• amazon kindle'da önemli bulduğum ve beğendiğim yerlerin altını çizerek okumaya başladığım, bittiğinde ise hemen hemen tüm satırların altını çizdiğimi fark ettiğim defalarca okunası kitap.
  • “ölüm sürecinin farkında olmak, yaşamın uçup giden güzelliğini algılamak demektir. bu aynı zamanda, güzelliğin sürekliliğinin farkına varmak demektir; çünkü uçup giden şey, zaman ya da güzellik değil, bireyin kendisidir.”

    defalarca okunsa bıkılmayan kitaplardan.
  • gündüz vassaf'ın en iyi kitabı.
  • kapanışı aşağıdaki gibi olan ve gidip geri gelmeyen kitaplar arasına adımı yazdırmış kitaptır.

    her zaman sarhoş olmalı. her şey bunda: tek sorun bu. omuzlarınızı ezen, sizi toprağa doğru çeken zaman'ın korkunç ağırlığını duymamak için durmamacasına sarhoş olmalısınız.
    ama neyle? şarapla, şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz. ama sarhoş olun.
    ve bazı bazı bir sarayın basamakları, bir hendeğin yeşil otları üzerinde, odanızın donuk yalnızlığı içinde,sarhoşluğunuz azalmış ya da büsbütün geçmiş bir durumda uyanırsanız sorun yele, dalgaya, yıldıza, kuşa, saate sorun. her kaçan şeye, inleyen, yuvarlanan, şakıyan, konuşan her şeye sorun. " saat kaç?" deyin; yel, dalga, yıldız, kuş, saat hemen verecektir karşılığını: "sarhoş olma saatidir...
    zamanın inim inim inleyen köleleri olmamak için sarhoş olun durmamacasına! şarapla, şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz."

    charles baudelaire
    cehenneme övgü- s.277
  • nevi şahsına münhasır er kişinin bir paylaşımı üzerine bugün elime geçen kitaptır kendisi.. kitabın bir yerinde diyorki “biz, özgür olmaktan korkuyoruz aslında. yerleşik düzenin dikte ettiği,herkesin de karşılıklı olarak kabullendiği tutum ve davranış sınırlarının içinde kalmak istiyoruz. bizi nihai bağımsızlığa götürecek adımı atmaya cesaret edemiyor, kendi içimizdeki sese kulak vermekten çekiniyoruz. çünkü öyle yaptıgımız zaman,bize genellikle deli deniyor. bize deli denmesini istemiyoruz.” ‘er kişi’ye delilikle selam olsun o vakit :)
  • yazar bazı konularda muhafazakar bir tavırla klişeye kaçsa da genel itibariyle ufuk açan, mutlaka okunması gereken bir kitap.

    --- spoiler ---

    aydınlar, üçüncü reich'ı ve almanya'daki nasyonal sosyalizm'i, insan toplumunun bir sapkınlığı olarak göstermekten hoşlanırlar. birçokları, bunun gerçekten bir kolektif cinnet olduğunda birleşir. çünkü bu, bir eşkıya çetesinin ya da bir ülkenin başına geçmiş tek bir delinin işi değildir. bu daha ziyade, halkın (işçilerin, aydınların, kadınların, gençlerin, yaşlıların) paylaştığı ortak bir cinnet olayıdır. bunun, tarihte, belirli bir yerdeki belirli bir halka özgü bir olay olduğunu düşünecek kadar akılsız olabilir miyiz? ama öyleyiz. çünkü, kendi inançlarımızdaki, davranışlarımızda-ki ve tarihimizdeki kolektif çılgınlığın farkına varamıyoruz. horkheimer, adorno ve arkadaşları, alman faşizminden kaçıp abd'ye gittiler. orada, yahudi düşmanlığı üzerine bir araştırma yaptılar ve abd'deki düşmanlığın daha yaygın olduğunu gördüler. oysa aynı abd halkı, aynı zamanda faşizme karşı savaşıyordu. tarih boyunca, halkların, başka toplumlardaki totaliter düzenleri eleştirdikleri, buna rağmen, kendi ülkelerindeki ırkçı, şovenist ve totaliter sistemleri destekledikleri çok görülmüştür. barışı koruyan hep bizim silahlarımız, tehdit eden ise başkalarınınkidir. kendi günlük yaşamlarımız da, kolektif cinneti nasıl savunduğumuzu gösteren basit örneklerle dolu. hızlı, daha hızlı arabalar imal etmek ve satın almak için milyarlar harcarken, bir yandan da hız limitini denetlemeye ve azaltmaya çalışıyoruz. yeryüzünde yaşayabileceğimiz bir sürü yer olduğu halde o kadar sıkışıp kaldık ki, ne zaman yürüyüp ne zaman duracağımızı gösteren ışıklara muhtacız. new york'ta otopark sorunu yüzünden birbirini öldürenler bile var. bu kolektif cinneti öylesine benimsemişiz ki, onun mantığı bir zekâ ölçütü bile sayılıyor. bu yüzden, dünyadaki en yaygın zekâ testinde şu soruyla karşılaşıyoruz: “neden kent içindeki arazi, kırsal araziden daha pahalıdır?” bu çılgın kolektif düzenin rasyonalizasyonu, zekânın bir belirtisi sayılıyor artık. psikiyatrist bireysel deliliğimizi frenleme ve sınırlama konusunda bize yardım ederken, aynı zamanda totaliter kolektif deliliğe uyum sağlamaya ve onu paylaşmaya yöneltir bizi. onun işi, topluma ayak uydurmamızı sağlamaktır. toplumun durup düşünecek zamanı yoktur. o hep hareket halindedir. bu tempoya ve strese dayanamayıp saf dışı kalan bazı bireyler olduğunda, ya da bu tempoyu belirleyen idoller öldüğünde, başkaları hemen onların yerini alır. toplumun temposuna ayak uyduramamak, onun akışını ve sürekli değişen standartlarını yakalayamamak, psikiyatrist için de bizim için de psikolojik sorunların belirtisi sayılır. bu bağlamda, psikiyatriste giden kişi, yeniden yarış pistine çıkmadan önce yağlama servisinde teknik bakım gören bir yarış arabasına benzer. yarışın kendisi asla sorgulanmaz. tersine, yarışı sorgulayanlar psikiyatrist tarafından sorgulanırlar.

    -

    psikolojik farklılaşmamız, hayatta kalmamız açısından, iki bakımdan önemlidir. birincisi, bu, totalitarizme karşı bir garanti oluşturur. toplum bireysel deliliğe ne ölçüde izin verirse, kolektif deliliğe katılma oranı o derece azalır. ikincisi, gelecek yüzyılların bilinmezliğine karşı bize yardımcı olma açısından. bilgi patlamasını, sonsuzlukla ve uzaydaki bilinmeyenlerle giderek derinleşen maceramızı dikkate alırsak, bireysel deliliği mümkün olduğu kadar çok korumamız gerekir. robotlar ve en geliştirilmiş bilgisayarlar bile, önceden bilinmeyen olaylar karşısında tepki göstermekte tümüyle başarısız kalabilir. bireyin ifade potansiyelinin zirveye tırmanmasına fırsat veren bireysel delilik, türün değişik durumlara tepki gösterme ve onlar üzerine yeni bir şey kurma becerisini ve yaratıcılığını da arttırabilir.

    -

    odalar, sadece içlerinde ne yapacağımızı belirlemekle kalmaz, aynı zamanda, hem hislerimizi hem de başkalarıyla olan ilişkilerimizi etkilerler. gün ortasında çalışma odasında oturuyorsanız, düşündüğünüz ya da felsefe yaptığınız kabul edilecektir. oysa, aynı şeyi yatak odasında yapmanız, istirahate çekildiğiniz ya da düpedüz tembellik ettiğiniz anlamına gelebilecektir. her odayla bağlantılı duygular ve koşullandırmalar vardır. böyle bir koşullandırma, herhangi bir konuda derinlemesine düşünmekten ya da başkalarıyla daha derin ilişkilere girmekten alıkoyar insanı. işlevlerine göre ayrılmış çeşitli odalar, tüm düşünceleri, konuşmaları, duyguları ve ilişkileri, gözetilen işleve mümkün olduğu kadar yakın tutar. odadan odaya geçmek, zihni düzeneğimizi değiştirir. bir ülkeden ya da bir kültürden bir başkasına geçmek gibi bir şeydir bu. her odada başka bir işlevimiz vardır. buna uygun olarak bizler de mekânın totaliter yapısı tarafından bölünür ve yönetiliriz. oysa, önceden tanımlanmamış bir mekânda zaman geçirmek, bizi özgürleştirir. bu durum, kendini gözleme fırsatını da verir insana. insan, mekâna egemen olabilir. kişi, mekândan büyüktür. aynı mekândan çeşitli şekillerde yararlanmayı öğrendikçe, insanın yaratıcılığına ve yeteneklerine fırsat tanınmış olur. işlevlere ayrılmış mekânların kişiye hükmetmesi yerine, kişi aynı mekândan sonsuz yararlanma biçimleri yaratır.

    -

    totaliter düzen, “tek eylemli” kahramanlarını, insanlaşmadan ve yaşlılık vb. nedenler yüzünden utanç verici hale gelmeden önce kamuoyunun gözü önünden çeker. çünkü kahramanın canlı tutulabilmesi için, sadece insanların imgeleminde yaşaması gerekir. bu yüzden kahramanlar, daima gerçekte olduklarından daha büyük olarak düşlenirler. bir kahramanla karşılaştığımız zaman, en olağan tepkilerimizden biri, onu düşlediğimiz kadar büyük bulmadığımız için hayrete düşmek olur.

    -

    gaddarca fiziki güç kullanan bir polis devleti mi yoksa psikolojik denetime başvuran bir devlet mi? bu, totalitarizmin türüne bağlıdır. önemli olan, bizim ona uyum sağlamamızdır. kahramanlara ise yalnızca itaat etmekle kalmıyor, sorgusuz sualsiz izliyoruz. sirk hayvanları gibi itaat etmiyoruz tabiî. çelişkilerimizi görmemek için, yaptığımıza akılcı bir kılıf uyduruyoruz. dengesi bozulmuş bir demokrasinin hemen akabinde gelen bir askeri diktatör, gözden düşmüş siyasal partilere daha birkaç hafta önce üye olan, bu partilere oy vermiş olan insanlar tarafından yoğunlukla alkışlanır. korkuyoruz, itaat ediyoruz ve ayakta kalıyoruz.

    -

    baskı güçlerine karşı çıkan bir kahraman, kahraman hüviyetinden ötürü, bizatihi bir baskı aracıdır. böyle bir kahramana örnek olarak spartacus'u gösterebiliriz. başkalarım ancak ölüme götürmüştür. spartacus'un idamıyla romalı güçler, asi güçleri yok edebilmişlerdir. spartacus gibi, che gibi kahramanlar kurulu düzenin gereksinmelerini karşılarlar. kışkırtıcıdırlar. renkli kişilikleri, uzlaşmacı olmayan tutumlarıyla, sömürülenlere çekici görünürler. sömürülenlerden birkaçı (kahramanın çağrısı üzerine) kahramanın ardına takılır. sonunda hepsi birden yok edilir. muhalefet yatıştırılmış, daha kötüsü halkın direnci kırılmıştır.

    -

    kahramanlar insanın görüşünü sınırlar. askeri üniforma gibidir kahramanlar. gençler (bazen yaşlılar da) onlar gibi olmaya çalışırlar. onlara öykünürler. hepimiz, kahramanların okuduğu bütün kitapları okuruz. kahramanlarımızın giyindiği gibi giyinir, onlar gibi konuşmaya özeniriz. onlar içiyorsa içeriz, içmiyorsa içmeyiz. kahramanlar, insanın tüm özgürlüğünü elinden alırlar. nasıl yaşayacağımızı bize dayatırlar. tüm kahramanlar totaliterdir. sonsuz yaratıcılık potansiyelimizi hadım ederler. özgür bir insanın kahramanları olamaz, çünkü kahraman statükoyu simgeler. taklit edilmesi gereken bir modeli simgeler. kahraman yaratma özlemi, hepimizin içindeki totaliter eğilimi, güçlü bir kişiye gönüllü olarak boyun eğme ihtiyacını gösterir. kahramana duyduğumuz gereksinim, kendi içimizdeki güvensizlikten doğar. dster muhalefette, ister iktidarda, ister balığa çıkmış, ister işte olalım, hepimiz bir başkasından (saygı duyulan bir meslektaşımızdan tutun da kendisi de bir tür kahraman olan tanrı'ya kadar) neyi, nasıl ve ne zaman yapmamız gerektiğine ilişkin bir işaret bekleriz.

    -

    sözlü tarihin ve geleneğin silinmesi, ayrıca, tarihi yargılama yeteneğimizi elimizden almıştır. sözlü gelenekler sayesindedir ki insanlar dillerini, kültürlerini ve tarihlerini yüzyıllar boyunca canlı tutmuşlardır. bugün, haberleri ancak anlık koşulların bağlamı içinde değerlendiriyor ve ona göre karar veriyoruz. bu koşullar psikolojik açıdan öylesine anlık ki, bir ülkede yapılan bir askeri darbeyi, dünya düzeni bağlamı içinde ya da o ülkenin geçmişi içinde bile değerlendiremiyoruz. darbe haberini, ondan önce gelen haberle onu izleyen reklamın anlık bağlamı içerisinde algılıyoruz. o anlık duruma uyum sağlıyoruz. tarihsel değerlendirme ve muhakeme duygumuz böylece ortadan kalkmış oluyor. kaba sansürün uygulandığı toplumlarda tam tersidir bu durum. bu tür toplumlarda insanlar, habere aç olduklarından, haber bültenlerinden tat almakla kalmaz, bu bültenleri tarihsel ve siyasal bir çerçeve içine oturturlar. kaba totaliter toplumlarda, bilgilendirilmiş bir halk, yönetimin varlığını tehdit eder. rafine totaliter toplumlarda ise, kendisine bilgi verildiğini vehmeden bir halk, iktidar yapısının devamlılığını sağlamak için elzemdir.

    -

    güç, itaat ister, itaate bağımlıdır. önce sol ayağı atarak muntazam yürüyüşe geçmenin, savaşları kazanmakla hiçbir ilgisi yoktur. ancak bu, askerleri sorgusuz sualsiz itaate koşullandırmaya yarar. ve böylece askerler, sorgusuz sualsiz ölüme giderler.

    -

    çoğu zaman, ezilenler, kendilerini ezenler gibi olmaya özenirler. bir zamanlar ezilmiş olanların, birinci sınıf ezenler olduğu görülmüştür. tarih bu tür örneklerle doludur: sömürgecilerin iktidarının yerini alan genç afrika cumhuriyetlerinden tutun da toplama kamplarında, gönüllü olarak, gardiyanların görevlerini devralan yahudi mahkûmlara varıncaya kadar.

    -

    taraf seçmek, insanı gelişmekten, denemeler yapmaktan, iletişim kurmaktan alıkoyar. taraf seçmekle, içine hevesle kendimizi hapsettiğimiz gettolar kurmuş oluruz. öteki, yanlış taraftadır. o, bizlerden biri değildir. biz üstünüz. onlar bizden aşağıda. bizim tarafla ilgili her şeyi ezbere biliriz. dnançlarımızı, görüşlerimizi, erdemlerimizi, gece gündüz, değişmeyen bir nakarat gibi yineleriz. şüphe, moralimizi bozar. takım ruhuna ters düşer. her türlü kuşku aidiyet duygumuza gölge düşürür ve bizi kaybolmuşluğa doğru götürür. seçmek, bir yere ait olmak demektir. ait olmakla da dostluklar kazanı- rız. aksi halde toplum dışına itilmiş oluruz. ama seçmekle ve ait olmakla da, kendimizi inceleme ve bir perspektif sahibi olma şansından yoksun kalırız. ait olmak yüzünden, kendi portremizi yapma yeteneğimizi yitiririz. seçtiklerimize kendimizi öyle kaptırırız ki, “ben” yani birey ile bir yere ait olan “biz” arasındaki ayrım giderek be-lirsizleşmeye başlar. üstelik, o “ben” ile seçilen şey de giderek birbirine dolanır. seçilen nesne ya da tarafla özdeşleşme, o nesne ya da tarafın algılanışını değiştirir. her seçim, insanın kendisine ilişkin algılamasını değiştirdiği gibi, objeye ilişkin algılamasını da değiştirir.

    -

    alternatif hareketler, düzenin gösterdiği yollardan gitmeyi reddeden insanlar da aynı totaliter modeli seçer. onlar da belirli semtlerde yaşarlar. kendi lokantalarına giderler, özel bir giyim ve konuşma tarzları, hatta özel tatil yerleri vardır. onlar da kendilerini ayırmayı seçmişler ve kendilerini yabancılara kapatmışlardır. dlk bakışta bağımsızlık girişimi gibi gözüken bu davranış tarzı da, bir başka ayrımcılık örneğidir aslında. düzene karşı özgürlük çağrısında bulundukları halde, kendi üyelerine baskı yaparlar. bu baskı ve tekdüzeliğin kaynağı, kendi kendilerine empoze ettikleri totaliter düzendir.

    -

    kendimize benzeyenleri arayıp bulmak isteriz. bize benzemeyenler bizi tedirgin eder. onlarla iletişim kurmak istemediğimiz gibi, bunu nasıl yapacağımızı bile bilemeyiz. ne var ki kendi sürümüzün içindeki beraberlik aynılığın biteviye yinelenişidir, bitmeyen bir nöbetin tekrarıdır. teklik düzenini empoze ederiz. herkesin aynı biçimde düşünmesini ve davranmasını isteriz. biraz bireysellik, benzersizlik gösterenlere tahammül edemeyiz. canımız sıkılsa bile gruba boyun eğeriz. aşma özlemi duyduğumuz sınırları aşmaya cüret edemeyiz. aşmak isteyip de aşmaya cüret edemediğimiz bu sınırları da aslında kendimiz koyarız. bireysel özellikleri kavramak için onları kıyaslamak gerekmez. kıyaslama dar ufuklu bir benlik temeline dayalıdır, dünyayı ve deneyimlerini biriktirmeye ve düzenlemeye yönelik etnosantrik bencil bir girişimdir.

    -

    sürekli değişim ve derhal ait olma ilkesinin en tipik ve eğlenceli örneklerinden biri, istanbul'un kalabalık belediye otobüslerinde yolcuların davranış biçimidir. dnsan otobüse ön kapıdan bindikten sonra, hemen, zaten dolu olan arka tarafa doğru sıkıştırmaya başlar; çünkü hemen arkanızda, otobüse binmekte olan başka yolcular vardır. öndekiler arkaya doğru bağırırlar, “ilerleyelim beyler, arkada boş yer var.” arkadakiler de sıkıştırıldıkları için şikâyet ederler. bir kaç durak sonra, öndekiler artık arkaya varmışlardır. bu sefer onların bağırışları duyulur: “öndekiler, itmeyin kardeşim, nefes alamıyoruz!” kendini öndekilerle özdeşleştiren kişi birkaç dakika içinde taraf değiştirir ve bu kez arkadakilerle özdeşleşir - sürekli değişme ve derhal ait olma durumu. amerikalı sosyolog vance packard, italyan kökenli amerikalıların toplumsal yükselişine paralel olarak yeme içme alışkanlıklarında ortaya çıkan değişimlere ilişkin, daha uzun vadeli bir örnek veriyor. başlangıçta, yoksul italyan göçmenleri spagetti yiyorlar. bir sonraki kuşak hamburgere “terfi” ediyor. öldürseniz italyan yemeği yemiyorlar. hiyerarşide bundan sonraki aşama biftektir. amerikan işçi sınıfının ucuz yemeği hamburgere paydos. ondan sonra avrupa, özellikle fransız mutfağına sıra gelir ki, önceden bunların kokuşmuş züppelere mahsus olduğunu savunurlar. en üst tabakaya geçerek doruğa vardıklarında ise, konuklarını italyan spagettisi sundukları özel akşam yemeklerine çağırır ve bundan büyük gurur duyarlar. sürekli değişim ve derhal ait olma. başka bir mekân ya da zamanda mahkûm ettiğimiz “onlar” bakıyorsunuz tekrar “biz” oluveriyor.

    -

    bilişsel uyumsuzluk adı verilen bir kavrama göre, daha önceki görüş ve davranışlarımızla bağdaşmayan bir seçim yapmış ya da yapmaya zorlanmışsak, tavrımızı da yeni seçimimize uygun olacak şekilde değiştiririz. daha açıkçası, bir seçim her zaman, geçmişi çarpıtıp değiştirmek suretiyle doğrulanır. geçmiş deneyimlere rağmen, halihazırdaki seçim, geçmişe hükmeder. eğer geçmişteki inanç, deneyim ve davranışlarımızla bağdaşmayan bir seçim yapmışsak, se çimimizi değiştirmektense geçmişi yeniden düzenlemeyi yeğleriz. psikolojik deneylerden elde edilen ampirik kanıtlar açıkça gösteriyor ki, bir karar bizde uyumsuzluk yaratıyorsa, bu uyumsuzluğu azaltma çabaları verilen kararın çekiciliğini psikolojik açıdan artırmaktadır. örneğin, biliyoruz ki, yeni bir araba almak niyetinde olan insanlar birçok türde arabanın ilanını okurlar. ama bir araba seçip satın aldıktan sonra da, sadece kendi arabalarının ilanlarıyla ilgilenirler. taraf seçme totalitarizminin çok açık bir örneği. her seçtiğimiz tarafla, öteki seçeneklere kapılarımızı kapatıyoruz. çocukların ödül kazanmak için hile yapmaya teşvik edildiği bir deney yapılmıştı. ödülün çekiciliğine kapılıp hile yapan çocuklar ertesi gün hileye karşı daha ılımlı bir tavır geliştirmişlerdi. hileye karşı direnen çocuklar ise, ödülle kışkırtılmadan öncekine göre daha katı bir tavır sergilemekteydiler.

    -

    yaşama ilişkin tüm açıklamalar, bizzat kişinin tanımladığı bir hedef, anlam ve amaç bulma çabasından ibarettir.

    -

    anlaşma bir süreci durdurur. her şeyi dondurur. yaratıcılığı durduran bir frendir o. eleştirel düşünce, uyuşmazlığı körüklemek demektir. anlaşmazlık yerine anlaşmayı teşvik ettiğimizde, totaliterce ve kendimize karşı saygısızca davranmış oluruz. doğa, çatışma içinde ve çatışma sayesinde ahengini sürdürebiliyorsa, biz de anlaşmayabiliriz. kendi kendimize böyle bir borcumuz var. anlaşmamak suretiyle yalancılıktan kurtulur, özgürleşiriz.

    -

    ideolojik inançlar da amaç peşinde koşma davranışının bir başka örneğidir. kendimizi belli bir ideoloji ile özdeşleştirdikten sonra, o ideolojinin imajına, o ideolojiyi savunanların imajına, onun kahramanlarına göre “büyümeye” ve kendimizi biçimlendirmeye başlarız. böyle durumlarda çoğu kez kendi sağduyumuza ve deneyimlerimize ters düşeriz. çoğu kez, gördüğümüzü ve duyduğumuzu algılayamaz hale geliriz. giderek, kendimizi hem fiziki görünüş hem de zihni paradigma bakımından o ideolojinin imajına göre yoğurur, kalıba dökeriz. sonunda öyle bir noktaya geliriz ki ideoloji yaşamın kendisinden bile daha önemli olur. din de tarih boyunca buna benzer bir rol oynamıştır. amaç peşinde koşma yönündeki tüm davranışlar totaliterdir.

    -

    totaliter düzen, “tek eylemli” kahramanlarını, insanlaşmadan ve yaşlılık vb. nedenler yüzünden utanç verici hale gelmeden önce kamuoyunun gözü önünden çeker. çünkü kahramanın canlı tutulabilmesi için, sadece insanların imgeleminde yaşaması gerekir. bu yüzden kahramanlar, daima gerçekte olduklarından daha büyük olarak düşlenirler. bir kahramanla karşılaştığımız zaman, en olağan tepkilerimizden biri, onu düşlediğimiz kadar büyük bulmadığımız için hayrete düşmek olur.

    --- spoiler ---
  • 18
    çıplaklık geceye özgüdür, gündüze değil.

    20
    gün ışığı bir tuzaktır. ışık bizi kör eder. ama geceleri, gözlerimiz faltaşı gibi açılır.

    21
    uyuyamayan, uykusuzluk hastalığı çeken kişiler, karanlığın getirdiği sınırsız özgürlük ve gerçeklikle baş edemeyen kişilerdir aynı zamanda. bu insanlar, gün boyunca, her şeyi izlemekle oyalanırlar. oysa gece artık izlenecek bie şey yoktur. sadece, yaşamın o belirgin sesi duyulur içten içe. gündüzden soyutlanıp, kurtulmuş olan anlamsızlık, artık saklı değildir. hayatta olma bilinci kendini daha güçlü bir biçimde hissettirir geceleri, ölümün varlığı da öyle. 'yaşamın anlamı' gece duyumsanır ve sorgulanır. kimse bunu öğle yemeği sırasında tartışmaz. yaşam gecenin konusudur.

    28
    insanın yargılamayı reddetmesi, onun kibirli bir olduğu anlamına gelmez. asıl kibirlilik, yargılamaktır. cehennem, sadece yargılayanlar ve yargılanmayı kabul edenler için kötüfür. cennetin ve onu meşrulaştıranların tersine, cehennem, özgür ruhun meskenidir.

    29
    cehennem, yönetici sınıflara ve partilere karşı en önemli meydan okuma, onlara karşı en büyük tehdittir. onların da yanılabileceğini, kendilerinden daha büyük güçler tarafından cezalandırabileceğini imâ eden bir tehlikedir cehennem. cehennem düşüncesi halka ilâhi adalet düşüncesini, çektiklerinin karşılıksız kalmayacağını telkin eder.

    cehennem kavramının kaldırılmasıyla, ezilenler, kendilerini ezenleri orada hayal etme özgürlüğünden yoksun bırakılmış oluyorlar. bu durumda yöneticilerin maruz kaldığı yegâne tehlike, kendi skandallarının ya da teröristlerin kurbanı olmaktır.

    yöneticiler, yirminci yüzyıl bilincinden cehennem düşüncesini silmek için kitle iletişim araçlarını kullandılar. mahkûm edildiğimiz bu güçsüzlük içinde, ezilenlere bir zamanlar avuntu kaynağı olmuş ikonlardan bile yoksunuz artık.

    yeryüzünde cennet kurma iddiasında olan çağımızın totaliter rejimleri, cehennemi yok ettiler. öteki kavramım -yaşam ötesi kavramını yok ettiler. ölüm ve cehennem, günlük bilincimizden, mümkün olduğu oranda uzaklaştırıldı.

    39
    sözcükler toplam deneyimimizin küçücük bir bölümünü bulandırır, farklılaştırır, sınıflandırır ve en sonunda onu yeni baştan düzenler. bu, durgun suya bir taş atıp oluşan halkalar yüzünden suyu eskisi kadar açık seçik görememeye benzer. bu bağlamda sözcük, taşın kendisidir.

    57
    yeryüzünde yaşayabileceğimiz bir sürü yer olduğu halde o kadar sıkışıp kaldık ki, ne zaman yürüyüp ne zaman duracağımızı gösteren ışıklara muhtacız.

    95
    iktidarların en büyük korkusu muhalefet değil, ciddiye alınmamaktır.

    144
    ihanet insanların hoşuna gider, ama hainler iğrençtir.
    -cervantes

    170
    sanatta teknik mükemmeliyet ve uzmanlaşma peşinde koşmak, sevişmede ustalık peşinde koşmaktan pek farklı değil. totaliterizmden, yaşam güçlerinin boyunduruk altına alınmasından başka bir şey değil. sanatın inkarı, insanoğlunun manevi birlikteliğinin inkarı ve de yaşama sanatının inkarıdır bu.

    180
    özgürlük, uyuşmazlığın bir fonksiyonudur. hiçbir zaman uyuşmak zorunda kalmama sürecidir özgürlük. özgürlüğün doğrulanması, anlaşma peşinde koşmamakla sağlanır.

    257
    ‘an’ın içinde kaybolun. ‘an’ı yaşayın. ama ‘an’ı yakalamaya çalışmayın.

    259
    …çalarsaatin alarmıyla (evet alarm durumuyla!) uyanıyoruz…

    277
    sarhoş olun
    her zaman sarhoş olmalı. her şey bunda: tek sorun bu. omuzlarınızı ezen, sizi toprağa doğru çeken zaman'ın korkunç ağırlığını duymamak için, durmamacasına sarhoş olmalısınız.

    ama neyle? şarapla, şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz. ama sarhoş olun.

    ve bazı bazı, bir sarayın basamaklan, bir hendeğin yeşil otlan üzerinde, odanızın donuk yalnızlığı içinde, sarhoşluğunuz azalmış ya da büsbütün geçmiş bir durumda uyanırsanız, sorun yele, dalgaya, yıldıza, kuşa, saate sorun, her kaçan şeye, inleyen, yuvarlanan, şakıyan, konuşan her şeye sorun, "saat kaç" deyin; yel, dalga, yıldız, kuş, saat hemen verecektir karşılığını: "sarhoş olma saatidir.. zamanın inim inim inleyen köleleri olmamak için sarhoş olun durmamacasına! şarapla, şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz."
    -baudelaire
  • her bir satırının altını çizme isteği uyandıran, kafa açan, şahane bir kitap. ne diyor bakın;

    "gece, düzen güçleri uykudadır. bürokrasi, askeriye, okullar, polis, kısacası yaşamımızı düzenleyen tüm güçler uykudadır; sokakta devriye gezen nöbetçi polis dışında. askerler de hepimizden önce yatağa girerler. dünyanın bu en baskıcı kurumunun mensupları, en erken yatanlardır aynı zamanda. aslında, tüm totaliter kurumlarda, daha doğrusu, tüm kurumlarda (tüm kurumlar totaliter değil midir zaten?) insan her zaman erken yatmak zorundadır - yatılı okullarda, manastırlarda, ailede, cezaevlerinde, hastanelerde... kisinin istediği saatte yatma hakkını destekleyen, bu özgürlüğe onay veren hiçbir kurum tanımıyorum. ask (?) üzerine kurulu olan ve iki kisinin özgür iradesiyle gerçeklesen evlilik kurumunda bile, çiftler yatağa aynı saatte girmezlerse, biri daha geç yatar, geceyi daha fazla yaşarsa, sorunlar çıkmakta gecikmez. kurum her zaman “geç” yatanı suçlar, erken yatanı değil. avrupa feodal toplumunda tüm kent sakinleri mumlarını aynı saatte söndürmek zorundaydılar; bayramlar dışında. düzen ve baskı güçlerinin doğal yapısı, her zaman belirli bir uyku saatini zorunlu kılar. bu belirli saatin erken bir saat olması da yine onların doğal yapısından kaynaklanır.

    tarih boyunca bize, tüm kültürlerde, karanlığın kötü güçlerle ilişkili olduğu öğretildi. gece insanlarından, geceyi yasayan, gecede yasayan insanlardan korkmamız gerektiği anlatıldı. oysa gündüz ve gece kişileri aslında aynı kişiler. gün ışığı içimizdeki teslimiyetçiliği ortaya çıkarır, ama geceleri kendimizi özgür hissederiz. düzen güçleri bizi, geceden, özgürlükten kaçınmaya koşullandırmışlardır.

    kurumlar, ister din, ister aile, ister devlet kurumları olsun, gece insanlarına korkuyla bakarlar. karanlıkla birlikte uyrukların denetlenmesi zorlaşır. gece insanlarına her zaman kuşkuyla bakılır. o saatlerde ayakta olan hiç kimse hayırlı bir is pesinde olamaz."
  • yazarının "kendi kendini yazan kitabım" dediği kitaptan bugünlerde aklıma sıkça gelen bir satırı sizlerle de paylaşayım: " barışı koruyan hep bizim silahlarımız, tehdit eden ise başkalarınınkidir "
  • (#105656337) numaralı yorumum geçerli olmakla birlikte, totaliterizmi biraz daha kötü göstermek için kitabın bazı bölümlerinde mübalağa sanatını kullandığını düşünmekteyim. zaten kötü olan bir olguyu daha kötü göstermek için keşke çabalanmasaydı.

    kitap genel olarak 10 numara ve başucunda durması gereken bir kitap, okumadıysanız hemen okuyun 270 sayfa olmasına rağmen bi kaç günde biter. korona döneminde okuduğumdan 2 günde bitirdim. okuduktan sonra mahalle baskısının nelere kadir olacağını daha net bir şekilde görebilirsiniz.
hesabın var mı? giriş yap