  • 1929 yılında henüz 19 yaşında iken, ailesinden aldığı bir mektuba yazdığı cevap şöyledir; "...zannedersem ne deliyim ve ne de çocukça şeyler düşünecek yaştayım...vaktinden evvel acı bir sürette pişmiş bir meyveyim ki varlığımda toplanan lezzeti şiirin ilahi kalbinde göstereceğim..."
  • heceyle en güzel şiirlerini yazan ama garip akımı etkisiyle serbest vezni de deneyen tarancı'nın lirik poetikası her zaman cezbedicidir. kişisel dertler, gelgeç sevdalar, çocukluk özlemi ve yuva nostaljisi, özlem duygusu, memleket düşleri onun şiirinin belli başlı temaları arasındadır. sevdiğim bir şiiriyle, anısına saygı duyarak anıyorum bu engin ruhlu şairimizi:

    "kar ve ben"

    1
    esiyor tane tane yine beyaz bir rüzgâr.
    söyleyin hangi kuşun kanatları yolundu?
    yine hangi ağaçtan döküldü bu yapraklar?

    yağan beyaz bir sükût, bir mahşerdir sanki kar!

    bir hicret sevdasıdır ruhumu sardı yine.
    ruhum gibi pervasız yoldaşlar da bulundu.
    ruhum karıştı gitti bu kar tanelerine;

    şimdi yağan kar değil, ruhumdur kar yerine.

    2
    semadan yere kadar bütün gördüklerinden
    usanç duyan gözlerim bir şeyde karar kıldı,
    bembeyaz bir güvercin kanadına takıldı.

    ben ne gurup bilirim, ne gece bilirim ben,
    uçuyor gönlüm beyaz bir sükût sevincinde;
    bir kadın gördüm ki ben beyaz güller içinde.

    ruhuma bağışladı bu kadın servetini.
    ne bir yara var artık, ne bir leke ruhumda;
    o şimdi rüyasının denizinde bir ada.

    bir sevgili sahibi olmak saadetini
    kim bilir benim kadar… ben et kemik yığını
    duydum beyaz bir nehrin içimde aktığını.

    ____________

    ve serbest çağrışım;

    freud: kadın=bilinmeyen bir kıta.
    tarancı: o şimdi rüyasının denizinde bir ada.
  • melankolisinden ürkerim. bazen içimi daraltır. ama dün babalar günü ile ilgili can dündar’ın yazdığı köşede kendisinin yıllar evvel babasına yazdığı bir yazıyı okuyunca, beni güldürdü.
    şöyle bir mektup kaleme almış

    ‘’ çok muhterem babacığım,
    diyarbakır’ı terk edeli 20 gün kadar oldu. geçmiş ayın bu günlerinde beraber oturup kalktığımızı, yiyip içtiğimizi ve gülüştüğümüzü, mağrur kahkahalarımızın kulaklarımızda uzun müddet manalı çınlayışı, ruhumuza sığmayan ezeli sarhoşluk ve ilahi saadet, sizler, kardeşlerim, akrabalarım, hepiniz birbirinden ayrılmadan bu müstesna tabloda mazi diye karşımda sönmeye mahkum, zayıf bir mum gibi tüttükçe çıldıracağım geliyor ve bu korkunç ve amansız harikayı tuğyan eden ruhum baştan başa lanetliyor.
    1929 senesi yazı, hayatımızda daima yad edilecek mesut bir devredir. bugün teşrinievvel üç... 9 gün sonra mektebimiz açılıyor.’’

    yine daraltıyor değil mi, bildik melankoli, kendine zindan ettiği hayat. ama şimdi devamı geliyor mektubun.

    ‘’ bugünlerde vaat ettiğiniz 200 liranın çıkarılacağını zannediyorum. ne kadar evvel gönderseniz hakkımda o kadar hayırlı olur ve mektepteki yerim de o nispetle kökleşmiş olur.
    bu sene de ikmale kalmamaya azami gayret sarf edeceğimi söylemeyi lüzumsuz ve zait addediyorum.’’

    bu ne cahit, bu ne? bunların hepsi para istemek için hazırlık mıydı? mahkum olmalar, zayıf mum ışıkları, çıldırmalar… senin yüzünden senelerce yaşımız otuz beş olacak diye korktuk, kelimelerinle kendimiz kestik. meğer sen de herkes gibiymişsin.

    ‘’ madem ki oğullarınızı kendiniz gibi seviyorsunuz, madem ki onların muvaffakiyetsizlikleri sizin de kalbinizi vahşi bir işkenceye maruz bırakıyor, madem ki onların muvaffakiyetlerini kendi muvaffakiyetiniz gibi benimsiyor ve göğsünüz, koltuklarınız kabarıyor, şuna emin olabilirsiniz ki o yavrular da sizi her yerde ve daima asarıyla müftehir ve mağrur bir baba mevkiine çıkarmakta varlıklarını harcamaktan çekinmeyecekler ve icabında bu uğurda hayatlarını bile eritmekte haklı bir zevk duyacaklardır.
    hürmetle ellerinizi öperim şeker babacığım.
    cahit’’

    buna tehdit denir. rüşvet istiyorum denir. pohpohlama denir.
    ben başka bişey demiyorum. te heyy.

    http://www.milliyet.com.tr/…ari&a=can dündar&ver=31
  • ben küçükken bizim evde şiir kitabı vardı. ve ben o şiir kitabını elime alır ve şiirleri kendi bestelediğim müzikler eşliğinde şarkı yapar, söylerdim. o yüzden neredeyse bütün şiirlerini yaptığım o iğrenç müzik eşliğinde ezbere bildiğim insandır.
  • "bir ses bana: "gel!" dese, ben o sesi işitsem
    kimsecikler duymadan bir kapı açıp gitsem."

    dizelerinin sahibi.
hesabın var mı? giriş yap