• sistem eleştirisi yaptığı kadar, sistemin dışında yer almanın doğurduğu hasarları da son derece iyi işleyen, neşeli bir film. dramatik olarak çok daha güçlü işlenebilecek bir hikaye var aslında ancak yönetmen neşeli olmayı tercih etmiş. iyi de yapmış. bilhassa ufaklıkları üzgün görmeye dayanamazdım.
  • birkaç gün önce izledik, nefis bir film. bana çocukluğumun en erken dönemlerini ucundan hatırlattı. yazacaklarım spoiler sayılmaz ama filmi izledikten sonra okursanız daha anlamlı olabilir.

    --- spoiler ---
    altı yaşıma kadar ağaçlı çiçekli bahçeli bir evde yaşadık. evi dört dil bilen, farklı branşlarda pek çok teknik konuya aynı anda hakim, ortaokul mezunu ve fabrikada işçi olan babam, eskişehir yenibağlar'daki şimşek sokak'ta kendi elleriyle inşa etmiş. ailenin tek geliri fabrikada işçi babannemin ve babamın işçi maaşları, sonrasında emeklilik maaşları ve bir noktada piko dükkanı.*

    kardeşlerimin dördü de annemin yaratıcılığını ve babamın teknik bilgilerini almışlar, ergen yaşlarında teknik ve sanatsal her hobiyle ilgileniyorlar. biri ilkokulda bağlama çalıyor*, öbürü çizim yapıyor. biri lisede pilot lisansı almış *, öbürü şiir yazıyor, birinin kelebek öbürünün pul koleksiyonu var. biri moda tasarımıyla ilgileniyor*, öbürünün raflar dolusu kitabı var. biri boks yapıyor, öbürü okulun basket takımında. biri ingilizce biliyor, öbürü fransızca*. biri arka bahçedeki atölyede sıfırdan oyuncak yapıyor, öbürü ahşap üzerine yağlıboya işlemeler. evde gün içinde radyo açıksa türkçe, teypten kaset çalıyorsa yabancı müzik çalıyor: demis roussos, beatles, rolling stones, pink floyd, nancy sinatra, nat king cole, tom jones.

    o zaman kardeşlerimin ilerde devlet sanatçısı, uzman beyin cerrahı, profesör ve öğretmen olacaklarını bilmiyordum ama her biri benim için kahraman gibiydi. en yakın abimle aramda dokuz yaş var, beş yaşımdaki halimle adeta bir turist gibi etrafımda dönen bu kişisel gelişim olimpiyatlarını izliyorum. bana daha ilkokula başlamadan yazı yazmayı, satrancı, tavlayı, insan figürü çizmeyi öğretmelerini, pazardan alınma ucuz plastik arabaları alıp motor ve pil takıp kendi kendine giden arabalara çevirmelerini hayal meyal hatırlıyorum. okumayı ben kendi kendime öğrenmişim, hatırlamıyorum. henüz okula başlamamışım ama evde bulduğum kardeşlerimin romanlarını okuyabiliyorum. okul ne bilmediğimden iki sene mektep tatilinin nasıl bir şey olduğunu hayal etmeye çalışıyorum.* favori yazarım jules verne ama ben harikalar diyarında bir alis gibiyim.

    evimizin bahçesindeki ağaçlardan dut ve armut topluyoruz. babam yemek için bazen kümesteki tavuklardan birini kesiyor. bir keresinde yemekte beslediğimiz tavşanların yahni olarak önüme geldiğini bile hatırlıyorum. kurbanlıkları da babam kesiyor. kurban derilerini tuzlayıp pösteki yapıyoruz, bayram namazlarında sarısu camiinin içi dolarsa dışarda beton soğuğundan en iyi o koruyor. babannem evin bahçesindeki ısırgan otlarından börek yapıyor. babamdan oyuncak istersem "gel beraber yaparız oğlum" diyor, beraber oyuncak yapıyoruz.*

    hafta sonları pikniğe "tarla" adını verdiğimiz ama aslında üstünde ekinden çok sadece yabani ot, gelincik çiçekleri, meyve ağaçları ve üzüm asmaları olan, bugünkü eskişehir havaalanının neredeyse arka komşusu diyebileceğim yerdeki bahçemize gidiyoruz. ağaçlardan vişne, elma, kayısı topluyoruz. çuval çuval gelincik topluyoruz, reçellik. tulumbadan su içiyor, evde pişen böreği tencerede getirdiğimiz ayranla birlikte içiyoruz. yabani otları çapalıyoruz. sulama kanalını tıkayan otları temizliyoruz.

    hayatımın bu fantastik kısmı bir noktada bitiyor. annem ben dört yaşımdayken ansızın felç geçirip tüm yaşam sevincini, pırıltısını kaybediyor ve hayatımızdan manen uzaklaşıyor.* babannem birkaç yıl sonra ölüyor. ablam evlenip taşınıyor. bahçeli evin bakımı gitgide zorlaştığından altı yaşımda bir apartman dairesine taşınıyoruz. abilerim bir süre sonra farklı şehirlere ve ülkelere okumaya ve çalışmaya gidiyorlar. ben de bir noktada istanbul'a taşınıyorum. bir buçuk sene sonra annem, iki sene sonra birkaç gün farkla da babam ölüyor.*: kardeşlerimle onların cenazelerinde buluşuyoruz.
    --- spoiler ---

    o yüzden bu film çocukluğumun üstünden teğet geçip meltemiyle serinletti. gördüğüm bir yığın şey tanıdık geldi. elbette oradaki kadar uçuk değildi hiçbir şey ama biraz da öyleymiş sanki.
  • film üzerine dünden beridir düşünüyorum ve yorumlar okuyorum hakkında. okuduğum yorumlardan benim gördüğüm, filmi izleyenlerin %80'i, filmin;

    - modern hayatı sorgulattığını ve
    - doğada yaşamak varken kapitalist sisteme hapsolmuş insanlığın günden güne özünden uzaklaşarak içi boş robotlara dönüştüğünü eleştirip bunu muazzam şekilde seyirciye aktarabildiğini düşünüyor.

    ama %20'lik bir kısım var. filmi beğenmemişler ve neden beğenmediklerini okuduğumda filmi tekrar sorguladım. gördüğüm yorumlardan biri şöyleydi; biz çocuklar olarak anne babaların deney fareleri miyiz? bundan sonrası sosyolojik tespitlerle harmanlanmış spoiler kısmı.

    bu yorumu yapan kişiye hak vememek mümkün değil. ben ve karısı belli bir yaşa geldikten ve modern hayattan sıkıldıktan sonra ütopik bir karar verip teknolojiden uzaklaşarak doğa ile iç içe yaşama kararı alıyorlar ve çocuklarını da birer filozof gibi yetiştirmek istiyorlar. okullarda verilen eğitimin bir sike derman olmadığını düşündüklerinden ideal bir eğitim fantazisi kuruyorlar. okullarda verilen eğitimin hangi ülkeye gidersek gidelim bok olduğu ortada. gerçi bugün finlandiya'nın eğitim sistemine dair bir yazı okudum. tahtaları, sandalyeleri kaldırıyormuş adamlar. hani bu gibi eğitim sistemleri hariç hangi ülke olursa olsun götüm gibi bir müfredat sistemi belirleniyor sene başında, yeteneğine, algına bakılmadan o eğitim sisteminin bir parçası olmak zorunda bırakılıyorsun. babamız da, bu sistemin bebelere bir yararı olmayacağını, bilgilerin, öğretmen gibi bir aracıya ihtiyaç duyulmadan birinci kaynaktan alınabileceğini düşünüyor. mantıksız mı? bence değil. çocuklar; bilimin de, edebiyatın da, müziğin de, felsefenin de anasını ağlatacak duruma geliyorlar okula gitmeden. buraya kadar her şey güzel. ama sıkıntı şurda. öğrenilen bir bilgi paylaşılmalıdır. ne kadar bilimsel makele okumuş olursan ol her bilgi tartışmaya açıktır. üzerinde kurcalama yaptıkça pekişir bilgi. şimdi sen toplumdan izole olarak yaşamasını istediğin 8 yaşındaki çocuğuna insan hakları beyannamesini öğretiyorsun. eğer çocuğunu ormanda yaşatacak ve kapitalist sistemin yarattığı modern dünyaya ölümüne kadar o çocuğu sokmayacaksan ve çocuğun çevresi ailesi ile sınırlı olacaksa öğrendiği kuantum fiziğini, pluto'nun devleti'ini, freud'un psikinalizini, insan hakları beyannamesini ne yapacak o çocuk?

    babamız istiyor ki, birkaç yıl önce verdiği fantastik karar bebelerince sorgulanmasın kayıtsız şartsız kabul edilsin. ama anneleri biraz daha mantıklı ve bebelerine alan bırakıyor. hiç görmedik yaşarken ama bence öyle. neden? kadın ölmeden önce acaba yanlış mı yapıyoruz diye düşünüp en büyük oğluna yale, cambridge gibi üniversiterde okumasını teşvik ederek sınavlara girmesi konusunda destek olmuş. ama baba bunu duyduğu anda celallendi. kendi verdiği karar en güzeli çünkü, nasıl sorgulayabilirsin! çocuğunun, 'her şey kitaplarda yazmıyor.' demesi oldukça manidar ve düşündürücü. yazsa ne olacak ki, ömrün boyunca her kitabı okuyamayacağın için yine başka bakış açılarından eksik kalacaksın. fizik ve matematik gibi deneysel olarak ispatlanan bilgileri geçelim, felsefe, sosyoloji gibi tamamen bakış açısına, düşünen beynin farklılığına bağlı olarak değişen olguları kitaplardan okuyarak öğrenmek yetersiz. başkasının okuduğu kitapları sen okumamış olabilirsin ve öğrendiğin bir bilgiyi farklı bir bakış açısına sunman ve yorumlatman bu tür doğruluğu deneysel olarak tespit edilmeyen bilimlerde daha önemli. kaldı ki, baba olarak bu bebeleri ömrün boyunca kapitalist sistemden uzak tutacak ve ormanda yaşatacaksan bu bilgileri neden öğretiyorsun? ben hala bu noktada kendime mantıklı bir cevap veremiyorum. film de veremiyor.

    çocukların her şeyi bilmesi gerektiği ve her şeyi bilmemesi gerektiği yönünde iki farklı bakış açısı sunulmuş. şahsen öğrenilmesi ve aile içinde her şeyin küçük yaşta tartışılması fikrine sıcak baktım. normalde çocuklara ölüm, cinsellik hakkında bilgiler yüzeysel veya yalan yanlış verilir. çocuk bu konuları arkadaşlarından, ordan burdan duyarak öğrenir. hele yobaz bi çevredeyse çocuk, aslı astarı olmayan, ileride kendisine tabu olarak dönecek olan cinsellik hakkındaki bilgileri, kendine yaptığı kötülükten haberi olmadan beynine atıverir.

    baba ve kızının konuşması;

    -tecavüz etmek ne demek?
    -genellikle bir erkeğin genellikle bir kadını cinsel ilişkiye zorlaması.
    -cinsel ilişki ne demek?
    -penisin vajinaya girmesi.
    -neden penis vajinaya giriyor?
    -nesli devam ettirme isteği ve erkek ve kadının bundan zevk alma dürtüsü.

    bitti, bu kadar işte. adam fıstık gibi bilimsel olarak cinselliği açıkladı. yok leylekler getirdi yok şöle oldu, böle oldu diyip cahil kalmasına göz yumarak göndermeye gerek var mı bebeni. zaten çocuğun bunu öğrenecek. ailesi tarafından nasıl eğitildiği muamma olan arkadaşlarından doğru olmayan bilgiler alacağına en doğrusunu sen anlat. erken yaşta neyin ne olduğunu bilsin. bilgi güçtür hem. çocuğuna kötülük değil iyilik yaparsın.

    ölüm için de aynı şey geçerli. çocuklar, ölümü yaşamın en doğal bir parçası olduğunu öğrendiklerinden annelerini güle oynaya uğurladılar filmde. oysa kapitalist sistem hiç ölmeyecekmişsin gibi ilizyon üzerine kurulu bir yaşam sunduğundan ölüm gelince afallıyoruz. ölmeyeckmiş gibi yaşamaya alıştırılıyoruz. ölüm geldiğinde en büyük travmalardan birini yaşıyoruz.

    filmi genel olarak beğendim ben. boş beleş bir film değil. üzerinde konuşulacak çok mevzu var. 8/10.
  • --- spoiler ---

    viggo mortensenin basrolunu oynadigi, insanligin avcilik toplayiciliktan tarim hayvanciliga gecisini anlatan guzel bir film.

    --- spoiler ---
  • kaçınılmaz olarak kynodontas/köpek dişi/ dogtooth filmini düşündürten ama baskılamak yerine kafa açma gayesi güden anne-baba figürleri ile ondan ayrışan bir film.

    sistemi eleştirme becerisini tırt bulanlar olmuş. açık kalan/çelişen yerler var elbette; ancak the invention of lying lezzetinde, surata çarpa çarpa gerçeklerin sıralanmasına da bayılmadan geçemiycem.

    film pek çok ezberle dalga geçmiş. çocuk yetiştirmeyle ilgili anne baba ironilerine kafa göz dalmış.

    hayatlarını kıskandım. ama yapamazdım. artık çok geç.

    --- spoiler ---

    beraber müzik yaparlarken, hokka burunlu sarı piç ortadan girip ritmi değiştiriyor. resmen başkaldırıyor. "naapıyon lan ümüğünü sıktığımın?!" diye atarlanmak yerine, beraber ahengi buluyorlar ya tekrar, içim gitti.

    keza çomski kutlamasında yine atarlanıyo bu güzel burunlumuz. orda da baba diyor ki "seni dinlemeye hazırız. lütfen saldırmak yerine, kelimelerini kullan ve bize fikrini savun. eğer mantıklı bulursak fikrimizi değiştirmeye açığız."
    offf dedim off. o nası datlı, bebeksi bir hareket öyle.

    kuzenlerle yemek yediklerinde şarap, küfür gibi konular, "cici aile çocuğu" olan kuzenler için anneleri tarafından çok "cıss" bulunurken, aynı çocukların rahatça ortam sikertmeli oyunları oynadığını görüyoruz. ilgili ailenin vahşi bulduğu has orman çocuklarımız ise, kuzenlerin oynadığı bu oyunlar karşısında dehşete düşüyorlar.

    "ay küfür mü, cık cık" diye büyütülen çocukların, uğurlama esnasında orta parmaklarını bizimkilere havalandırdığını görüyoruz. çelişkileri kıvırıp götümüze sokması açısından, muazzam.

    esas cenazedeki sweet child of mine diyorum, ohannes diyorum. gurban olurum.

    ve tabii sifona doğru sallandırılan bir "bye mom" var ki efsane sahneler listeme kafadan girdi.

    çıplaklı pipili babanın, "sadece çük, her erkekte var bebişim" hali, "lan harbiden ne kasıyoruz?! öğrenmişiz kıyafettir, mahremdir cart curt; takılıyoruz öyle mal gibi" dedirtti.

    adam, yan sanayi cenazede karısını anlatırken "dinler, en korkutucu masallardır, derdi" gibi bi şey söylüyo , o konuşma da terrtemiz; mis bir tokat. vallahi bırağvo.

    --- spoiler ---

    ay ne güzel filmmiş işte. neyin bokunu atıyosunuz anlamıyorum ki.

    hiç keyfim yoktu, hayatımın tadı kaçmıştı ne zamandır. bunu izledim, içeri minnak da olsa temiz hava geldi resmen.

    tatava yapmayın. izleyin, geçin. muazzamulade bir film.

    o kadar.
  • filmi izledikten sonra bi kaliyosunuz, dogru olan neydi, ne olmaliydi, hangisi daha dogru falan derken. ben sonunda biraz kosullari ilimanlastirmis cocuklara kagit kalem almis okula gonderiyor, bi orta yol bulunmus ama filmin (daha dogrusu ben abinin) basindan beri anlattigi hakli oldugu bi yer var. cocuklarimiza yalan soyleyerek, kisitlayarak, saklayarak onlari daha gucsuz yapiyoruz. annelerinin yanisini sarki soyleyerek izleyen 6 cocuk, gulerek kullerini tuvalete dokuyorlar. normal sartlarda cocukta travma yaratacagini dusunmemizin nedeni aslinda biz sanki travma yaratmasi lazimmis gibi yetistirilmemizden. hersey aslinda cok basit. zorlastiran biziz.
  • bu tür filmler için ortak bir ifade bulmak zor bana kalırsa. çünkü nispeten bıçak sırtı bir senaryoyla yola çıkıyor ve tez/antitez münazarasına uygun bir dramatik yapı kuruyor. haliyle filme ilgi gösteren (ya da herhangi bir sanat yapıtına) izleyici filmi vurabileceği yeri arıyor bilgi birikimi ölçüsünde. mesela bu filme de ''sistem eleştirisi'' filmi deyip bunu beceremediği kanaati üzerinden giydiriyor. kendi çapında haklı elbet sosyal eleştirmen ama yine bir sürü gerçeği atlıyor. ben o gerçeklerden bahsetmek isterim kendimce.

    öncelikle soru şu; bir filmin sistem eleştirisi filmi olmak için ne yapması gerek? tüm berrak dimağların bilebileceği üzere bunun en popüler örneği fight club denen garabet film (garabeti iyi anlamda kullanıyorum). bu film neredeyse her sistem karşıtı film için bir referans mektubu gibi. oysa hileli ve eleştirdiği şeylerin ona sağladığı olanaklarla küstahça bir sözdelikle izleyicisinin algısıyla tenis topu gibi oynayan bir film fight club. ama konumuz bu değil

    bu mesele üstünden yürüyünce sistem karşıtı filmin bir şeyleri yakıp yıkmasını, devlete ve kurumlara yönelik yıkıcı faaliyetlerini gözü kara, sakınımsız bir pervasızlıkla gözümüze sokmasın istiyoruz ki büyük pastoral kaçış senfonimizle 30 katlı ofis pencerelerimizden deniz manzaralı o havayı soluyalım.

    yok öyle kararlı şeyler diyor film işte. sizlerin ve benim beyaz yakalı, orta ya da orta üstsınıfa öykünen devrimci, kentsoylu varlığımızın ilk fırsatta yurt dışına kaçmaya yönelen, bayram seyran birleştirip uzun resmi tatillere sokuşturduğumuz dünya fetihlerimizin sözde 'her şeye sıfırdan başla'' mottosuna orta parmağı çekiyor bir güzel. sohbetlerde araya sıkıştırılan bilgi ve görgünün soylu tartımını ortaya koyan ingilizce (ya da başka herhagi bir dilde) sözcüklerin yabancılığına nah yapıyor kocaman. tek bir anında politik bir söyleme, söyleve koyulmuyor. noam chomsky diyalogları bile bu anlama gelmiyor bence.

    aydınlatın beni sistem eleştirisi nedir? mesela baba k mart'ı mı yakmalıydı çocuklarıyla? bomba mı koymalıydılar büyükbabanın evine?

    elimize geçen her fırsatta organik tarım, permakültür mitlerine sokulup, organik hayvan boku menşeili kavalımız, ekolojik ev konumlandırmalı dinlencelerimiz, biyobölgesel organizasyon stratejilerimizi güzelleyip, marka kot, ayakkabılarımız üstümüze çekip, son model akıllı telefonlarımızın yapabildiklerine hayranlık duyup kahvelerimizi yudumluyoruz. böyle filmleri de görünce ''oo hocam film müthiş bir sistem eleştirisi olabilecekken, kendi tuzağına düşüyor. en nihayetinde kapitalizme teslim oluyor'' tarzı beylik cümlelerinizi esirgemiyorsunuz. afferin size.

    ben sistem eleştirisi diye okuduğunuz bu filmi bir kaçış filmi olarak okudum. sistemden, nimetlerinden mümkün olduğunca uzak ama elbet yaşamın sürdürülebilirliği için milyon yıldır miras kalan bazı şaşmaz geleneklerin de öyle ya da böyle sürdüğü bir hayat var orada. en nihayetinde o çok özendiğiniz permakültür eğitimleri için 3000 tllere varan paralar isteniyor haberiniz ola.

    yani filmin her şeyden ama her şeyden kendini soyutlaması mümkün değil. sadece kendine has bir teori ve yaşam pratiği koyuyor ortaya. bak bu mümkündür, hepimiz bunu yapmalıyız gibi bir sinemasal ifadesi yok kesinlikle filmin. akraba olduğu filmlerin izleğini kendi ifadesiyle yorumluyor. büyük laflar etmiyor hiçbir yerinde. öyle görünüyormuş gibi yapsa da.

    kaldı ki aile denen çekirdek yapı zaten sistem denen şeyin cansuyu. yani yönetmenin (aynı zamanda senaryo yazarı) sözde sistem eleştirisine soyunurken sistemin belkemiği aileye güzelleme yapması için gerizekalı falan olması gerek kanımca. evet dokundurmalar, göndermeler var ki olmaması söz konusu olamaz. ama film bak ben müthiş bir sistem eleştirisi yapacağım tarzı bir tonal yaklaşıma sahip değil.

    filmi, ailesi olan, aile kurmuş bir adamın ailesine yaptıkları, bırakmak istedikleri ve elbet bunları yaparken kurduğu dünya, bu dünyanın gerçeklerle, düzenle, sistemle olan ilişkisi bağlamından bakmak, okumak daha doğru geliyor bana.

    nihayetinde anlatılan tüm hikayelerde kahramanlar ne tür özelliklere sahip olurlarsa olsunlar ustaca kurgulanmış bir manipülasyana soyunurlar onları yaratanlar tarafından. tabi bunu biraz hollywood eksenli söylüyorum.

    demek istediğim şu özellikle süper kahraman filmleriyle müthiş bir popcon kültür yaratıp iki saatlik eğlenme arzusunun tulumbası işlevini gören bir sinema geleneği fight club, into the wild gibi filmlerde daha sinsi bir yönteme başvuruyor.

    modern insanın, (orta sınıf, burjuvaji, işçi vs fark etmeksizin) önüne atılan bütün kahramanlar onu harekete geçirmek yerine izlemenin tehlikesiz pasifliğini uyandıran bir tür yatıştıcı görevi görüyorlar*. kendi aczini görüp, aciziyetini kabul eden insan kendini değersiz hissettikçe gerçekle arasına, gerçeğin hatırlatabileceği uyarıcıları yatıştıran, öteleyen başka bir düzlem örüyor. böylelikle perde ya da televizyonda gördüğü kahramanlar ve hikayeleri onları harekete geçirmek yerine tehlikesiz pasifliğin aczini kabul eden bireyler haline getiriyor. böylelikle gördüğü şeyden 2 saatliğine geçici keyif alan modern hayvan harekete geçmek yerine film ya da kitapların onlar için yaptığı şeylere bağımlılık duyuyor.

    al sana modern insanın tragedyası.

    işte bu film de tam da neredeyse ortak bir ağızla ''sistem eleştirisi yapmak istiyor, ama yapamıyor'' diyen tüm insanın kendine yönelik sayıklamasını ortaya çıkarıyor.

    evet dostum film sistem eleştirisi yapmak istiyor ama yapamıyor, sen de tüm o masa başı boklukları terk edip gübre, bok püsür ve bolca romantizm dolu taşra pastoralliğine gitmek istiyor ama gitmiyorsun. o halde sorun ne?

    spoilerrrrrrrrrrrrrr

    film üstüne başka şeyler yazmak istiyodum aslında (belki başka bir entryde. çünkü film de bir sürü mite gönderme var). özellikle ilk sahneyle açılan mitik bir anlam var. erginlemeye yönelik o sahnenin mitin temel özellikleri taşıdığı aşikar. bu ritüeller çocukluğu uğurlamaktan ziyade kovmak anlamına gelir. yani aslında çocuk- erkek olmaya zorlanır. psikolojik olarak ve elbet fiziksel olarak bu sınavı vermek zorundadır. aslında filmin anahtarı daha ilk sahnede eğer doğru okuyabilirseniz. nihayetinde yetişkinliğe, erkekliğe zorlanan çocuk serüvenin çağrısına kulak verir ve yolculuğa çıkar. çember çocuğun hikayesiyle tamamlanır. arada kalan her şey doğaya ve serüvene dönük çağrının karşılanması için olagelir. ha keze ailenin hep birlikte serüvene koyulması ve nihayetinde yaşanan hem fiziki hem ruhsal değişimle mesajın alınarak geriye dönüş yoluna koyulması.

    spoilerrrrrrrrrrrrrrrrr

    dip not: filmin tüm oyuncu kadrosu nefis ama orada o mahmur ve üzgün gözlerle bakan nai denen pislik (bkz: charlie shotwell) harika oynamışsın. bayıldım sana.

    edit: imla
  • little miss sunshine, into the wild ve hanna filmlerinin karışımı bir film olmuş. doğada hayatta kalma, çocuk yetiştirme ve sistemin insana dayatmalarını oldukça keyifli bir biçimde yoğurmayı başarmışlar. kesinlikle filme ayıracağınız zamana değecek bir yapım. bu arada aragornreisi uzun zamandır güzel bir filmde izleme şansı bulamayanlar için biçilmiş kaftan. prizmatik pusula ile yaptığım ölçüme göre 8.8524/10 puana sahip film.
  • kapitalizmden organize dinlere, coca cola'dan egitim sistemine bir cok seye karsi bir babanin ve geleneksel toplum normlarindan uzakta, dogada yetistirdigi alti cocugunun konu alindigi, noam chomsky'yi sevenlerin sevebilecegi, komedi/drama turundeki film.
  • son zamanlarda izlediğim en iyi filmlerden birisi.
    filmi iyi yapan temel şeylerden birisi sadece konusu değildi benim için, miniminnacık çocukların çıkardığı efsane oyunculuk ve kamera teknikleri ile renkler de filmi iyi yapan detaylardı.
hesabın var mı? giriş yap