• james hollis'ten taşıp bizleri anne karnına yerleştirmeye çalışan bir proje bu.

    evvelce benzer ifadeler kullanmıştım burada; tasarımlar konusuna eğilmiştim. in inferno nulla est redemptio'da da aynısını düşünmüştüm ama james hollis'in yaklaşımını ve anlatışını bildiğim halde pek bahsetmemiştim. insandaki cennet kabulüne dair kısa ve pek düşündürücü bir yaklaşım; paylaşayım, üzerine konuşalım.

    "bütün ilişkiler başlar ve ayrılıkla biter. annelerimizin damarları aracılığıyla, kosmosun nabzı ve ritmiyle bağlantı kurarak başlarız yaşama. ve ardından, anne'den koparılıp alınırız; bizi kosmostan ayırırlar, tanrılardan ayırırlar, hem de sonsuza değin. ve yaşamlarımızdaki bütün ilişkilerimize ölüm adını verdiğimiz ayrılıkla son veririz. bu sırıtan beti benzi atmış konuk, düğün törenlerinin bile baş köşesindedir, tam o anda birbirlerine sonsuz bağlılık yemini eden çifte, kaçınılmaz olarak, kendilerini bir kayba da adadıklarını hatırlatır. çok geçmeden içlerinden biri ötekini terk edecektir... geçmişteki ve bugünkü bütün toplumların, kayıp bir cennet mitolojisine sahip olmaları bir rastlantı değildir. kimi zaman bu felaketi bir gözden düşüş, bir ayrılma ya da bağlantıyı koparma olarak nitelendirdiler. kimi zaman nedenin, bir insani günahın sonucu, kimi zaman tanrıların kaprislerine bağlı olduğu söylendi. şimdiye değin hiç kimse bu kutsanmış yeri kişisel olarak hatırladığını iddia etmedi, ama atalar, kadim olanlar, anasazi hatırlıyordu. onlar, diye hikaye ediyorlardı, orada, mutluluk veren bahçe'de idiler, ama biz çağdaş insanlar, kendimizi hep dışarıda, yabancılaşmış, kopuk olarak deneyimlemekteyiz." (james hollis, cennet projesi: büyülü öteki'nin arayışında [the eden project: in search of the magical other], sf.13-17, tavanarası yay. 2002)

    hem buraya aldığım hem de almadığım kısımların bana ilk düşündürdüğü şey neredeyse bütün mitolojilere, dinlere sızmış olan "cennetten düşme/kovulma" ve "altın çağ'ın sona ermesi" temalarının insanın anne karnından ayrılmasıyla ilişkilendirilebileceği oldu. çünkü hesiodos'un theogonia'sında olağanüstü bir şekilde bahsedilen altın çağ hikayesindeki henüz trajik olanla karşılaşmamış olduğundan sevinecoşa bir yaşam süren (henüz kadınla tanışmamış olan; muhtemeldir ki, tek cins - ya da karşı cins olmadığından "cinssiz") insan tipinin aslında "henüz" insan olmadığı için, "henüz" anne karnından çıkmamış olan (j hollis'in deyimiyle "anne'den koparılmamış olan") insanla ilişkilendirilebilmesi mümkündür. anne karnıyla, altın çağ insanının bulunduğu zemin örtüşebilir. altın çağ mitosunun kenar süslerinin ibrahim'in dinindeki cennetten düşme temasındaki kenar süslerine benzemesi de dikkat çekicidir; o halde, sesli düşünelim (ne güzel bir laf bu; ne kadar kullanırsanız o kadar soğutuyor kendinden), cennet anne karnıdır.

    bu süreçte yaşama atılım, bebeğin doğuşu olur. şimdi ona girmeden evvel, bu temanın bizi yönelttiği evvelki durumlara bakalım. ama öyle bir bakalım ki, metni (aslında "metinleri" demem gerek; ama konu kapsamında tüm metinleri tek metin gibi okumaya çalışacağım) dekonstruksiyon süzgecinden geçirerek cenneti istediğimiz kalıba sokalım.

    "başlangıçta tanrı göğü ve yeri yarattı."
    eski ahit, yaratılış 1.1

    "yer boştu, yeryüzü şekilleri yoktu; engin karanlıklarla kaplıydı. tanrı'nın ruhu suların üzerinde dalgalanıyordu."
    yaratılış 1.2

    "tanrı, 'işık olsun' diye buyurdu ve ışık oldu."
    yaratılış 1.3

    "tanrı insanı kendi suretinde yarattı. böylece insan tanrı suretinde yaratılmış oldu. insanları erkek ve dişi olarak yarattı."
    yaratılış 1.27

    "tanrı, adem'i topraktan yarattı ve burnuna yaşam soluğunu üfledi. böylece adem yaşayan varlık oldu."
    yaratılış 2.7

    "tanrı doğuda, aden'de (cennette; bkz. eden) bir bahçe dikti. yarattığı adem'i oraya koydu."
    yaratılış 2.8

    "tanrı aden bahçesine bakması, onu işlemesi için adem'i oraya koydu."
    yaratılış 2.15

    buraya kadarki kısımla ilgili olarak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, eski ahit'in yaratılış yani genesis bölümü anne karnıyla özdeşleştirebileceğimiz bir cennet tasarımı sunmuyor. ancak 2.17'deki "...iyiyle kötüyü bilme ağacından yeme. çünkü ondan yediğin gün kesinlikle ölürsün." ifadesi buradaki tasarımımızda ölmeyi doğmak olarak düşünmemizi gerektiriyor. çünkü insanoğlu "iyiyle kötüyü bilme ağacı"ndan yemiş ve ölmüştür (cennetten atılmıştır) ya da doğmuştur! havva'nın bu ağaçtan meyve koparıp adem'e vermesiyle birlikte çıplaklık bilinci de doğmuş olur; nasıl ki cinslilik bilincinin oluşabilmesi için en az iki cins gerekliyse, çıplaklık bilincinin oluşabilmesi için de aynı şekilde karşı cinsin olması ve çıplaklığın farkına varması gerekir. eski ahit'in aynı yerinde bu bilinç uyanışı şöyle gerçekleşir:

    " (havva) ama tanrı, 'bahçenin ortasındaki ağacın meyvesini yemeyin, ona dokunmayın; yoksa ölürsünüz' dedi."
    yaratılış 3.3

    "yılan, 'kesinlikle ölmezsiniz' dedi."
    yaratılış 3.4

    "çünkü tanrı biliyor ki, o ağacın meyvesini yediğinizde gözleriniz açılacak, iyiyle kötüyü bilerek tanrı gibi olacaksınız."
    yaratılış 3.5

    "kadın ağacın güzel, meyvesinin yemek için uygun ve bilgelik kazanmak için çekici olduğunu gördü. meyveyi koparıp yedi. yanındaki kocasına verdi, o da yedi."
    yaratılış 3.6

    "ikisinin de gözleri açıldı. çıplak olduklarını anladılar. bu yüzden incir yaprakları dikip kendilerine önlük yaptılar."
    yaratılış 3.7

    görüldüğü gibi tercih hakkı, tıpkı hesiodos'un theogonia'sında geçtiği üzere epimetheus'un pandora ile olan ilişkisindeki gibi altın çağı'nı ya da cennetteki yaşamı sonlandıracak ölçüde kullanılmıştır.

    "derken, günün serinliğinde bahçede yürüyen tanrı'nın sesini duydular. o'ndan kaçıp ağaçların arasına gizlendiler."
    yaratılış 3.8

    "tanrı adem'e, 'neredesin?' diye seslendi."
    yaratılış 3.9

    "adem, 'bahçede sesini duyunca korktum. çünkü çıplaktım, bu yüzden gizlendim' dedi."
    yaratılış 3.10

    "tanrı, 'çıplak olduğunu sana kim söyledi?' diye sordu, 'sana meyvesini yeme dediğim ağaçtan mı yedin?'"
    yaratılış 3.11

    bunun üzerine tanrı; yılanı (sürüngenlikle), havva'yı (hamilelik sıkıntısıyla) ve adem'i (onu, yaşayabilmesi için emek sarf etmek zorunda bırakarak) cezalandırır.

    "tanrı 'adem iyiyle kötüyü bilmekle bizlerden biri gibi oldu' dedi; 'artık yaşam ağacına uzanıp meyve almasına, yiyip ölümsüz olmasına izin verilmemeli.'"
    yaratılış 3.22

    "böylece rab tanrı, yaratılmış olduğu toprağı işlemek üzere adem'i aden bahçesinden çıkardı."
    yaratılış 3.23

    şimdi penceremizi günümüze açalım. papa ii. john paul, #16227934 no'lu entiride işlediğim eserinde aydınlanmayı insanın yalnız kalması ve kötülüklere neden olması olarak görüyor: "insan, tanrı olmadan neyin iyi neyin kötü olduğuna kendi başına karar verebilirse, bir grup insanın yok edilmesine de karar verebilir demektir. örneğin iii. reich döneminde demokratik araçlarla iktidara gelenler tarafından ırkçı ilkelere dayanan nasyonal sosyalist ideolojinin kötü ruhlu programlarını hayata geçirmek amacıyla yalnızca kendi güçlerini kötüye kullanacak şekilde bu tür kararlar alınmıştı. sovyetler birliği'nde ve marksist ideolojiye tabi olan diğer ülkelerde komünist parti tarafından da benzer kararlar alınmıştı... bütün bunlar niçin oluyor? bu aydınlanma sonrası ideolojilerin kökü ne? yanıt basit: tanrı yaradan olarak, sonra da neyin iyi neyin kötü olduğunu belirleme kaynağı olarak reddedildiği için oluyor. nihayetinde bizi insan yapan şey, yani 'verilmiş bir gerçeklik' olarak insan doğası fikri reddedildiği için oluyor; onun yerini özgürce oluşturulmuş ve koşullara göre özgürce değiştirilebilen bir 'düşünce ürünü' almış durumda." (bellek ve kimlik, sf.21-22, neden kitap, 2005) dahası adem'in meyveyi yemesi yani "neyi yapabilip neyi yapamayacağının farkına varması" onu zalim kılmışsa, bu tasarımı destekleyen bir yaklaşım da kuran'dan gelir: araf suresi 19'da şöyle deniyor: "ey adem! sen ve eşin cennette oturun, dilediğiniz yerden yiyin ama şu ağaca yaklaşmayın. yoksa ikiniz de zalimlerden olursunuz." yahudi, hıristiyan ve islam söylemini birleştirdiğimizde "iyiyi ve kötüyü bilme meyvesini yemek" insanı hem "tanrı gibi" hem de "zalim" kılmıştır. cennetten kovulan diğer varlık şeytanın zalimliğini düşünürsek; insanın da zalim olarak görülmesi şaşırtıcı değildir. yaşama atılmak (cennetten kovulmak) öylesine yük ki, zalimlik de kaçınılmaz belki de.

    burada açıkça "insanın gözünü açmış olması" kötüleniyor; ama papa'nın es geçtiği bir şey varmış gibi duruyor, kendisini incitmek istemem yattığı yerde, ama bunun sadece aydınlanma (sadece 18.yy'a mı yedirebiliriz acaba?) ile ilişkilendirilmesi öylesine tuhaf bir paradoksa bizi sürüklüyor ki, burada cennet tasarımımız da sarsılıyor. kaldı ki aynı yerde geçen isa'yla gerçekleşecek olan kurtuluş teması da "cennetten kovuluşumuz" tasarımıyla tutarlı olduğu ölçüde, bunu düşünen beyinlerin "bozulma kompleksi"nden mustarip olduğunu da gösteriyor. "her gün daha da kötüye giden bir dünya" düşüncesi geçmişten bugüne her daim baskınmış gibi duruyor; hesiodos'taki çağlar mitosundaki gibi her çağ bir öncekinden daha değersiz bir metalle simgeleniyor sanki: altın -> gümüş -> bronz gibi. insanlık dibe çöktüğünde birden yeniden en başa yani altın çağ'a dönecek, bu tasarlanıyordu. isa'nın getireceği kurtuluş da benzer bir "çöküş'ten yükselme" anlamını taşıyor. buna göre tanrı'nın oğlu'nun çarmıhtaki fedakarlıkla, iyilik tarafında sınırsız bir değere sahip kefarete yer verdiğini, böylece iyiliğin daima eninde sonunda hakim geleceğini düşünmek durumundayız (john paul ii, sf.35, 2005). buradaki en üst iyilik varılacak son hedef cennetin kendisi olur; yani oraya yakışacak ölçüde arınmak. oraya yakışmak, her yönüyle buraya yabancılaşmak demek. krş. contemptus mundi - contemptus dei. o halde dönüş "gözümüzü açmadığımız an"a doğrudur. yani adem'in yasak meyve'den yemediği, hatta kadının bile olmadığı, o ilk ana. peki, o an ulaşılacak en son noktaysa; hıristiyan söyleminde bütün kefaret isa'nın nezdinde ödendiyse, o halde isa'ya "ikinci adem" diyebilir miyiz? geleneğe bakarsak dendiğini görüyoruz (rudolf steiner, from jesus to christ, p.107, rudolf steiner press, 1991).

    özetle adem cennete kondu; ama kovuldu. ve ikinci adem'le yeniden insan cennete yerleştirilecek. en azından tasarlanan bu. anne karnına geri dönmek! pandora'nın hiç açılmadığı o ana geri dönmek! adem'in meyveyi yemediği o ana geri dönmek! oysa biz anne karnından çıktık, pandora'yı açtık, adem'le meyveyi yedik. o halde bizden beklenen bir nevi bilincimizi kaybetmemiz. kaybedebilir miyiz? bazen "her şeyi unutalım" ya da "bugünü hiç yaşanmamış sayalım" ya da "keşke seni hiç tanımasaydım" diyoruz; bazen "keşke seninle başka bir yaşamda karşılaşsaydık" diyoruz; hiçbir işe yaramayan laflar bunlar. acıyı katmerleyen, katmerlenen acıyla daha da ağırlaşan yükler. kalbin duracak kadar acı çektiğin an ne çok istersin her şeyden sıyrılmayı, bilincini yitirmeyi, değil mi? bazen annenin karnına dönmek istersin ya, işte cennet o. tanrı varsa, cenneti de bu olsa gerek.

    cehennem gibi cennet de tek kişiliktir. benim cennetim, cennetini bulmandır.

    http://jimithekewl.blogspot.com/…ennet-projesi.html

    bu aslında gecikmiş bir entiri; evvelce defalarca sözlüğe atmaya çalıştım, başaramadım. bu gece attım yayınlandı. işlem tamamdır. peki neden bu ısrarım? insan aklı başlığına birazdan bir şeyler karalayacağım, bu onun baş kısmını oluşturacak. voltran şeyi. orada, buradan gelmenizi söyleyeceğim.
  • melih gökçek in disney land dan sonra yapacağı projedir. ama chp liler idare mahkemesine dava açacakmış ve yürütmeyi durdurma kararı aldıracakmış.

    sonra melih bey pankartlarla hukuka uygun olarak açılan davayı kendisine engel olmak için atılan bir adım gibi tüm ankaralılara şikayet edecektir.

    olmaz demeyin...
  • "eros bilincin içine yayılarak, anımsama tarafından devindirilir; vazgeçme düzenine onunla başkaldırır; belleği zamanın egemen olduğu bir dünyada zamanı yenme çabasında kullanır. ama zaman gücünü eros üzerinde sürdürdükçe, mutluluk özsel olarak geçmişin bir şeyi olarak kalır... yitik cennetlerin biricik gerçek cennetler olmasının nedeni, geriye bakıldığında, geçmiş sevincin gerçekte olmuş olduğundan daha güzel görünmesi değil, yalnızca anımsamanın sevinci yitişi üzerine endişe olmaksızın sağlaması ve böylece ona başka türlü olanaksız olan bir sürekliliği vermesidir. anımsama geçmişi kurtarınca zaman gücünü yitirir."
    herbert marcuse, eros ve uygarlık: freud üzerine felsefi bir inceleme, sf.167,idea yay., istanbul 1998.

    bu alıntıyı yapmamın nedeni parrhesia sive cassandra yazımla alâkalı olarak (http://jimithekewl.blogspot.com/…plak.html#comments ; ya da #16923871) yapılmış yorumlardan birinde çizilen kötümser tablonun tam da james hollis'in aktardığı cennet projesine uygun bir geçmiş özlemini anımsatmış olmasıdır. yitik cennet düşüncesi yani anne karnından çıkış/cennetten düşüş, kendisine bağlı olarak dünyanın sürekli (her defasında) daha kötüye gittiği inancını pekiştirir. oysa yukarıda bahsettiğim yazıma getirilen yorumlardan birine verdiğim cevapta da geçtiği gibi, dünyanın daha kötüye gittiğini düşünmem gerekiyorsa (anne karnından yani cennetten düştükten sonra bir daha geri dönemediğime ve bedenen de ruhen de çürüme, yaşlanma, tükenme sürecinde olduğuma göre) benim bütün hallerimden sorumlu görünen zamanın bir noktasında dünyanın daha iyi olduğuna da inanmam gerekir. peki, bu "daha iyi durum", geçmişe doğru gide gide en sonunda nereye varabilir? bir yere varamıyorsam, geriye doğru yönelmiş ebedî bir gidişi kabullenmişsem, bu durumda çürümemin de ebedî olmasının gerektiğini düşünürdüm. böyle bir düşünüş, bir "son" olmadığı ve her şeyin ebedî akışın bir parçası olduğu sonucuna varır. oysa tam ters durumda, her defasında daha fazla kötüleşen bir durumdan mustaripsem, her şeyin kusursuz olduğu bir ilk an'a ihtiyaç duyarım. çünkü bozulma, kusursuzluktan doğar. kusursuzluğun olmadığı yerde, zamana ve olan bitene bağlı olarak çürüme de gerçekleşmez. gerçekleşse bile biz, onu kıyaslayamayacağımız bir ilk durumdan mahrum olduğumuz için, onun farkına varamayız. o halde şimdiki durumun geçmişten farklılığının bilinebilmesi için kıyas şart.

    işte cennet projesi burada bir ihtiyaç olarak kendini gösteriyor. kıyas tanrı gibi bir şey. o olmadan hiçbir şey olmaz. bütün belirlenimler, kabuller kıyasa dayanır; durumdaki çürümenin, yozlaşmanın, bozulmanın farkındalığını kıyasa borçluyuz. seneca tanrı için şöyle diyordu bir yerde: "... sine quo nil est, scire non posumus" yani "... kendisi olmadan hiçbir şeyin olmadığı, hiçbir şeyi bilemeyeceğimiz... şey". kıyas benim için böyle bir şeydir. işte cennet projesi, çürümenin farkına varılabilmesi için tasarlanmış bir kıyas aracıdır. bana kalırsa insan cennetten taşacak yapıda bir oynak zihne sahiptir; cennetin girişinde zihinler torbaya konup, içeri zihinsiz girilecekse; o vakit zaten benim cennet diye bir şeyi düşünmemem gerekir. çünkü ben, zihnimim. kafama aldığım darbe bana bütün dünyayı dar edebiliyorsa, beynim işlemediğinde ben ne dış alemin ne de iç alemin farkına varamıyorsam, ben benliğimi yitirdiğimde ben olmaktan çıkıyorsam, o halde benim zihnim, beden dışında bile, ben'de kalmak zorundadır. bende kalmayan zihin ben'siz edemez, ben de onsuz edemem. o halde cennet kapısından içeri ben, onunla girmek zorundayım; zorundayım ki, cennet vaadiyle bana sunulanları kavrayabilecek tek yetimin ambalajlandığı zihnim görevini yerine getirebilsin. zihnim olduğu için, zennet vaadi var. ben içeri onunla girmek zorundayım. onunla girdiğim cennete, yine ondaki kendisine kalmış sınırbilmezlik ve hür irade olarak değerlendirilebilecek mekanizmadan ötürü sığmayabilirim. insanın cennette, bütün "iyi" vaatleri hak etmiş olduğu için içeri girdiğine göre, en iyi ödülü tercih etme hakkı da vardır.

    zihin, cennetsizliğin cennetini de isteyebilecek gibi durur; her anını bir açık aramayla geçirmemiş olsa bile, cennetin açığını arayabilme ödülüne de kavuşmak isteyebilir. böyle olunca, cenneti ortadan kaldırma arzusunun kendisi bile bir cennetsel ödül olarak sunulabilir. içerideyim ve zihnimleyim; o halde zihnim sınırbilmezliğini gösterme hakkına sahiptir. bütün bu söylediklerimin aksine dante cennet'i 16. manzumede, yani merih göğünde "arzuların doğru yoldan şaşmadığı" yer olarak görmüştür. o halde cennet, buna göre, açığı düşünülemeyecek olan olmak durumundadır.

    cennet projesinin önemi cehennem ve araf projelerinin öneminden büyüktür. dante, ilahi komedyasında cehenneme ve arafa girişte ilham perilerine seslenmiş ve yardım dilenmişti; oysa cennete girerken bizzat tanrı apollon'a seslenmişti. dante şöyle anlatıyor bunu:

    "ey tanrısal kuvvet! eğer sen cennet ülkesinin beynime işlenmiş olan gölgesini gösterebilmeme yetecek kadar kendini bana verirsen, o zaman benim çok sevdiğin ağacına geldiğimi; mevzuumun ve senin sayende o yapraklardan başıma bir çelenk örmeye layık olduğumu göreceksin."

    beyine işlenmemiş bir projenin geçerliliğinden bahsedilemez.
  • "bütün ilişkiler başlar ve ayrılıkla biter" cümlesiyle başlayan james hollis kitabı.

    ***
    "bizim tüm ilişkilerimizin niteliği, kendi kendimizle olan ilişkimizin doğrudan bir işlevidir." (sf. 16)

    ***
    "bir içsel durum bilinçli hale getirilmezse dışarıya kader olarak çıkar. * " (sf. 42)

    ***
    "bütün ilişkiler, bütün ilişkiler, yansıtmada başlar." (sf. 42)

    ***
    "özellikle iki büyük fikir ya da kompleks, hepimizin yaşamını hareketlendirir. her ikisi de yanlıştır ve biz bilinç düzeyinde onların yanlış olduğunu bildiğimiz halde bunu inkar etmenin, dağıtmanın, akılcılaştırmanın sonsuzcasına yollarını buluruz.

    ilk büyük yanlış fikir, ölümsüzlük fantazisidir. ölümlü olduğumuzu biliriz; elimizde bir dolu istatistik vardır; gazeteleri okuruz. gene de, her birimizin içinde, kendimizin bundan bağışık olduğunu düşündüren bir şey vardır. her nasılsa, bizim bunun bir istisnasını oluşturduğumuzdan ve sonsuza kadar yaşayacağımızdan eminizdir. kuşkusuz, bu durumun bunun tersi olduğunu biliriz, fakat bu fantazi muazzam bir dayanıklılığa sahiptir.

    insanlığı güdüleyen öteki büyük yanlış fikir, büyülü öteki fantazisi, yani dışarda bir yerlerde, yaşamlarımızı işlerliğe kavuşturacak biri, kişisel tarihimizin yıkıntılarını onaracak bir ruh yoldaşı; bizim için orada bulunan, zihinlerimizi okuyacak, ne istediğimizi bilen ve bu en derin ihtiyaçları karşılayan biri; bizi çektiğimiz acılardan koruyacak ve eğer talihliysek, tehlikeli bireyleşme yolculuğundan bizi kurtaracak bir ebeveyn, tam bize uygun bir insan bulunduğu kavramıdır. gerçek anlamda popüler kültürün tamamını körükleyen işte bu fikir ile onun serpintileridir. büyülü öteki arayışı, onu bulmak, bu öteki'nin bir insan olduğunun keşfedilmesinin getirdiği yılgı ve yenilenen süreç... arabadaki radyonuzda bundan sonraki on şarkıyı dinleyin. bunlardan dokuzu büyülü öteki'ne yönelik arayış hakkında olacaktır.

    büyülü öteki'nin arayışının ardında, anne baba imgelerinin arketipal gücü yatar. kendimizle ilgili ilk deneyimimiz bu ilk ötekilerle, genellikle anne ya da baba ile olan ilişkilerimizdedir. bilincin kendisi, çocuğun duyarlılığını belirleyen ilksel participation mystique'in * bu bölünüşünden doğar. dolayısıyla ben, öteki paradigmaları ile bu ikisi arasındaki etkileşimler, bu en erken deneyimlerden şekillenir. bunlar nörolojik ve coşkusal ağlarımıza derinden kazınmışlardır." (sf. 43-44)

    ***
    "her anda, bütün ilişkilerde, karşıtların gerilimi mevcuttur. birleşmenin olduğu yerde, ayrılış da vardır. bu ilişkisel çelişkinin en iyi formülasyonlarından biri, çek şair rainer maria rilke tarafından ifade edilmişti: "bunu, iki insan arasındaki bağın en yüce amacı olarak görüyorum: her biri ötekinin tekbaşınalığının muhafızı olarak durmalıdır."" (sf. 73)

    ***
    "daima yalnız başınayızdır, kalabalıkta bile, bir ilişki içinde bile. bir ilişkiye kendimizden daha büyük bir armağan getiremeyiz, olduğumuz gibi kendimiz, tek başınalığı içinde yalnız kendimiz. aynı şekilde, öteki'nden alacağımız daha büyük bir armağan yoktur. o halde, değerli bir paylaşım, gene de bireyleşmenin yerini alacak bir ikame olmalıdır bu." (sf. 73)

    ***
    "hepimiz yolcularız, her birimiz ayrı ayrı yürüyen yolcularız. yazgı tarafından, kıyıya giden bir uçakta bitişik koltuklara otururuz. yalnız başınalığımız içinde, öteki'nin yolculuğunu zenginleştirebiliriz, aynı şekilde o da bizimkini genişletebilir. yola ayrı ayrı çıkarız, ayrı ayrı ineriz ve kendi belirlenmiş sonlarımıza ayrı ayrı varırız. birbirimizi kullanmaksızın, birbirimizden muazzam ölçüde yararlanırız. öteki'ne yönelik yansıtmalarımız kaçınılmazdır; aslında kötü değildir, çünkü yolculuğu zenginleştirir, ama eğer bunlara yapışıp kalırsak, kendi bireysel ödevimizden bizi saptırırlar." (sf. 74-75)

    ***
    "bağlanmaktan korkmak, çok yakın olmaktan korkmaktır ve kişi ancak daha önce, özellikle de sınırlar koyamayacak kadar güçsüz hissettiği bir döneminde aşırı ezilmişse böyle bir korku duyar." (sf. 121)
hesabın var mı? giriş yap