• dun aksam saatleriydi.
    kapiyi hizla cekip ciktim. arkamdan birileri bagirdi, duymazdan geldim. yesil bi parkam var. onu giymisim sonra farkettim.
    sokak lambalarinin yeni yeni yanmaya basladigi saatler. havaya bir serinlik cokmus ama usumem ondan degil.
    sokagin basinda durup, hangi tarafa gitsem diye dusundum bir an.
    yukari gitsem, nereye ? asagi gitsem, nereye ?
    asagi gittim...
    bildigim bir apartmanin bahcesine girdim. banklarina baktim. elimi cebime atip, cikarken aldigim paketten bir sigara cikarttim.
    -iyi ki gaza gelip birakmamisim lan seni !
    dedim. yaktim.
    gecen arabalara, insanlara baktim.
    herkesin gidecek yeri var demek diye de biraz kahir yaptim.
    sigaramin kullerini bazen yere, bazen havaya biraktim.
    usudum bir hafif ruzgarda, yerimden kalktim.
    izmariti yeminle cope attim.
    yeni yeni yanan isiklara baktim.
    bana isaret ettikleri yerlere dogru adimlar attim.
    arabalar hizla gecti yanimdan, ve insanlar...
    bir yurumek aldi beni, adim ustune adim attim.
    bilmedigim sokaklara saptim, bildigim sokaklarda gozlerimi actim...
    yurudukce, uzerimden yukler attim.
    bir ara hem usudum ama hem bunaldim, parkamin onunu actim.
    yurudukce dagildim, usudukce toparlandim.
    kendimi kalabalik bir carsida buldum.
    oturacak yer aradim.
    cok yoruldum, cok dolastim, cok ugrastim, cok konustum icimden, cok da sus dedim disimdan.
    bir tahta sandalye buldum, bir yuvarlak mermer masa...
    - bir çay !
    dedim;
    -usta !
    icine bir seker attim.
    bir yudum, bir yudum daha...
    derken...
    .
    .
    .
    bunca ezaya iyi geldi cay...
  • hayatımın ilk yirmi yılı içemedim. içmeyi denediğimde midem bulanıyor, fenalaşıyordum. istanbul'a taşındığımda çalıştığım firmada sabahladığımız zamanlar elemanlarla gittiğimiz bir pastane vardı. sahibi dükkanı açar açmaz fırından yeni çıkmış zeytinli açma yiyip yanında çay içiyorduk. o ikili aşırı güzel geliyordu. çaya orada alıştım ve sonra aşırı sevdim. birkaç ay sonra zeytinli açmadan soğudum ama o başka bir hikayenin konusu. artık sudan daha çok çay içtiğim günler oluyor.

    çay'ın türkiye'de yüksek hacimde üretim tarihi alt tarafı 70 yıllık ama dünyada kişi başına en çok çay tüketen ülkeyiz. açık ara, öyle böyle değil.

    bu vaziyet bana garip gelmiştir. ne çabuk bokunu çıkarmışız? bildiğim türkiye'de eskiden çay içilmediği, osmanlı döneminde paso kahve içildiği, çayın da türkiye'de üretimle kültüre girdiği idi. niye böyle oldu?

    halbuki çay çin'den batıya ilk olarak 5.yy'da türk tüccarlar tarafından taşınmış. o dönemler tedavi için ilaç niyetine içilen bir şeymiş. keyif içeceği olarak kullanıma başlaması ise 6.yy'ın sonunu bulmuş. batıda ilk çayı ise ruslar batum'da yetiştirmiş.

    osmanlı 19.yy'da çayı ülke topraklarında yetiştirmek istemiş fakat bunu bursa'da deneyince iklim uyumsuzluğundan başarısız olmuş. proje rafa kaldırılmış. sonra türkiye cumhuriyeti dönemi tekrar canlandırılıp doğu karadeniz'de denemeler yapılmış. 1930'larda başlayan üretim süreci kârlı bir rekolteye ancak 1940'ların sonlarına doğru ulaşabilmiş.

    yüksek hacimli üretimin o sırada başarılması ülkeyi rahata sokmuş zira ikinci dünya savaşı sebebiyle çay ithalatı sıkıntıya girmiş. bu da henüz üretmediğimiz halde ülkede kayda değer çay tüketimi olduğunu gösteriyor.

    tahminim çayın yurtiçinde üretilminin yol açtığı ucuzluk, kahveden daha çok popülerleşmesine yol açmış. 1960'larda çay tarlaları o kadar artmış ki hükümet kanunen izinsiz çay üretimini yasaklamak zorunda kalmış ve çaykuru kurup üretimi devlet kontrolü altına almış.

    1984'te bu yasaklar kaldırılmış. günümüzde çay üretiminin %35'ini özel sektör yapıyormuş ve kalite standartları da kanunla denetime tabiymiş.

    tutması 10 yıl süren ilk yetiştirme denemelerinde iklim o kadar çok sorun çıkartmış ki üretim hedefi sadece ülke içi düşünülmüş. oysa türkiye günümüz itibariyle dünyanın en büyük 5. çay üreticisi.

    konuyu okurken çay üretmek için gösterdiğimiz sebata hayran kaldım. fikrin raftan indirilmesiyle kârlı rekolte seviyelerine ulaşmamız arasında neredeyse 20 yıl var. hani osmanlı'nın ilk yaptığı gibi biraz uğraşıp "ya bu olmayacak galiba, öff sıkıldım!" deyip bıraksan çay diye bir şey bilmeyecektik. onuncu yılda "bundan kar edemeyiz" deyip projeyi iptal etsen çay kalmamıştı. oysa bugün karadeniz bölgesinin en ciddi gelir kalemlerinden olmuşsun, dünyanın beşinci büyük üreticisisin. o yıllarda "bunu biz yaparız" diye hayal eden bir insan varmış, "yapmadan bırakmak yok" diye inat ve sebat edenler, sonunda da başaran birileri olmuş. cumhuriyetin ilk yılları, öyle deli zengin koşullar da değil.

    geçen sene "türkiye emoji alfabesine tek sembol katma imkanına sahip olsa bu ince belli çay bardağı olmalı" diye bir twit atmıştım. onu da kültürümüze en yerleşik ve en büyük ortak paydamız olduğundan. şimdi çay gözüme daha kıymetli geldi. hem tarihi kıymetinden hem de başlı başına gurur duyulacak bir azim ve başarı hikayesi olmasından.

    bugün hiç alakamız olmayan, ülke koşullarında hayatta olmayacak, kime sorsanız "olmaz o iş" diyeceği bir şey hayal edin. 30-40 yılda dünyada o konuda ilk 10'a girebileceğinizi söylesem?

    *hüüp*

    (not: alt tarafi "çay bizde 70 yıllık" twiti yazacaktım konuyu araştırmaya başlayınca sayfalarca entry'ye döndü)
  • çayın alt demliği evdeki kaynana dır; devamlı kaynar durur...
    üst demlik evdeki gelin dir; alt demlik kaynadıkça o olgunlaşır, demlenir...
    gelinin koca sı ise bardaktır; biraz kaynana doldurur onu biraz da gelin...
    çocuklar çayın şekeridir; tat verir...
    görümce ise çay kaşığıdır; arada bir gelir ve karıştırır gider...
    kaynataya gelince; o da bardak altıdır; dökülenleri bir araya toplar...

    demek ki çay için hayatın anlamı diyenlere gülüp geçmemek lazım... bi durmak, düşünmek lazım...
  • bugünlerde yolu yol değildir! müsadenizle kendisine bir takım laflar söylemek istiyorum.

    bak güzelim, bunca yıldır seni bir kez olsun aldatmadım. elâlem alengirli kahvelerle sana dudak bükerken ben en entel ortamlarda bile sana sadık kaldım. yazlar kuru ve sıcak geçerken, harareti alır dedim, seni seçtim. kış ayazında içim ısınır dedim, sana dayandım. ne naneli limonatalar, ne tarçınlı sahlepler, ne aromatik kahveler geldi geçti önümden de gözdür âlemi gezer, gönül biriylen olur diye seni sevdim. öyle her önüme gelen bardakla, efendim mug mıdır nedir koca koca maşrapalarla filan da değil ha...güzelliğine yaraşır biçimde, beli ince, ağzının kıvrımı da ince olan cam bardaklardan içtim. karakterin bozulmasın, tadına tat karışmasın diye şeker bile atmadım. üşenmedim, her akşam demledim. bıkmadım, her sabah güne seninle başladım. şuurumun açılmasını, kafamın çalışmasını bile sana bağladım.

    ama sen napıyosun şimdi bana? tehlikenin farkında mısın? bir yudumunu dahi yutmak zor artık. daha doğrusu yutmak kolay ama mideye kadar giden yolda yağmalamadık köy bırakmıyorsun maşallah! cancağızım, sînemi şerha şerha etme gayrı! beni yaban ellere gurbete salma!

    sen yoksan ben de yokum, bunu sakın unutma!
  • cumhuriyetin açlıktan ölen doğu karadenize armağanıdır çay. o yüzden aynı bölge cumhuriyete acayip müteşekkirdir, her seçimde bunu gösterir. zihni derin'i milletvekili bile seçmeyen rize halkı bunun en nadide örneğidir.
  • “çay henüz her şey bitmedi demektir.”
    - cezmi ersöz

    ”biz, çayın yalnızlığa iyi gelen tarafını da severiz.”
    - oğuz atay

    “çay bulaşıcıdır, efkâr da.”
    - bekir erdoğan

    “masada çay bardakları ve senin ellerin olsun.”
    - tarık tufan

    “ömür bir çay içimi kadar zaten.”
    - umay umay

    “şimdi ölsek; en fazla kahvede çaylar soğur.”
    - yılmaz odabaşı

    “ve oturdu mu bir masaya, hakkını verir çay içmenin.”
    - cahit zarifoğlu

    “iki çay söylemiştik orda, biri açık, keşke yalnız bunun için sevseydim seni”
    - cemal süreya

    “ama bu kente gelirsen unutma beni ara, sana bir çay ve temiz yaralar ısmarlarım.”
    - osman konuk

    “soğuyan bir bardak çaydır benim ömrüm.”
    - nevzat çelik

    “yazsam okusam, okusam yazsam, biri devamlı çay verse bana.”
    - ömer lütfi mete

    “hadi, iç de çay koyayım.”
    - ah muhsin ünlü

    gibi, uzar gider daha...
  • ingilizlerin hindistanin guneyini kolonilestirmesine sebep olan bitki.
  • eskiden sevmezdim ama şimdi ne zaman evim olmadığı aklıma gelse-- ki bu gerçek aklıma çok sık geliyor --gidip üşenmeden gücenmeden bir demlik çay demliyorum.
    sonra bakıyorum aile yok, hemen koşa koşa ilk çayımı dolduruyorum,
    sonra bakıyorum arkadaşlarım yok, gidip ikinci bardağı alıyorum,
    sonra bakıyorum kitaplar yok, bardak sayısı üçe çıkıyor.
    sonra bakıyorum iş var hem de çok hemen demliğin dibini bardağa zor bela aktarıyorum.
    sonra bakıyorum bir şehir var, ağaçlarla dolu sokaklarında rüzgarlar, biraz da müzik...
    bir bardak daha olsa içilirdi sanki.
  • ben bu içeceğin kıymetini şu son bir kaç güne kadar anlamamışım sanırım.
    çocukken çay içirmezlerdi, ısrar edersek de içine süt dökerlerdi, ingiliz kraliyet ailesindeniz ya. süt istemiyorum dersen ya soğumuş ya limon eklenmiş adına çay dedikleri ama çay olmayan bir içecek içerdik. üniversitedeyken içtim herhalde en çok, yere yakın, insanın belini ağrıtan oturaklarda saatler geçirirken, arkadaşlarla muhabbetteyken içtim.
    evde akşam annem yaptığında ailemle içtim. ben hep başkalarının yaptığı çayı içtim. evliyken (eski - yahu buna da bir isim bulmak gerek sinir oluyorum şu söze-) eş de kahve sevdiğinden yıllardır evde çay yapmam. ancak bir misafir gelecek ve kahve yerine çay içelim diyecek de o zaman. ama ben çayı hiç yalnızken de içmedim. çay, benim için hep kalabalıkta, muhabbette içilen bir içecek oldu.
    bir başımayken hiç aklıma gelmez çay içmek. "kim uğraşacak", "bir sürü iş" , "aman zaten bir başıma içeceğim iki bardak"..... bir dünya laf kalabalığı ve bahaneyle uğraşırken zaten kettle suyu fokurdatmış ben kahvemi koymuş olurdum.

    ne olduysa şu çay efsaneleri çıktığında oldu. daha önce hiç o kadar çay sözcüğüne maruz kalmadım mı, illa ki olmuştur. ortalık reklamdan geçilmiyor her yerde sonuçta. ha bir de terapi sürecinin getirdiği sorgu, sual dönemi var. bir iyi bir kötü haller falan. neyse efendim ben taktım çaya cumartesi günü. oturup çayı düşündüm. "ben neden kendim için çay yapmıyorum"dan başladım, "ben kendim için ne yaptım ki zaten"e kadar geldim.

    kalktım kendime çay koydum :) kendime ne istersin demiş oldum böylece. senin için kalkar, o zahmete girerim, sen buna değersin dedim kendime. sonra bu kendini kıymetli hisseden "ben" dedi ki madem başladın beni düşünmeye hadi çık evden. umay babada, üstelik başka bir şehirde. git sen de, kendine güzel bir gün hediye et anneler gününde. dinledim "ben"i, geçen yıl yapmayı düşündüğüm foça'ya izban ile gitmeye (fakirim olm ben, arabam yok) karar verdim. günlerdir evde bel ağrısıyla yatıp bunalmıştım. deniz havası iyi gelirdi. düştüm yollara, kendime küçük bir otelde oda tuttum. balkonundan iğde kokuları gelen güzel bir odaydı. denize girdim, buz gibiydi ama hidroterapi niyetine bedenimi teslim ettim denize. sırtüstü yatıp gökyüzünü izlediğimde denizin üzerinde sadece nefesimi duyuyordum. hızlı, derin, sonra gittikçe sakin. huzur buldum. kendimleydim ve mutluydum, kaçmadım kendimden.
    ertesi gün eve geldim ve kendime bir çay koydum.

    "dışarda çok ses var içerde uzay
    kendime çaylar demliyorum
    arkada kaldı gömdüğüm hikayeler"
    (bkz: kendime çaylar)

    (bkz: çay içilmeyen ev)
    (bkz: çay içmeyip kahve içen insan modeli)
    (bkz: hayatın anlamını bulup çay koymak)
    (bkz: herkes çay koyar sevdiğine)
    (bkz: çay kadar sevmek)
    (bkz: tek başına çay içmek)
    (bkz: çay demledim içeriz)
    (bkz: çay içen insan)
    (bkz: çay romantizmi)
  • sabah 6 buçukta uyanırım. tam bir avrupalı gibi 'hiçbir şeyi yeteri kadar aydınlatmayan' abajurlarımdan birini açar ve kahve makinesinin düğmesine basarım...
    sonra odama dönüp bacaklarıma ince siyah çorabımı geçirip, deri mini eteğimle bi selfi çeker ve hayranlarıma... ay pardon, bu değildi.
    öhöm... pijamamı çıkarırım. pamuklu taytımın üzerine robdöşambrımı geçirdikten sonra ofise doğru yola çıkarım. yolda kocaman bir kupa kahve alır, ofise varırım. burada "en azından kahve kupasını aydınlatan" diğer abajuru açarım ve çalışmaya başlarım.
    avrupanın sadece iyi taraflarını almadık, her şeyini aldık. güneş doğduktan sonra tüm perdeleri ardına kadar açıp mahallenin meraklı gözlerini üzerime çekerim.
    avrupalılık bitti.

    öğleye doğru kahvaltı yaptıktan sonra bir demlik çay demlerim. bugün her zamanki gibi höpürdeterek çay içtiğim sırada "yazdığım kodun yine çalışmaması" sebebiyle duvara bakarken düşünme fırsatı buldum.

    "çay çok uzak!"

    günde 1 litre kahve içmeme rağmen onun soğuması umurumda olmuyor ve öğleye kadar aralıklarla içiyorken; çayın soğuması ve bana uzaklığı neden problem oluyordu? kahvenin yerini değiştirme fikri hiç aklıma düşmemişken, ne oluyordu da çayı tam böyle yanı başımda istiyordum.

    atalarımdan gelen gen aktarımının bir sonucu olabilir diye düşündüm sonra. acaba teyzem çay tarlasında kolyesini mi düşürdü, ya da büyük dedem kaynar sularda yanarak mı öldü, belki nenem çölde su bulamayıp çay içti?

    geçmişten günümüze gelerek nihayet sonuca ulaştım. çok geriden başlamışım o yüzden biraz uzun sürdü. aslında 10 yıl öncesine gitsem yetecekmiş. bakıyorum, kod çalışıyor mu? hayır, çalışmıyor. düşünmeye devam.

    evet, soba.

    öğrenci evimizde ev sahibimizden kalan bir soba vardı. sefalet ve çile çekmeye bayıldığım için ben bu sobayı yakmaya başladım. sonra çok hoşuma gitti. yine 6.30'ta kalkar, kahve makinesinin düğmesine basar bir hevesle o soğukta soba yakardım. zamanla okula gitmemeye, kışı evde geçirmeye başlamıştım. tüm gün çay kaynıyordu evde, nasıl dışarı çıkayım?

    ardından farkettim ki bizim evde soba yandıkça nüfus artmaya başladı. salon o kadar kabalıktı ki koltukta anca dik oturarak ikamet etmek zorunda kalmıştım. kimse de demez ki bi kere de biz yakalım. dedim ki "beeen sizin anneniz olmayacağım, içinizdeki çocuğu siz sakinleştirin. annenizden alamadığınız sevgiyi ben telafi edemem." çok sert konuştum ama anlamayan insana ne anlatacaksın?

    ben de bıraktım artık yakmayı. bana mı kaldı ya fakir öğrencileri ısıtmak?
    ardından anneannemler düştü aklıma. evet onlar da hala soba yakıyordu. çocukluğumda yanan soba hiç ilgimi çekmemişti ama artık aralıksız sıcak çay zevkine erişmiştim bi kere. insan standartını yükseltince bir daha düşüremiyor gerçekten.

    küçük tatillerde otobüse atlayıp anneannemlere giderdim. kış günü hiç üşenmeden gelişim herkesin dikkatini çekmiş olacak ki ana-babam benimle daha çok ilgilenmeye başladı. dedem, teyzeme "bu çocuğun paraya mı ihtiyacı var, niye hep buraya geliyor" diye sormuş. bu bizim yaşlılar da bir garip ha! milletin nenesi kırismıslarda foto albümünü açar, aile hikayesi anlatır, bizimkiler anca dram kovalasınlar.

    o zaman telefonumuzda internet yok tabi. bi iki pencereden bakarsın, iki kuş çırpınışı, bi kedi zıplaması, bi ağaç hışırtısı. sonra? bitti! el mahkum kitap okuyoruz. malum, gün boyu uyukladığımız için gece uyku tutmaz, gece de kitap okuruz. sistematik olarak bilgiye mecbur bırakıldığımız günlerdi, çok yazık. çocukluğumuzu böyle böyle aldılar işte elimizden. hadi arada tv'de bi dizi izle, sonra? yine kitaba dön. ayy allaam esirgesin o günlerden, tekrar yaşatmasın bi daha. çok zordu gerçekten. şimdi konuşurken bile tüylerim diken diken oldu.

    hiçbir sorumluluğumun olmadığı, bir yere yetişmediğim günlerde sobalı bir odada fütursuzca çay içip yarın yokmuşcasına kitap okuduğum günler mutluluğumun zirvesi olabilir.

    ya bu arada, bugüne kadar ilk defa soba edebiyatı yapıldı. ben yaptım! bunun onurunu her zaman taşıyacağım.
    bi de derler ki "gökyüzü altında söylenmemiş söz yoktur." nasıl yok? insan isteyince buluyor işte.

    bi de isterler ki her şeyi onlar söylesin, onlar söyleyince biz susalım.
    hayır efendim. her şey yine, bi daha söylenecek!
hesabın var mı? giriş yap