• alt tarafın sürekli kaynadığı, üst tarafın sürekli demlendiği vahşi kapitalist ruhlu mutfak aleti.
  • mahallenin muhtarlari dizisinde temelin maymununun adi.
  • bir izci oyunudur.

    söz konumuz oyunda ebe seçilen kişinin hariç tutulduğu grup, bir nesne seçer - diyelim mouse (bilgisayar kumandası olanı).

    sonra ebe bu grupla yüzleştirilir. herkes sırasıyla, seçilmiş nesne'yi bir biçimde tarif eder; fakat asıl espri, bunu yaparken nesnenin adını kullanmaz da çaydanlık der - diyelim: "çaydanlık genellikle iki tuşlu olur", "çaydanlığın bir topu vardır", "çaydanlığın üzerinde gezdiği özel bir alan vardır", "çaydanlık birtür kumanda aletidir" şeklinde.

    herkes kendi tarifini söyledikten sonra ebe kişisi "çaydanlık"ın ne olduğunu tahmin etmeye çalışır. tahmin tutarsa eyvallah, gruba dahil edilir ve bir başkası ebe seçilir. yok tutmazsa, söz konumuz ebe, ebe olarak kalır; grup da yeni bir nesne seçer ve oyun benzeri şekilde ilerler.

    çaydanlık oyunundaki önemli bir espri, ebe kişisine, tahmini tutmamışsa eğer, "çaydanlık"ın ne olduğunun söylenmemesi esasıdır. böylece, aynı kişinin ebe kalmasından yararlanılarak yine bizzat aynı nesne "çaydanlık" yapılır ve oyun, grubun yeni tarifleriyle genellikle bayık bir şekilde sürer.

    hazır bayık demişken: çaydanlık zaten tanım gereği bayık bir oyundur; zira ebe zavallısı kırk bin saat aval aval bakmak ve harcinde tutulduğu grubun gülüşmelerine katlanmak zorunda kalır - bu bir.

    oyunu bayık kılan bir başka şeyse, gruptan birinin (hele ki grup büyükse) bir yerde her şeyi ayan beyan ortaya seren bir tarif yapmasıdır - yine "mouse" örneğimizi kullanacak olursak, mesela bu angut kalkıp şöyle diyebilir: "çaydanlık, bilgisayar ekranındaki oku kontrol eder" - eh, burada gizem mizem kalmamış, oyun bitmiştir artık; ebe -elbette- yapıştıracaktır: "mouse" diye...

    velhasılıkelam "çaydanlık" şu maddeyi yazmak için harcadığım zamana artık ömür billah yanacağım raddede sıkıcı bir izci zevzekliğidir.
  • turk mutfaginin vazgecilmeyen demirbasi, ayrica turk kulturunun de en onemli ozelliklerinden biri. kucukken hic onemsemezdim bu aleti, ne de olsa siradan, her gun gordugumuz, kivrak bir figuru olan, metal bir nesneden baska bir sey degil de nedir ki.

    avrupa'ya geldikten sonra aslinda ne kadar ilginc bir alet oldugunu farkettim. ziyarete gelen her avrupali arkadasimin "hey, what is this man?? cool!.." diyerek, sanki mutfakta hazine bulmuslar gibi saskin bakislari arasinda aleti incelemeleri, benim de safca "n'olduki, alt tarafi metal bir su kaynaticisi. hic boyle bir sey gormediniz mi??" yorumunu yapmama sebep olmustur. yillar sonra farkettim ki gelen ziyaretcilerin milliyeti farketmiyor, hepsinin tepkisi ayni. sadece turkiye'de tatil yapmis olanlar daha once caydanlikla tanisma firsatina sahip olmuslar, ama realtime cay demleme deneyimine ulasamamislar tabii ki.

    tabii bu karsilasmanin dogal sonucu, onu izleyen tavsan kani cay demleme operasyonu olarak devam etmekde. her gun yaptiginiz, siradan cay demleme isini, sanki laboratuvar'da deney yapiyormussunuz gibi sizi izleyen merakli bakislar arasinda yapmak da isin baska bir boyutu. bu da bana turkiyenin mutfakdan sorumlu devlet temsilcisi sifatiyla belki avrupa topluluguna girmemis bir ulkeyi caydanlik kulturuyle en azindan avrupa kulturune sokabilme sansini vermekten baska bir halta yaramamaktadir tabii ki. haa onu izleyen cay muhabbeti ile 72 milletten insanla hos vakit gecirmekte isin oteki kismi. ayni duyguyu veren baska bir turk mutfak kulturu olayida turk kahvesi dogal olarak.
  • tek başına huzur timsalidir.
  • çay demlenip su fokur fokur kaynayinca çaydanlıktan bardağa hafif yutkunarak aktarmalarda kaynar su neredeyse bir metre uzağa dek kizgin şekilde fışkırır. ben bu durumdan epey tırsıyordum. birkaç kişiyi de bu yolla yakmıştım. ancak anne bana basit ve mükemmel bir sır verdi. biz burada entelektüel geçineduralım, insanlar hayatı gayet basit pratik bilgi ve reflekslerle yasiyorlar. kaynayan suyun içine yarım çay kaşığı toz şeker atınca çaydanlığınn içindeki kavga kıyamet sona eriyor. başta pek ciddiye almamıştım, zira üniversitede ilk kez yemek yapmaya çalışırken annemin "göz kararınca koy - pembelesinceye kadar kavur" komutları işime yaramiyordu. sahsen o pembeliğe hiç şahit olmadım hacı. göz kararı yüzünden de çok yemeği heba ettim.
  • üç boyutlu modellemenin ilk fotomodelidir
  • mütemadiyen yanan.

    sanmıyorum ki bir evde çayın altı açık unutulup da o çaydanlık yanmasın. sonra gelsin cifler gitsin bulaşık telleri. parlat babam parlat.
  • sabahattin ali'nin -bence- en iyi öyküsü.

    ''hastanenin bodrum katındaki küçük ve pencereleri demir
    parmaklıklı odada beş kişi yatıyorduk.

    hapishanenin doktoru ve reviri olmadığı için hasta mahpuslar
    ağırlaşıncaya kadar koğuşlarında kalırlar ve araba parası
    tedarik edebilirlerse belediye doktorunu getirtirlerdi. ak saçlarını
    pek itina ile ortadan ikiye ayıran bu ihtiyar ve zayıf
    adamcağız, yüzünde besbelli bir tiksinmeyle, ellerini sürmeden
    hastalara bakar ve mevcut olmayan bir mesuliyetten korkarak,
    ekserisini hastaneye havale ederdi.

    fakat hastanede mahpuslara ayrılan koğuş beş kişiden fazla
    almadığı için, mütehassıs tarafından --asla yaptırılamayacak
    olan-- bir reçete ile birlikte geri gönderilen mahpusların, yol kenarlarında
    oturup dinlenerek ve kelepçeli ellerine jandarmaların
    sıkıştırdığı bir sigarayı hırsla çekerek hapishane yolunu tuttukları
    her zaman görülürdü.

    ben bir kulak sancısı yüzünden yatıyordum. bir bardak sıcak
    suya damlatılan buğuyu bir kesekülah vasıtasıyla sabah akşam
    burnuma çeker, nadiren kitap okur ve çok zaman gözlerimi
    beyaz sıvalı tavana dikerek uzanırdım.

    yanımdaki yatakta, esrarkeşlikten dolayı altı ay hastanede
    tedaviye mahkum edilen bir bakkal vardı. hemen hemen hiç
    odada durmaz, koridorda jandarmalarla ahbaplık ederdi. hasta
    olmadığı ve uzun zamandır burada yattığı için hademeler ve
    jandarmalarla arası pek iyi idi ve günlük esrarını tedarikte hiç
    sıkıntı çekmiyordu.

    onun ötesinde, rüşvet ve irtikaptan iki buçuk seneye mahkum
    eski icra memuru süleyman efendi yatıyordu. hastalığı
    zatürree idi, fakat ihtiyarlığına rağmen tehlikeyi atlatmış görünüyordu.
    genç dahiliye mütehassısı sabahları vizitede gülerek
    sırtını okşuyor ve:

    -yakayı kurtarıyorsun, beybaba!- diyordu.

    diğer iki hasta, adam vurmaktan on beşer seneye mahkum
    iki köylü idi. biri hasmını, öteki su meselesinden tarla komşusunu
    öldürmüştü. her ikisi de bir türlü iyi olmayan bir bağırsak
    hastalığı çekiyorlardı. müthiş zayıflıkları ve sapsarı yüzleri,
    onları, insanı şaşırtacak kadar birbirine benzetiyordu.

    odadakilerin içinde süleyman efendi'den başka konuşan
    yok gibiydi.

    esrarkeş bakkal yatağında bulunduğu zamanlar, bağdaş
    kurup oturur ve gözlerini beyaz boyalı karyolanın ayakucuna
    dikerek saatlerce susardı.

    iki köylüden biri yataktan kalkamayacak kadar halsizdi.
    bütün gün başını duvardan tarafa çevirip yatar, hiç kımıldamazdı.

    ismi satılmış olan diğer köylü bir parça daha dermanlıydı.
    ara sıra konuştuğu da olurdu. hatta bir kere ormanda nasıl
    pusu kurup babasını vuran adamı devirdiğini bile anlattı.

    fakat süleyman efendi, halsizliğine ve nefes almakta çektiği
    güçlüklere rağmen bütün gün hiç durmadan söylenirdi.

    sabahleyin erkenden yatakları düzeltmeye gelen hademelere
    çatmaktan başlayarak, kahvaltı getiren hastabakıcıya, hatır
    soran hemşireye, vizite yapan doktora boyuna dırlanırdı. kendisini
    memnun etmeye imkan yoktu. karşısına kimi alırsa derhal
    ötekilerden şikayete başlıyordu. o kadar ki, esrarkeş bakkal
    hakkında ağzına geleni söyleyip benim dinleyip dinlemediğime
    bakmadan:

    -nasıl, dediğim gibi değil mi?- diye sorarken, bakkal içeri
    girince, onu yatağının kenarına oturtur, bana da duyuracak bir
    sesle benden bahsederdi:

    -aptal mıdır nedir? boyuna kitap okuyup düşünür. biz de
    çok okuduk ama, faydası olmadı. neyine kibirlenir acaba? biz
    de efendiyiz ama, kimseye kem baktığımız yok...-

    karşısındaki, bazan bir bahane bulmaya bile lüzum görmeden
    kaçıncaya kadar o devam ederdi. ara sıra yorgunluktan
    gözlerini kapayıp başını yastığa koyarak dinlenir, yahut öksürük
    nöbetine tutularak gözleri yerinden fırlar, fakat biraz kendine
    gelir gibi olunca yeniden söylenmeye başlardı.

    -aman!.. doktor mu bunlar... ben onlardan iyi anlarım bu
    işlerden... bacak kadar çocuk gelmiş de bana akıl öğretecek.
    hardal lapası neyse, onu biz de yaparız. zaten doktora da ben
    söyledim... ama o iğneleri lüzumsuz yere vuruyor... satlıcana
    iğne kar eder mi? sonra tutmuş 'çay içme!' diyor. allah allah...
    çaydan da zarar geldiği görülmüş mü?..-

    sözünün burasında bağırırdı:

    -satılmış... getir çaydanlığı!..-

    satılmış, uzandığı yataktan fırlar, eski ve kocaman hastane
    terliklerini sıska ve topukları balmumu gibi sararmış ayaklarına
    geçirir, kızgın sac sobanın üzerinden çaydanlığı ve pencereden
    çay fincanını alarak -beybaba-nın yanına varırdı.

    süleyman efendi satılmış'ı, fikrini almaya lüzum görmeden
    kendisine hizmetçi seçmişti. o kadar salahiyet ve tabiilikle
    emirler veriyordu ki, itaat etmemek oğlanın aklından bile geçmiyordu.

    -satılmış, oğlum, uzat şu tükrük hokkasını-: yahut; -satılmış,
    jandarmaya seslen, şu çeyreği de ver, bana şeker alsın!..-
    dediği zaman, sıska delikanlı değnek gibi parmaklarıyla karyola
    demirlerine tutunur ve söyleneni yapardı. ihtiyarın tahakkümü
    karşısında jandarmalar bile itiraz edemiyorlar, ardı arası
    kesilmeyen angaryalara, ara sıra söylenerek de olsa, tahammül
    ediyorlardı.

    satılmış çay bardağını doldurup süleyman efendi'ye uzatınca
    ihtiyar doğrulup sırtını duvara dayar, tepesindeki saçları
    dökülmüş kocaman başını ağır ağır sallar, ağzına dökülen gür
    bıyıklarını sıvazlayarak içmeye hazırlanırdı. onu bu vaziyette
    gören hemşireler birkaç kere sırtını duvara vermemesini, yorgandan
    çıkmamasını söyledilerse de o arkalarından istihfaf (aşağılama,
    küçümseme) dolu bir gülüşle baktı ve bildiğini yapmaya devam etti.

    çayını içtikten sonra satılmış'tan çaydanlığı tekrar ister,
    kopuk kapağı kaldırarak içine bakar, sonra, bir çiftlik bağışlıyormuş
    kadar ehemmiyetli bir velinimet tavrıyla:

    -bunu da sen iç!- diyerek ona bir şeker uzatırdı.

    çay içini biraz ısıtıp öksürük nöbetlerinin arası uzayınca
    çenesi büsbütün açılıyordu. odada herhangi birimiz herhangi
    bir meseleden bahsedecek olsak derhal lafı yarıda kestiriyor:

    -o senin bildiğin gibi değil!..- diye kendisi söze başlıyordu.
    herkesin bir kusurunu bulur, herkese bir şey, hatta birçok
    şey öğretmeye kalkardı. zavallı satılmış nasıl vukuat işlediğini
    anlatırken bile süleyman efendi'nin müdahalesinden kurtulamamış,
    kendi başından geçen vakanın doğrusunu ihtiyardan
    öğrenmek mecburiyetinde kalmıştı. ihtiyar adam öksüre öksüre:

    -yok, yok... senin bildiğin gibi değil... sen orada yatarsan
    adam değil kuş bile vuramazsın... pusuyu nereye kurduğunu
    bile bilmiyorsun...- diyerek cinayet mahalline dair uzun tafsilata
    girişiyor ve asıl fail bu izahatı hayret, hatta biraz da hürmetle
    dinliyordu. bu ihtiyar efendinin dedikleri gerçi hakikate
    uygun değildi, ama öyle bir akıllıca sayıp döküyordu ki, herhalde
    doğru olacaktı.

    mevsim ilkbahar başlangıcıydı. odanın küçük sac sobası
    hiç durmadan yanıyordu. akşam serinliği basınca koridorda
    üşüyen jandarmalar da iskemlelerini alıp içeri giriyorlardı. sönük
    ampulün ışığı altında, silahlarını kucaklarına dayayıp bekleşiyorlar,
    ara sıra esrarkeş bakkalla yarenlik ediyorlardı.

    akşamları ateşi yükseldiği halde süleyman efendi de onlara
    laf yetiştirmekten geri kalmıyordu. jandarmalara kah nasihat
    verir, kah onları azarlar veya ateşi biraz daha yükselirse,
    abuk sabuk söylenip bağırmaya başlardı.

    son günlerde hastalığı tekrar ağırlaşmıştı. bunda hem geceleri
    arkasına hardal lapası korken sırtını yarım saat açık bırakıp
    üşüten hastabakıcıların, hem de kendisinin kabahati vardı.
    odanın sık sık bozulan havasını değiştirmek için pencereyi açtığımız
    zaman, yorganına iyice sarılmasını söylediğimiz halde,
    o dinlemez, göğsünü açıp pencereden gelen rüzgara vererek:

    -bu rüzgar adama dokunmaz... sizin bildiğiniz gibi değil...
    bu rüzgar takkeli dağ'dan geliyor. insana şifa getirir...-
    diye mart rüzgarını hasta ciğerlerine çekerdi.

    satılmış günde bir bardak az şekerli çay mukabilinde ona
    hizmetkarlık etmeye devam ediyordu. aylardan beri perhiz
    eden midesi doktordan gizli içtiği bu birkaç yudum sıcak mayii
    belki de hasretle bekliyordu. yalnız süleyman efendi artık çaylarını
    sırtını duvara dayayarak içemiyordu. satılmış yardım etmezse
    üstüne döktüğü bile oluyordu. elleri titremeye, gözleri
    adamakıllı çökmeye başlamıştı. köylü delikanlısını esrarkeş
    bakkalın yatağına oturtup:

    -senin bildiğin gibi değil... öyle adam öldürülmez... bak
    ben sana anlatayım...- derken birdenbire sözü sapıtıyor:

    -başkatip çaldığı paralarla iki ev aldı da yine kolunu sallaya
    sallaya geziyor. hapislik bize düştü- diye, başka zaman hiç
    ağzına almadığı mahkumiyetinden bahse başlıyordu. cezasının
    bitmesine bir buçuk ay kalmıştı. bunun için haftada bir iki
    kere uğrayan oğluna dışardaki işleri hakkında talimat veriyor
    ve on sekiz yaşında kadar göründüğü halde gözleri beş yaşında
    bir çocuk şaşkınlığı ile odada dolaşan biraz aptalca oğlu bu
    sözleri hiç cevap vermeden, tasdik makamında başını sallaya
    sallaya dinliyordu.

    birkaç gün içinde ihtiyar büsbütün fenalaştı. yüzünün kemikleri
    fırlayıvermiş, gözleri garip bir parlaklıkla daha çukura
    gömülmüştü. günün ekseri saatlerinde kendinden geçmiş olarak
    yatıyor ve sayıklıyordu. geceleri çırpınıyor, boğulacak gibi
    öksürüyor ve durmadan inleyerek hiçbirimizi uyutmuyordu.
    esrarkeş bakkal iki gece uykusuzluktan sonra:

    -hala geberemedi yahu!..- diye söylenmeye başlamıştı.
    yalnız satılmış hizmetinde kusur etmiyor, ihtiyarın her sayıklayışında
    yastığından başını doğrultarak:

    -bir şey mi istedin, beybaba!- diye soruyordu.

    nihayet bir gece sabaha karşı ses kesildi. son günlerde sık
    sık bizim odaya uğrayan nöbetçi hemşireler derhal bir sedye
    getirterek ölüyü kaldırdılar. yatakları dışarı çıkardılar. daha onların
    işi bitmeden dördümüz de derin bir uykuya dalmış bulunuyorduk.

    hemen sabah vizitesinden sonra bizim odanın önündeki
    koridorda ayak sesleri ve konuşmalar peyda oldu. jandarmalardan
    biri başını kapıdan uzatarak:

    -beybaba'nın soyu sopu buraya toplandı!- dedi.

    biraz sonra ölenin aptal oğlu içeri girdi. babasının çıplak
    yatağına oldukça büyük bir bohça sererek pencere içlerinde ve
    yatak altlarında ölüden kalan ne varsa onun içine doldurmaya
    başladı. birkaç kere bakkalın eşyasına da el attı, fakat o hemen
    müdahale etti:

    -bırak o saati... babanın öyle saati var mıydı? açıkgözlük
    etme!..-

    oğlan ne buldu ise derleyip toplayarak dışarı çıktı. bu sırada
    kapının aralığından koridorun bir parçası göründü. dışarıda
    birkaç kadınla bir sürü çocuk vardı. bütün akraba gelmişe
    benziyordu. bunların arasındaki şişmanca ve yaşlıca bir kadın
    oğlanın dışarı çıkardığı bohçayı yere serdirip açtırdı. içindekileri
    birer birer savdı. sonra telaşla oğlana dönüp bir şeyler söyledi.
    tekrar içeri giren çocuk etrafına bakınarak:

    -bizim çaydanlık nerede?- diye sordu.

    dört beş günden beri çay pişirilmediği için bu kapağı kopuk,
    sırları dökülmüş küçük emaye çaydanlık ortadan kalkmıştı.
    herhalde satılmış bir yere koymuş olacaktı. kendisini
    biraz evvel midesinden su almak için laboratuvara götürmüşlerdi.

    esrarkeş bakkal:

    -telaş etme bulunur!- dedi.

    bu söz üzerine kapıdan içeri şişman ve kıpkırmızı bir kadın
    başı uzanarak:

    -o da ne demekmiş? helbet bulunacak!..- dedi, sonra oğluna
    dönerek, sertçe:

    -sen bunlara bakma, aramana bak vecihi, belki başka şeyler
    de kalmıştır...-

    fakat çaydanlık ortada yoktu. satılmış'ın karyolasının başucunda
    sallanan ve zavallının varını yoğunu içinde taşıyan
    amerikan bezinden bir torbayı dışından adamakıllı sıkıştırıp
    yokladılar; içinde çaydanlığa benzer bir şey yoktu.

    kadın kapının önünde söylenip duruyordu. oradan geçen
    bir hemşire ile bir hastabakıcıyı durdurdu, onları da alıp içeri
    girerek hep beraber etrafı aramaya başladılar.

    daracık odada birbirlerini itip kakarak yatakların altını, soba
    odunlarının yığılı durduğu köşeyi, hastaların torba ve bavullarını
    karıştırıyorlardı. ben yüzümü duvara çevirmiş, sessiz
    yatıyordum. ölenin karısı arkamdan dürterek: -hişt, görmedin
    mi çaydanlık nereye gitti?- dedi. hemşire atıldı:

    -hastaları rahatsız etmeyin, sonra bulunur!- fakat kadın
    bunu bekliyormuş gibi bağırmaya başladı:

    -ne demekmiş sonra bulunur!.. şimdi bulunmazsa gitti gider,
    dahi gider... hanım, burası neresi? mahpus koğuşu, hırsız
    yatağı. adamın gözünden sürmeyi çalarlar. uğurlu adamın
    burda işi ne...- sonra bize dönerek tehdit eder gibi:

    -söyleyin bakayım, nerede?.. hanginizde ise çıkarsın!..-
    dedi ve gözlerini teker teker hepimizin üzerinde gezdirdi.

    hemşire onu kolundan tutarak yavaşça dışarı aldı, fakat
    karı bir türlü susmuyor.

    -müdüre çıkacağım, başhekime gideceğim...- diye koridorları
    çınlatıyor ve jandarmaların, koluna yapışıp:

    -haydi evladım, siz bilirsiniz usulünü, şunları söyletiverin
    de nereye koydularsa çıkarsınlar!- diyordu.

    bu aralık iki hademenin kolunda satılmış içeri girdi. çektiği
    azaptan sonra bitkin bir halde idi. daha kapıda iken bakkal
    kendisine sordu:

    -ulan satılmış, ihtiyarın çaydanlığını gördün mü?-

    köylü, hademelerin yardımıyla yatağına yatarken, başıyla
    evet diye işaret etti, sonra hademelerden birine:

    -getiriver!- dedi. başını bize çevirdi:

    -akşam beybaba ağırlaşıverdi...- dedi. -baktım vakti gelmişe
    benzer, başında candan adamı yok, ağzına bir yudum su
    akıtacak oldum. çaydanlığı hademe ismail'e verip mutfağa saldım.
    ılıkça su getirsin dedim... su gelmeden rahmetli can teslim
    etti. nasip değilmiş. kısmeti bu kadarmış...-

    hademe ismail çaydanlığı getirip kadına verdi. anaoğul
    bohçayı yeniden bağladılar.

    bu aralık hastanenin idari müdürü oraya geldi ve kadına
    bir şeyler söyledi. kadın, yüzü tekrar kıpkırmızı olarak:

    -ne demekmiş o?... devlet elinde can verdi, ölüsünü de
    devlet kaldırır. elimi sürmem. on para da vermem. ahir vaktinde
    kocamı hapishane köşelerinde öldürdünüz de ölüsünü
    bana mı kaldırtacaksınız... istemem. ne yaparsanız yapın...-

    bohçayı oğlunun koluna takarak:

    -ne duruyorsun, yürü..- dedi. -az daha dursak bizi soymaya
    kalkacaklar...- oradaki diğer kadınlara ve çocuklara
    döndü: -hadisenize siz de!-

    on yaşlarında kadar bir oğlan:

    -amcamı bir görmeyecek miyiz?- dedi.

    -istemem... göremem... yüreğim kaldırmaz. aslan gibi ayalimi
    (eş, zevce) kim bilir ne hallere koydular. amanın çocuklar... yürekler
    dayanır mı... yandım!-

    avaz avaz bağırarak ağlıyordu. kocasının meziyetlerini,
    haksız yere damlarda öldüğünü sayıyor, ruhunun bütün rikkatiyle
    (inceliğiyle) hıçkırıyordu.

    bu sefer oğlu onu itmeye başladı. çoluk çocuk ağlaşarak
    koridorun öbür ucuna doğru uzaklaştılar.

    bu sırada içeri giren hademe ismail'e köylü satılmış:
    -şu torbayı çözüver!..- dedi.

    amerikan bezi torbanın ağzını açtı, içinden bir çift yün çorapla
    bir iki çevre ve bir kat çamaşır, en sonra da küçük bir kese
    çıkardı. içini önüne boşalttı. beyaz yatak örtüsünün üzerine üç
    tane on kuruşluk yuvarlandı. satılmış bunlardan ikisini ismail'e
    uzatarak:

    -al şunu da, sevaptır, bir testi alıver. rahmetliyi mezarda
    kefensiz yatıracaklar, hiç olmazsa toprağına iki testi su döküver...-
    dedi.

    torbasını tekrar toplayıp başucuna astı, halsiz başını yastığa
    koyarak gözlerini bembeyaz tavana dikti... ''

    1938
  • galat-ı meşhurdur kendisi. ''-dan'' zaten -lık/-lik anlamı vermektedir. üzerine bir de -lık deyince ciddi komik oluyor.

    (bkz: çaylıklık)
hesabın var mı? giriş yap