• cennette geçen film.

    yemyeşil bir yazlık belde, taş köy evi, iştah açan kalabalık yemek sofraları, meyve ağaçları, sakin gündelik bir yaşam, serin nehirler, entelektüel insanlar, ileri görüşlü açık kafalar, estetik vücutlar, sanat, sevgi, cinsellik, anlayış, tevazu, empati, huzur. koca filmde kimse kimseye sesini bile yükseltmedi lan. italyan aile anadili gibi ingilizce konuşuyor, baba arkeoloji profesörü, anne almanca kitabı simültane çevirebiliyor, çocuk piyanoda beste yapacak hale gelmiş, fransız kız arkadaşıyla fransızca konuşuyor. uygarlık seviyesi 10 üzerinden 11'e çıkmış. dünya üzerinde gerçekten böyle bir yer var mı? bu gezegen dünya ise biz nerede yaşıyoruz?

    beni konusundan çok ortamıyla büyülemiş bir ütopya filmi. insanlık görmek istediğimde açar açar izlerim artık.
  • gecenlerde aklima ‘ya o cok iyi bi filmdi ama ben dikkatli izlemedim’ diye bir dusunce dustu bu filmle ilgili durup dururken. kiz arkadasimin sirf gay filmi diye izleyelim de izleyelim diye tutturmasindan dolayi filmi az bucuk onyargili ve hafif sinir olarak izlemistim. bu dusunce aklima iyice girince geldim evime actim tekrar filmi, sigarami da ictim leyla kafayla izledim (idrak yetenegimin en top yaptigi anlar). yasanan ask hikayesine gelmeden once deli gibi icime isleyen sey o guzel, huzurlu, sanat ve bilgi dolu, sayginin, degerin, mutlulugun hakim oldugu ev ve aile oldu. su hayata birdaha gelsem en cok isteyebilecegim sey boyle bir aile olurdu herhalde. tum duygularin, yargisizca ve gayet seffaf konusulabildigi, hissettigin, icinden gelen hicbir sey icin utandirilmadigin, temasli sevmekten utanilmayan, koltukta annen ve babanla sarilip kitap okuyabildigin bir aile. ruyalardan da guzel. bilincsizlik yok. cahillik yok. travmatize etme yok. serbestsin. ciplaksin, saklamak ya da saklanmak zorunda degilsin. o babanin son sahnede konusmasi. neler vermezdim bu bilincte, bu kafaya ve karaktere sahip, kosulsuz ve acik bir sekilde seven bi babaya sahip olabilmek icin mesela. sanirim filmde asil verilmek istenene tam da bu yuzden odaklanamadim. kurgulanan aile kalbimi oyle kirdi ki, hayattan neler alebilecekken neler aldigimi yuzume tokat gibi carpti. yine de guzel bir ask hikayesiydi. en az elio kadar yutkundugumu soyleyebilirim, bir film sana ne kadar cok his yasatabildiyse o kadar iyidir. sinemanin varolus sebebi budur.
  • oliver, elio'ya şöyle diyor;

    - beni adınla çağır, ben de seni adımla çağırayım

    elio, oliver'a bakarak "elio" diye sesleniyor. oliver da elio'ya bakarak, "oliver" diye...

    ve böylece anlaşıyorlar.

    incelikli bir istek, incelikli bir sahne. çünkü bütün olan bitenler karşısında; elio, kendini nereye koyacağını bilemiyor. odasına, eve, bahçelere, dalıp çıktığı sulara, bitkiler ve hayvanlar alemine bir türlü sığamıyor. çünkü tanımlayamadığı hisler yaşıyor. korkuyor, istiyor, geriliyor, yine istiyor, çok çekiniyor ama çok istiyor. içinin bu karmaşası içinde emin olduğu bir şey varsa; o şey sadece "oliver". ve ona duyduğu hayranlık. ve ona hissettiği sevgi ve arzu.

    oliver'ın elio'ya, "beni adınla çağır" demesi işte bu yüzden incelikli... "benden eminsen, bana hayransan, bana baktıkça beni istediğini görüyor ve bu isteği anlıyorsan; kendinden de emin ol, kendine de hayran ol, kendini yargılayıp hırpalama, bana baktığında bende gördüğünü kendinde de gör, benim sana baktığımda gördüğümü beni her adınla çağırışında hisset..." demek gibi incelikli.

    "isim" benim için mühim bir şey, o insana seslenmekten öte bir kanal açtığını düşünüyorum. sevdiğim insanlara isimleriyle seslenmeyi çok seven ve bunun bir tılsımı olduğuna inanan beni, kıskıvrak yakalayan bu sahne için bu filme bir teşekkür borçluyum. bir teşekkür de, başlıkta çokça bahsedilen harika müzikleri için gelsin...

    https://www.youtube.com/watch?v=dcsyocpqyok
    https://www.youtube.com/watch?v=ljytbqnwtei
    https://www.youtube.com/watch?v=lgd9i718kbu
  • babayı geniş bulanlara sadece bir çift lafım var.
    umarım evladınız eşcinsel olmaz.
  • filmle ilgili röportajları izlerken armie hammer'ın anlattığı bir anıya denk geldim, adeta tepinerek güldüm. ben adamı havalı, kibirli, burnundan kıl aldırmaz bir şey sanıp dururken karşıma hayvan gibi komik biri çıkmasın mı?

    olay şöyle: ekip, italya'da buluşuyor. başrolümüz timmy ve armie daha yeni tanışmışlar vesaire. sonra yönetmen luca diyor ki bunlara "haydi rastgele bir sahneyi canlandırın, bakalım birbirinizle uyumunuz nasıl". senaryoda -atıyorum- 73. sayfa çıkıyor şanslarına. peki sahne ne diyor: oliver ve elio öpüşmektedir.... el mahkum, öbüşecekler! ama nasıl? adamlar yeni tanışmış ve aslında son derece heterolar (düşman başına şu durum yemin ederim). her neyse, görev bilinciyle bunlar başlıyorlar birbirlerini öpmeye. armie diyor ki, en son hatırladığım -aradan ne kadar zaman geçtiğini asla bilmesem de- öpüşerek çimlerde yuvarlandığımız ve kesinlikle luca'nın ortalıklarda olmadığı! hatta bir allahın kulunun ortalıkta olmadığı

    bunları baş başa bırakıp kaçmışlar meğer ahahahajdjshdjsdh
  • iki biseksüel erkeğin aşkını anlatan film. hakkında herhangi bir yerde bir övgü yazısı gördüyseniz, evet, doğru söylüyor. o yoruma güvenin. 10/10. mutlaka izlenmeli.

    bu filmi neredeyse bir yıl boyunca bekliyor olmasaydım ve kitabını tekrar tekrar okuyup bu hikayeyi düşünerek birçok gün geçirmeseydim, yukarıda yazılan şeyler kafi gelir ve film hakkında gevezelik yapmama gerek kalmazdı. izleme imkanı bulunca gidin ve izleyin işte. ama bu aşk öyküsüne tutuldum ve filme dokunan her şeyi sevgimle boğmak istiyorum. çünkü durursam, ölürüm.

    --- spoiler ---

    film ve kitaptan detaylar barındırır
    --- spoiler ---

    hangi birini ele alsam bilemiyorum. oyuncular, yönetmen, görüntüler, müzikler, mekanlar ve öykü... çağrılan isimler. kitap.
    kitap bambaşkaydı. ben bu kadar yoğun ve gerilimi yüksek bir aşk okumamıştım. elio'nun aklından, yüreğinden, düşlerinden geçenler o kadar çarpıcıydı ki bazen duraklayıp bir nefes alıyor ve öyle devam edebiliyordum okumaya. bir insanın en gizli arzularını bu denli doğal, akıcı ve şiir gibi anlatan bir şeyle karşılaşmamıştım bu romana dek.

    her kitap uyarlaması filmin kaderi gibi, kurgu tamamen perdeye aktarılamamıştı, ki bu hiç sorun değil. luca guadagnino'nun anlatma biçimi çok güzeldi ve hala kalbimin heyecanla çarpmasına neden oluyor. kitabın orta yerinde bazen günler öncesinde yaşanmış bir şeye götürüyordu elio bizi. filmde ise olay örgüsüne bir düzen verilmişti. doğal olarak bazı sahneler yoktu ama en olması gerekenlerin hepsi de muazzam bir şekilde karşımızdaydı.

    elio'nun aşkını dile getirişi, oliver'ın dikkatini çekmek isterken aslında oliver'ın hiç farkında değilmiş gibi rol kesmeleri ve başarısız oluşu...
    şeftali sahnesi. oyuncularla ne zaman bir röportaj yapılsa bu sahneyi soruyorlar. yanlış hatırlamıyorsam timothée chalamet, çektiğimiz her sahnede luca nasılsa, öyleydi ve bu yüzden ben de rahattım demişti. gerçekten öyleydi. kasıntı ve bayağı durma ihtimali çok yüksek olan bu sahne en başarılı şekilde aktarılmıştı. edebileceğim tek itiraz, filmde o şeftaliyi oliver'ın yememesidir. dışarıdan bakıldığında iğrenç görünse de o ısırık elio için çok çok önemliydi. elio'yu hıçkırarak ağlatacak kadar... (tanrılar director's cut istiyor!)

    kitabı okumayanların kısmen yakalayamayacağı birçok sahne vardı. mesela kayısının filolojik kökeni üzerine muhabbet esnasında elio'nun suratındaki o pis sırıtışı düşündükçe gülüyorum. aklından geçenleri sadece okuyarak bilebilirsiniz. (precock, apricock, kayısik...)

    maurice filmini izlediyseniz, iki film arasındaki bazı sahnelerin(taraça gibi) paralellik gösterdiğini hissedeceksiniz. bunun tatlı nedeni, maurice'in yönetmeni james ivory'nin aynı zamanda call me by your name'in senaryosunu yazmasıdır.

    kitabın son iki bölümü kısa ve farklı işlenmişti, süre sıkıntısından olsa gerek. filmin sonları zaten buruktu. ayrılıklarına tekrar şahit olacak olmak benim için zaten üzücüydü. bu bölümleri değiştirerek anlatmak, kitaptaki tenisi filme voleybol şeklinde yedirmelerinden daha fazla gözüme battı elbette.

    o son... elio'yla birlikte ben de sessizce ağladım. hem acıklıydı hem de yönetmene teşekkür etmemi isteyecek kadar beni sevindirdi. nedenine gelirsek... ilk filmekimi deneyimimi bu sene yaşadım ve bu seyirci neden böyle anlayamadım gitti. credits için ekran kararır kararmaz hemen ayaklanacak kadar mı etkilenmiyorsunuz bu filmlerden, anlayamıyorum. otur bir sindir izlediğin şeyi. yazılar kayıp giderken kendine zaman tanı. o müziği bir dinle... elio ateşin karşısında, babasının ona öğütlediği gibi acısını unutmak yerine yaşarken, hepiniz oturup izlediniz işte, demek ki yapabiliyormuşsunuz. yönetmene bu yüzden teşekkür etmek istiyorum. filmi özümsemeye ve üzülecekseniz üzülmenize zaman tanıdı.

    bu sinirimi aradan çıkardım. katarsis şölenine devam edelim. lgbtiq sinemasını destekliyorum. 80'lerden beri yapımlar artarak ve iyileşerek bugünlere geldi, sinemaya çok iyi işler kazandırılmaya devam ediyor. sadece tek bir sorun var. artık pavlov tipi bir koşullandırma gibi, senaryolarda kötü son görmeye alıştım. artık paranoya atağı geçirerek tüm senaryoların homofobik bir temele oturtulduğunu düşünüyorum. ''evet çocuklar, eşcinsel iki insan öpüşürse başlarına gelmeyen kalmaz.'' gibi. bu olayın gerçek hayatta yaşanma oranının, özellikle türkiye'de, yüksek olduğunun farkındayım. tamamen bir comfort zone içerisinde sinemayı yeşertmeye devam edelim de demiyorum ama her film neden kötü sonla bitiyor? bu bazen beni umutsuzluğa itiyor. tüm lgbtiq temalı aşk öyküleri mutsuz bitmeye mahkummuş dercesine... ne zaman yeni bir filme rastlasam, işte şimdi moralim bozulacak diye keyifsiz şekilde filme başlıyorum.

    ''call me by your name'i bu kadar övdün, etkilendin, ee peki neden?'' denecekse, cevabı işte budur. hiçbir kötülük aklına gelmiyor insanın. iki erkek birbirine aşık oluyor, dokunuyor ve heyecanlanıyor. her şey doğal, olması gerektiği gibi. seviştikleri için dünyanın sonu gelmiyor. zorbalık, travmalar, aile-arkadaş baskısı, dramatize sahneler, intiharlar yok. bir yaz misafiriyle yaşanan aşk, o güzel yazda noktalanıyor. cinsiyeti ne halt olursa olsun, aşk aşktır işte. birlikteyken mutlular ve ayrı düştüklerinde yaşadıkları, ayrılık acısı, hepimizin aşina olduğu o hüzün, işte bu kadar.
  • homoseksüelliğe özendiren film.

    filmi izledikten sonra hiç tanımadığım bir erkeğe sırf armie hammer'a benziyor diye usulca sokulup merhaba deseydim bunun hesabını kim verecekti ha?

    iyi ki maymunlar cehennemi'nde yaşıyoruz da armie'ye benzeyen adam yok buralarda. götü kurtardık.
  • ilginç bir filmdi. apricot'un kökenini ve şeftalinin kullanım alanları ile ilgili ince bir detayı öğrendim. mekanları ise çok beğendim. rexx'in rahatsız koltuklarında, boyun fıtığı olmama ramak kala farklı bir deneyim yaşattı elio ile oliver. en iyi performans ödülünün sahibi ise azmi ve cesur hareketleri ile mevsimlere meydan okuyan sinek.
  • --- spoiler ---

    uzun süredir beklediğim bir filmdi ve beklediğimden daha iyi bulduğumu söyleyebilirim.
    timothée chalamet'ın performansı çok iyiydi.

    --- spoiler ---

    --- spoiler ---

    kozmos her lgbt bireye mr. perlman gibi bir baba nasip eylesin.
    begüm özdemir ve nazo82'nin çevirisi ile babanın o güzel nasihatı şöyle:

    hiç beklemediğimiz bir anda doğa ana bir katakulli çevirip en zayıf noktamızı bulur.
    ama yanında olduğumu unutma.
    şu an hiçbir şey hissetmek istemiyor olabilirsin. belki hiçbir zaman bir şey hissetmek istemeyeceksin.
    bu konuları benimle konuşmak istemiyor olabilirsin ama önceden açıkça hissettiğin şeyi yine hisset.
    güzel bir arkadaşlık kurdunuz. belki arkadaşlıktan da öteydi.
    size imreniyorum.
    benim yerimdeki çoğu ebeveyn tüm bunların unutulup gitmesini ister. oğullarının bu durumdan kurtulmasını ister ama ben o ebeveynlerden değilim.
    yaralarımız daha hızlı iyileşsin diye kendimizi hırpalayıp dururuz.
    30 yaşına geldiğimizde de çökmüş oluruz. ve yeni biriyle her başlangıcımızda, kendimizden sunacağımız daha az şey kalır.
    ama kendini bir şey hissetmemek için zorlamak veya hiçbir şey hissetmemek çok büyük kayıp olur.
    yersiz mi konuştum?
    o hâlde diyeceğim bir şey daha var. şüpheleri gidermiş olur.
    yaklaşmış olsam da asla sizin gibi bir şey yaşayamadım. bir şey beni hep tuttu. ya da engel oldu.
    hayatını nasıl yaşayacağın seni ilgilendirir. sakın bunu unutma. kalbimiz ve bedenimiz bizlere bir kereye mahsus verilmiştir. sonra bir de bakarsın kalbin yorgun düşmüş. bedenin de kimsenin bakmayacağı bir hâle gelmiş. yanına yaklaşmak istenilmesi şöyle dursun.
    şu anda kederlisin. acı çekiyorsun.
    bunu yok etme.
    aldığın keyfi de öyle.

    --- spoiler ---
  • filmin bana hissettirdikleri ile ilgili bir şeyler karalamak istedim. zira filmden oldukça etkilendim. ama bunu filmin bazı gelişmelerini ele vermeden yapmak zor. bu nedenle spoiler okumak istemeyenleri şimdilik bir sonraki entry'ye alalım.

    andre aciman’ın aynı isimli romanını hiç duymamıştım. açıkçası filmi izledikten sonra da bunun ne kadar büyük bir eksiklik olduğunu düşündüm. ikisinin benzerlikleri ve farklılıkları hakkında çok fikrim yok. ama filmin anlattığı hikayenin kendi içerisinde oldukça devrimsel bir yanı var. üstelik bu öyle hiç de göze sokulmadan, çok incelikli bir şekilde ifade ediliyor.

    80’lerde geçen bu ufak yaz aşkı hikayesi, bittiğinde güzel ve etkileyici bir film iken, üzerine düşündükçe nasıl bu tür filmlere bakış açımı değiştirdi diye düşünüyorum. çünkü çoğu zaman sevdiğim bir filmin üzerine düşündüğümde, filme dair olan sevgimde ufak bir azalma olur. bu film ise düşündükçe, tekrar tekrar zihnimde döndürdükçe (ki bunu sağlayan bir etkisi de var) ufak bir aydınlanma yaşamama neden oldu. uzun yıllardır var olan ama son zamanlarda daha çok duymaya başladığımız “queer sineması” kavramı, en azından bir tür olarak bana mantıklı gelmiyordu. elbette her sanat dalında da olduğu gibi, eserleri incelemek için bir klasifikasyon gerekiyordu ama bir aşk filmini cinsel yönelim üzerinden kodlamak bana doğru gelmiyordu. mesela ırkçılık sineması, azınlık sineması, dini sinema gibi kavramlar olmadığı gibi (belki de vardır tabi) eşcinsel sineması da filmin teması üzerinden zorlama bir sınıf geliyordu. tabi yakın zamanda yasaklanan festival düşünüldüğünde bunun olması gereken bir şey olduğunu ve eşcinsellerin görünür hale gelmesi adına faydalı olduğunu da düşünüyordum. benim derdim daha çok bu etiketlemenin daha kavramsal açıdan sıkıntılı olduğuydu. mesela en iyi queer filmi örnekleri diyebileceğimiz “blue ıs the warmest colour” ve “weekend” adeta farklı türlere ait filmler gibi geliyor. ya da mesela “stranger by the lake” filminin erotik gerilim olduğunu düşünüyorum ve yukarıdaki filmlerle de alakalı olduğunu düşünmüyorum karakterlerin eşcinsel olması dışında.

    her neyse, filmlere eşcinsel ve heteroseksüel diye yaklaşmanın saçma bir yaftalama olduğunu düşünüyordum. çoğu zaman “bu film eşcinsel değil de heteroseksüel bir çifti anlatsa yine de izler miydim?” diye soruyordum kendime. eğer film aynı derecede ilginç geliyorsa, filme dair daha objektif yaklaştığımı düşünüyordum. “blue ıs the warmest colour” çok samimi, gerçek ve sert bir büyüme öyküsüydü ve karakterlerin cinsel yönelimleri heteroseksüel olsa da bu gücü koruyabilirdi mesela. elbette, “weekend” ya da yakın zamanda izlediğim “strella” gibi filmler gücünü ve orijinaliğini pek anlatılma fırsatı bulmayan hikayeleri anlattıkları için sağlıyorlardı. bu kötü bir şey de değildi elbette.

    “call me by your name”, bu düşüncenin saçmalığını güzel bir şekilde yüzüme vurdu. karşımızda iki biseksüel adamın yaşadığı ilişkinin hikayesi var. bunu bundan bağımsız değerlendirmenin orijinallik olduğunu düşünmek o kadar saçma ki? peki neden bu film, mesela “weekend” gibi bağımsız bir klasikten farklı ve devrimsel. bunu sanırım filmin değişik katmanlı anlatımını ifade ederken açıklayabilirim.

    öncelikle söylemek lazım, bu film mükemmel bir ortamda geçiyor, kusursuz çekilmiş, oyuncular tüm yüreklerini ortaya koymuş ve kaynak romanı bilemiyorum ama senaryo çok iyi. teknik olarak kusur bulmak bir yana, filmin 35 mm’lik lens ile çekilmiş ve sıcak renklerin ön planda olduğu görüntüleri, sadece 80’ler atmosferı yaratmayı başarmıyor, sizi alıp tam olarak hikayenin yaşandığı yere götürüyor. şu yaşımda artık çok nadiren bir filmi izlerken, kendimi tam olarak filmin içerisinde nefes alıyor gibi hissedebiliyorum. o meşhur yaz tatili, benim karadeniz bölgesinin bir köyünde geçen, alakasız ama alakalı yaz tatillerimi bile anımsattı bana. gün boyu çimenlerde uzanıp, dalından yeni koparılmış meyveleri yediğim, dinlenmek, denizi dinlemek, hayaller kurmak dışında yapacak çok bir şeyin olmadığı günler… bu filmi izleyip de kendi ergenliğine dönmeyen 30 yaş civarı kaç kişi vardır? luca guadagnino, yönetmenlik açısından harika bir iş çıkarmış ve öncelikle tüm ekibi tebrik etmek gerek. bu projenin her karesinde arzularını ve sevgilerini hissetmek mümkün.

    filmin insanı büyüleyen güzelliğini kenara koyacak olursak, tam olarak neden diğer filmlerden farklı olduğunu konuşmaya başlayabiliriz. bu filmin bir büyüme hikayesi, aşk hikayesi ve ilişkilerin doğası üzerine bir deneme olduğunu düşünüyorum. üstelik aşk hikayesi ile eşcinsel aşk hikayesi başlıklarını da ayırmam gerekir. çünkü ikisini farklı şekillerde incelemek mümkün. filmin büyüme hikayesi olan kısmı timothee chalamet’in canlandırdı elio karakteri üzerinden ilerliyor. filmin anakarakterinin de kendisi olduğunu söyleyebiliriz. ama film kendini elio’nun bakış açısı ile sınırlandırmaktan da kaçınıyor. en çok dünyasına girebildiğimiz karakter kendisi olmakla birlikte, bir noktada armie hammer’in canlandırdığı oliver’ın da aslında bambaşka bir karakter olduğunu anlamaya başlıyoruz. büyüme öyküsü, bu türde filmler arasında en gerçekçi olanlardan biri. elio, alışık olduğumuz bir genç değil. zeki, meraklı, tutkulu ve kırılgan bir hali var. chamalet’in bu karakteri canlandırma konusundaki yeteneği sayesinde elio, şaşırtıcı ve büyüleyici bir karaktere dönüşüyor. ilk gördüğünde burun kıvırdığı oliver’ın rahatsız edici amerikan tavrı ile ilgili yaptığı suratsızlıklar, oliver’ın onda tetiklediği duyguların da etkisi ile kontrol edilemeyen bir noktaya savrulmaya başlıyor. gittikçe derinleşen dostlukları, sürekli altta saklı olan arzunun çıkacak bir delik bulmayı başarması ile ortaya çıkıyor. bu da çocuklarını çok iyi tanıdıklarını fark ettiğimiz anne ve babanın okuduğu şövalye ve prenses hikayesi ile oluyor.

    “konuşmak mı ölmek mi?” sorusu tarihin herhangi bir yerinde herhangi bir zamanda yaşamış olan bir eşcinselin yaşadığı durumu özetler nitelikte. üstelik bu sorunun cevabının “konuşmak ve aynı zamanda ölmek” olduğunu söyleyen yerler hala mevcut. elio’nun arzularını ifade edemedikçe yaşadığı “ölümcül” hisleri fark etmesini sağlayan bu masal, çok tuhaf bir açılma sahnesini de peşinde getiriyor. crema kasabasının meydanındaki tuhaf “savaş” heykelinin çevresinden yürürken söylüyor elio. her şeyi bilmediğini, aslında “önemli olan şeyleri” bilmediğini söylüyor. o kadar incelikli söylüyor ki, heykelin iki farklı yerinden geçerlerken elio kendi kendine tekrar etmeye devam ediyor. oliver ise zihninde bu ihtimali düşünüyorcasına yakalıyor. “düşündüğüm şeyi mi söylüyorsun?” bu sahnenin geçtiği döneme göre doğallığı ve incelikli yapısı izleyiciyi şaşırtıyor. “bu mu yani? bu şekilde mi anladı?” diye düşünüyor insan otomatik olarak. ama muhtemelen bu zaten dile gelmeyi bekleyen bir arzunun, bilinen bir şeyin, onaylanması gibi oluyor. gençliğinin enerjisi ile elio, oliver’ı gölün kenarında öpmeye başladığında, oliver’ın durdurma çabaları boşa çıkıyor. elip çünkü bu arzunun tek yönlü olmadığını biliyor. filmin bir “aşk hşkayesi” olarak ele alınması gereken nokta da bu. elio bu film boyunca yaşıtı bir kadınla ve bir meyve ile cinsel deneyimleri oluyor. bunları büyüme öyküsünün içerisine yerleştirmek gerek. zira elio’nun ne kadar sertleştiğini vurgulayan kız, olayın homoseksüel seksten, yani cinsellikten ziyade aşk eksenine yatırım yapmamızı sağlıyor. yani heteroseksüel seks sahneleri neredeyse eşcinsel olanlardan fazla. bu kararı nedeniyle eleştirilen luca guadagnino, kendini güzel bir şekilde açıklıyor. bu ikilinin aşkını hissetmek için seks yaptıklarını görmeye ihtiyacımız var mıydı? olsaydı da sorun değildi belki, ama filmin büyülü atmosferini “blue ıs the warmest colour”’ın ortasındaki gibi bir seks sahnesi mahvedebilirdi de. neticede elio o yaz cinselliği ve arzularını keşfedebildiği kadar keşfediyor. ve filmin en ilginç yanlarından birini bu oluşturuyor.

    aşk filmi bağlamında baktığımızda ise tipik bir gizli aşk hikayesinin ötesini de görüyoruz. birbirini sahiplenmeye çekinen ama birbirine doyamayan iki insan var karşımızda. bu noktada heteroseksüel bir aşk hikayesinde de benzer bir arzuyu hissetmek mümkündü. yazının başında söylediğim “bu heteroseksüel bir çift olsaydı…” teorisi bu film ile kesinlikle uyuşuyor. geçen sene gösterime giren “american honey” filmindeki aşk hikayesi çok farklı, ama bu filmdeki kadar organik ve samimi geliyordu. tabi şu an bu yaptığımın bağnazlık olduğunu kabul ediyorum. hayır, bu heteroseksüel bir aşk hikayesi olsaydı yine olurdu ama, bu eşcinsel bir aşk hikayesi ve bu da önemli. bu bir ayrıntı değil, bu öylesine bir tema değil, bu direk olarak ele alınması gereken önemli bir mevzu. karakterlerin cinsel yönelimleri bile öyle net bir şekilde ifade edilmiyor. biseksüel olduklarını ben söylüyorum, ama bu konuda onların net bir ifadesi yok. filmin sonunda babasının yaptığı şok edici konuşma bile, bunun isimlendirilmesi gerekmeyen bir şey olduğunu ifade ediyor. bu çünkü bir duygu. romanı okumadım ama okuyanların ifade ettiği iki şeyi öğrendim. bu iki karakter hayatının iki noktasında karşılaşıyor. ilk karşılaşmaları 10 yıl sonra oluyor, oliver artık evli ve çocuklu. diğer karşılaşma ise birkaç yıl sonra elio’nun babası vefat ettiğinde oluyor. artık ikisi de bambaşka bir hayat yaşıyorlar. ama o yaz hissettikleri duygu hala içlerinde bir yerde duruyor. iki karakterin arasındaki dudak uçuklatan kimya bize ömür boyu unutulmayacak bir şey yaşadıklarını inandırıyor zaten.

    aşk filmi deyip geçmeme sebebim, filmin eşcinsel bir aşk filmi olarak da sıradışı bir şey ele alıyor olmasında saklı aslında. bugüne kadar çok sayıda queer sinema örneği izledim. bunların çoğu yatılı okullarda, liselerde, yaz kamplarında ya da fakir mahallerlerde geçiyordu. en iyilerinden biri olan “weekend” çok tatlı ve etkileyici bir filmdi. ama final sahnesini hatırlayanlar, filmin etkileyici ve vurucu yanını da hatırlıyordur. birbirinden ayrılmakta zorlanan iki aşığı uzaktan, adeta röntgenler gibi izliyorken, çevredeki insanların tepkilerine şahit oluyorduk. yine büyüme hikayeleriyle dolu norveç’in “skam” dizisinin kült olmuş isak ve even çifti, final bölümünde öpüşürken yoldan geçen bir gencin sözlü tacizine maruz kalıyordu. eşcinsel aşk hikayeleri kendini toplumdan farklı bir yere konumlandıramaz. hatta bu çoğu filmin temel mevzusudur. birilerinin öğrenmesi ile sonuçlanan “kriz” karakterlerin bu süreci sentez edebilmesi ve daha güçlü ve onurlu bir hale gelmesi ile sonuçlanır. bu güzeldir de, ama bir o kadar da tekrar eden bir temadır. burada göz ardı edilen şey ise, bütün bunların olmadığı bir ortamda, sadece birbirlerine duydukları arzu dışında korkacak bir şeyi olmayan iki karakterin tam olarak ne yaşayacağıdır. karşımızdaki bu film, bambaşka birinin elinde ağır bir dramaya dönüşebilirdi. ailenin ya da kız arkadaşın öğrenmesi ile yer yerinden oynayabilirdi. aşıklar zorla ayrılmak zorunda bırakılabilirdi. lukas moodysson’un “fucking amal” ı döneminin en iyi büyüme öykülerinden biri olmakla birlikte, harika bir eşcinsel sinema örneğidir. şaşırtıcı sonu, iki karakterin tüm okulun tacizlerine rağmen bir araya gelebilmesini anlatır. hepimizin bildiği gibi homofobi, yer zaman ırk dinlemeyen bir ayrımcılık çeşididir. bu film de bundan kaçmıyor elbette. aşıklar olabildiğince gizli olmaya çalışırlar, ama bir yere kadar.filmin avrupa’da geçiyor olmasının da etkisiyle, arzularını kontrol edemedikleri noktalarda boş vermişlik mevcuttur. bazıları filmi yeterince politik olmamakla eleştirebilir. elio şanslı bir çocuktur vesselam, anne babasının eşcinsel arkadaşları vardır. aile sürekli onaylayıcı ve destekleyici davranmaktadır. filmdeki kız arkadaş bile filmin sonunda elio’dan nefret etmediğini ifade eder. antagonist olmayan bir eşcinsel aşk filmi izlediniz mi? ben izlememiştim, bu filme kadar. yarattığı katıksız bir ütopya değil, ve toplumdan tamamen de bağımsız değil. ama insanların duygularını sömürecek ya da dramanın fitilini ateşleyecek hamlelerden de kaçınıyor. politik olmamaya çalışır gibi görünüp daha da politik oluyor. filmi basit bir aşk hikayesi olarak yorumlamak, az önce söylediğimin tersini söylüyor gibi görünsem de, bir nebze homofobinin kendisinden de kaynaklanıyor olabilir. elbette baba karakterinin söylediği gibi, bu duyguya bir isim vermek zorunluluğumuz yok. ama karşımızda bir film olunca, ele aldığı konuyu bu kadar saf ve organik bir şekilde ele alabilme cesaretini göstermeye çalışmasını takdir etmek zorundayız. sanırım bunca zamandır “queer sineması”nı içine düştüğü tekrardan kurtaracak film de bu.

    film bununla yetinmiyor ve çok da bahsedilmeyen bir şeyi daha ele alıyor: bir ilişkinin dinamikleri. çoğu kişi filmin adından da gelen “bana kendi adınla seslen” oyununu bir empati oyunu olarak görüyor olabilir. filmin başında iki karakterin de birbiriyle ufaktan uğraştığını görüyoruz. oliver sürekli elio’ya kendini çekici bir amerikalı olarak gösteriyor. elio’nun sigara içerken oliver’ın dans pistinde bir kızla yiyiştiğini izlerken hissettiği duyguları hayal etmek zor değil. sonrasında adeta bir erkeksi karşı çıkış sağlıyor ve onun o hali ile özdeşim kuruyor. kız arkadaşı ile yaşadıkları keşfetme ve deneme süreci oliver’ın tetiklemesiyle gerçekleşiyor. çoğu ilişkide (ve filmlerde) dinamikler bir yöne doğru olur. yani bir karakter diğerini daha fazla sever, bir noktada da sorun burada başlar. (“blue ıs the warmest colour”?) elio’nın oliver’a duyduğu arzu bu kadar yoğunken biz oliver’ın arada ortadan kaybolduğunu ve onu umursamadığını görürüz. halbuki bir noktada bu tamamen tersine döner. oliver’ın kapıyı kapattığı ve elio’yu yalnız bıraktığı sahne, onun yaşadığı katlanılmaz hislere nasıl da katlanmayı başardığını düşündürmüştü bana. halbuki bu ilişkide orta nokta yok. bir sahnede elio, öbür sahnede ise oliver kendini diğerine adıyor. “beni adınla çağır” hikayesi ise, tam olarak bu belirsizliği göstermek için kullanılıyor. aşık olduğu kişiyi kendi adınla çağırmanın özdeşim kurmak veya empati kurmak gibi, karşıdaki ile kendi arandaki sınırları kaldırmak gibi bir yanı da var. sonunda çıktıkları küçük gezi sırasında yaşadıkları ufak anılar, elio’nun kısa ve tuhaf renkli rüyası beni bu ikisinin ilişkisindeki dinamikler konusunda kararsız bıraktığı sahnelerdi. her biri bir diğerine dair dayanılmaz bir arzu duyuyordu, ve kaçınılmaz olan son yaklaşırken diğerine daha çok temas etmek dışında ellerinden başka bir şey gelmiyordu.

    “konuşma mı yoksa ölmek mi?” sorusuna iki karakterin farklı cevaplar verdiğini öğrendiğimiz final sahnesi ve öncesinde babanın yaptığı beklenmedik konuşma mükemmel bir filmin daha da mükemmel finali oluyor. babanın kendi duygularını yaşamamakla ilgili duyduğu pişmanlığı oğlu ile büyük bir samimiyet çerçevesinde paylaşması, ve o an yaşamakta olduğu acıyı yaşamanın tadını çıkarmaya davet etmesi göz yaşartıcı bir etki bırakıyor. elio çok şanslı bir çocuk gerçekten, hem bu duyguları yaşama şansı bulduğu için, hem oliver’a rastladığı için, hem de ailesi onu desteklemek için elinden geleni yaptığı için. söylenene göre guadagnino, sufjan stevens’a bir şarkı yapması için rica ediyor, ama o iki tane yapıyor. filmin en güzel 2 sahnesinde çalan bu şarkılardan sonuncusu ise artık sıcak renklerin geride kaldığı kış sahnesinde karşımıza çıkıyor. oliver’ın nişanlanacağını öğrenen elio’nun yüreği parçalanıyor. ama birbirlerine, kendi adlarıyla seslenmeye devam ediyorlar. “her şeyi hatırlıyorum.” diyor oliver. elio şöminenin kenarına oturup ağlarken, bugüne kadar yaşadığım pek çok hissi hatırlıyorum. ayrılığın getirdiği felaket hissinin, aradan yıllar geçtikçe ne kadar sıcak geldiğini ve acı da olsa bu duyguyu yaşamanın ne kadar güzel bir şey olduğunu düşünüyorum. ağzımın burnumun kaydığı, salya sümük ağladığım pek çok olayı düşünüyorum. eninde sonunda bu bir büyüme hikayesi, ve ilk bakışta çok da sıradan bir tane. ama görünenin tersine, filmdeki her ayrıntı benzerlerinden farklı olduğunu haykırıyor.

    “queer sinema” muhtemelen bugüne kadar yapılmış en güzel, en devrimsel filmi ile karşılaştı. uzun bir süre de bu filmi geçecek bir film yapılması zor gibi görünüyor. elbette film türlerine birer etiket gibi bakmak da mümkün. bu filmin tezini ve antitezini önerdiği bu “sınıflandırma” davranışı (baba ve oliver’ın da tarihi eserleri sınıflandırma işi yaptığını hatırlamak lazım), sonuçta arzuların sınıflandırma dışı kaldığı noktada izleyiciyi yakalıyor. heteroseksüel ya da queer farketmeksizin sinema tarihinde görülmüş en yoğun duygularla dolu filmlerden birini yaratmayı başarıyor.
hesabın var mı? giriş yap