• sanırım ilk defa, yıllar önce the mentalist izlerken fark etmiştim, polisiye/suç dizilerinin ve filmlerinin hemen hepsinin, insanın hukukla ilişkisine dair pek de iç açıcı olmayan bir şeyler söylediğini. hatta ideolojik açıdan özellikle sığ olanları, bu ilişkideki sakatlığın yeniden üretilmesine de fazlasıyla katkıda bulunuyor, kurtlar vadisi ile başlayan ve ardı arkası kesilmeyen benzerleri ile devam eden bir furya neticesinde, komplolardan oluşan bir orta dünya evreninde yaşadığına inanan milyonların arasındayız nitekim. ama bu sonraya kalsın.

    hukukla kurduğumuz ilişki, hakikatle kurduğumuz ilişkidir. maalesef bu ilişki de çoğunlukla gayrimeşrudur, türlü çeşit fallacy ile maluldür. arzusunu, temennisini, kaçınılmaz olarak var olan veya gerçekleşmesi gereken bir şey olarak tasavvur etmek bunların başında gelir. bütün ceza usul mevzuatı, aslında tam da bu sakatlığı engellemeye matuftur. ancak arkasındaki felsefeyi hiç özümsemeden batıdan ithal ettiğimiz düzenlemeler, batı hukukunun geçirdiği evrime de ayak uyduramayınca, elimizde iyice murdar oluyor. bir nevi "tersine yasama" faaliyeti yürüten, meclisin yaptığı kanunu iptal edebilen anayasa yargısının, demokrasi ile hukukun çatıştığı bir kurum olarak tezahür etmesi gibi; ceza muhakemesinde tek amacın maddi hakikati bulmak olamayacağı, maddi hakikati bulmak uğruna vazgeçilmemesi gereken temel ilkeler olduğu düşüncesi de, ortada bir suç varsa "her ne pahasına olursa olsun" bir suçlunun bulunması ve cezalandırılması gerektiğine dair o ilkel hukuk ve adalet tasavvurumuzla temelden çelişiyor. bunu polisiye diziler/filmler üzerinden rahatlıkla gözlemlemek mümkün.

    polisiyelerin hemen hepsi, maddi hakikati ortaya çıkarmak, suçluyu bulup cezalandırmak ve böylelikle "adalet"i tesis etmek yolunda, usul hukukunun bir ayak bağından başka bir şey olmadığı algısına yaslanıyor ve bu düşünceyi fazlasıyla besliyor. şöyle bir sahneyi yüzlerce polisiyede görmüşsünüzdür: kahramanlarımız bir şüphelinin evinin kapısını çalarlar, kimse açmaz. başkahramanımız şöyle bir sağı solu kolaçan eder, sonra vurur kapıya içeri dalar. yanındaki bazen itiraz edecek olur, "elimizde arama emri yok" filan diyecek olur, kendisi elbette saftiriktir ve biz de izleyici olarak onun bu hukuk hatırlatmasını epey anlamsız buluruz, nitekim olur da bu saftiriğin sözüne uyarlarsa, yani kapıyı kırıp içeri dalmaktan vazgeçer ve kös kös geri dönerlerse, epey hayal kırıklığına uğrarız, çünkü bir an önce hakikatin ortaya çıkmasından daha önemli bir şey yoktur. ama neyse ki hemen hiçbir zaman öyle bir şey olmaz, kahramanımız içeri dalar, diğer saftirik de söylene söylene peşinden gider, nihayetinde müthiş delillere ulaşırlar ve mevzu çözülür.

    şu da mesela çok fazla örneğine rastlanabilen bir konsept: deha denebilecek bir zekaya veya çeşitli insanüstü yeteneklere sahip bir kahramanımız vardır, genellikle polis değildir fakat polise dışardan yancılık yapar ve beceriksiz polislerin bir türlü çözemediği vakaları çözer, suçluyu ortaya çıkarır ve adaletin yerine gelmesini sağlar. the mentalist, dexter, birkaç bölümünü izleyip bıraktığım forever, lucifer vs. gibi örnekler ilk aklıma gelenler. bir tıbbi polisiye olarak house da hesaba katılabilir, ama ona sonra geleyim.

    ortada ulaşılmayı bekleyen bir hakikat vardır, ulaşıldığı zaman kendisinden hiç şüphe edilmez ve her şey çok açık görünür. yalnız ulaşabilmek için ciddi yeteneklere sahip olmak da yetmez, ödenmesi gereken bazı bedeller ve vazgeçilmesi gereken değerler vardır, bunların da başında usul hukuku gelir. yukarıda örnek verdiğim dizilerde kahramanlarımız genellikle polis olmadığı için polisin elini kolunu bağlayan usul hukukuna tabi hissetmezler kendilerini, daha rahat hareket ederler; hukuka uygun delil/hukuka aykırı delil gibi bir saçmalığa onların dünyasında yer yoktur, delilden suçluya gitmektense suçludan delile gitmek çoğu zaman daha kolay ve daha sonuç alıcıdır, yerine göre her türlü izinsiz arama, dinleme, icabında işkence, tehdit, cebir de meşrudur ve kaçınılmazdır. nesnel açıdan kesinlikle yeterli olmayan delillerle birisinden şüphelenirler ve bütün dikkatlerini onun üzerine yoğunlaştırırlar, onun hayatını didik didik eder, icabında gizlice evine, işyerine vs. dalar ve karıştırırlar, eninde sonunda daha somut deliller elde ederler ve suçlumuzu kıskıvrak yakalarlar. nitekim sonuca ulaşılmış olması, başvurulan bütün hukuk dışı yöntemleri de meşrulaştırır ve ne kadar gerekli olduklarını yüzümüze vurur.

    eğer hukuka uymaya kalksalardı, bu suçluları asla yakalayamayacaklardır, nitekim beceriksiz ve safdil polislerimizin kaybettiği nokta da budur. kanundan korktukları için bir türlü sonuca ulaşamazlar, bir de üstüne başkahramanımıza da ayak bağı olmaya kalkarlar. bazen bu karakter başkahramanımızın amiri olur, “elinde yeterli delil yok, bırak o adamın peşini” filan derler, türlü çeşit zorluk çıkarırlar. "adamı daha fazla gözaltında tutamayız, iki saat içinde elle tutulur bir şeyler getirdin getirdin yoksa salıyorum" der bu ibişler, kahramanımızı "lanet olsun adamım benim biraz daha süreye ihtiyacım var" diye yalvartırlar. onun harikulade sezgi gücüne güvenmezler, "bir bildiği vardır" demezler, hadsizlik yaparlar, salarlar hep suçluları. ama kahramanımız azimlidir, tuttuğunu bırakmaz, icabında gizli gizli yürütmeye başlar soruşturmasını. ya da rozetini çıkarır masaya vurur, "atom fiziğine de, cmk'ya da, polis vazife ve salahiyet kanunu'na da, adli ve önleme aramaları yönetmeliğine de lanet olsun" der, gayriresmi olarak suçluların peşine düşer. kısacası bütün polisiyelerde, aslında suçlulardan ziyade hukukun kendisiyle mücadele edilir; baş düşman seri katiller filan değil, bizzat hukuktur.

    özellikle işin şüphelenme kısmında, yani kimden niye nasıl şüphelenildiği noktasında, kahramanlarımızın yeterli gördüğü deliller üzerine düşünmek cezbedici. hakikate nasıl, hangi araçlarla ulaşılabileceği sorusuna verdikleri cevaplarla akılcılık/sezgicilik şeklindeki kadim felsefi tartışmaya dokunuyorlar ister istemez. ve kahramanlarımız her ne kadar akılcılıktan, deneycilikten bütünüyle vazgeçmese de, sezgi hakikate ulaşmalarında çok ciddi bir rol oynuyor. akla uygun yeterli delil olmasa da ellerinde, bir şekilde o adamın suçlu olduğunu seziyorlar, bunu nasıl hissettiklerini çoğu zaman kendilerine bile açıklayamıyorlar, ama bir şekilde seziyorlar ve sezgilerinin peşinden gitmekte de hiç tereddüt etmiyorlar, hemen her zaman da haklı çıkıyorlar. önce sezgiye yaslanıp, sonra bu sezgiyi akla uydurmak için delil arayışına girişiyorlar, ne kadar sonuç alamasalar da vazgeçmiyorlar, pes etmiyorlar.

    mesela bu noktada, sherlock holmes esintili bir tıbbi polisiye olan house md ilginç bir örnek. house pek çok bölümde, kesinlikle bilimsel düşünmüyor. genellikle, hastalığın ne olduğuna dair belirli bir fikre saplanıp kalıyor, bütün somut deliller aksini işaret etse de, test sonuçları yalanlasa da, etrafındaki herkes itiraz etse de, o burnunun dikine gidiyor, doğru bildiğinden vazgeçmiyor, sezgisine sonuna kadar güveniyor ve onu destekleyecek kanıtlar aramaya ısrarla devam ediyor. house gibi militan ateist, pozitivist denebilecek bir karakter için, böyle bergsoncu, hatta gazalici denebilecek türden bir sezgicilik, aslında epey ilginç bir durum. çoğu durumda, ya sezgisi haklı çıkıyor, ya da çok alakasız başka bir şeyden, genellikle wilson ile muhabbet ederken bir çağrışımla kafasında ampul yanıyor, dönüp olayı çözüyor. ilk sezgisi haklı çıkmamış olsa bile, cuddy, foreman vs. diğer karakterlerin düşündüğü hastalık da çıkmıyor, onlar da yanılmış oluyor. belki bu sezgi, house'un hekimlik tecrübesinin bilinçaltından zuhur etmesine yedirilebilir, ama o durumda bile, kendisinden bu kadar emin olmasının izah edilebilir bir tarafı yok. nihayetinde, "everbody lies" sinizmiyle, hastaların her zaman yalan söylediği, bir şeyleri gizlediği önkabulüyle, icabında onları manipüle etmenin, izinsiz testler yapmanın ya da test sonuçlarını çarpıtmanın/gizlemenin, hastanın evine gizlice girmenin ve karıştırmanın meşru ve zorunlu olduğu, hastalığı ortaya çıkarmak ve tedavi etmek için her şeyin mübah olduğu bir dünya kuruluyor, ama suç dizisi değil tıp dizisi olduğu için ve karşımızda da hep çözülememiş, ölümcül vakalar olduğu için o kadar da gözümüze batmıyor.

    nihayetinde bütün bunlardan çıkarılabilecek özet tablo; hakikate yalnız akılla, somut delillerle ulaşmanın zorluğunun vurgulanması ve hukukun bir bütün olarak değersizleştirilmesi, ayak bağı olarak, hakikate ulaşmanın önünde bir engel olarak lanetlenmesi oluyor. ceza muhakemesinin amacını her ne pahasına olursa olsun hakikate ulaşmak olarak kodlayınca, adalet tasavvuru da her ne pahasına olursa olsun bir suçluyu yakalamak ve cezalandırmak oluyor. böyle bakınca da, bütün genel ilkeler, suçsuzluk karinesi, hukuka aykırı elde edilen delillerin kullanılamazlığı, şüpheden sanığın yararlanması, bir bütün olarak adil yargılanma hakkı vs. hepsi paspas ediliyor, teferruat oluyor. yani aslında hukuka biçilen anlam şöyle bir hal alıyor: bu kurallar, ilkeler filan, iyi hoş güzel şeyler belki, yani kulağa hoş geliyor, ama pratikte kullanılabilirliği yok. teori desen zehir gibi, ama pratikte sallanıyor, çuvallıyor. kağıt üstünde ne kadar anlamlı görünse de, "gerçek" dünya çok acımasız, çok katı olduğu için, uygulamak mümkün değil, yani uygulamaya kalksak çoğu zaman hakikati bulamayız, suçluları yakalayamayız, dolayısıyla adaleti de tesis edemeyiz.

    bunu en çok da devlet söylüyor tabi. bu hukuk dediğiniz şey, yalnızca her şey yolundayken, güllük gülistanlıkken uygulanabilecek bir şey, yani çok ideal bir dünyada, bir ütopyada mümkün olabilecek bir şey. ama ortada bu kadar tehdit, bu kadar düşman varken, hukukla filan uğraşarak mücadele etmemize imkan yok. dolayısıyla, ortada hukuk dışına çıkan birileri varsa, mesela terör örgütleri filan, bunlar da ciddi bir tehditse, sanki hukuk tam da hukuk dışına çıkanlara karşı ne yapılması gerektiğini söylemiyormuş gibi, ben bütün bunları çöpe atarım ve atmam da gerekir. "terör" dediğin zaman zaten hukukun kapsama alanının dışında bir dünya kurmuş oluyorsun, orada artık hukuk çekmiyor. sonra gel de polislerle, savcılarla, hakimlerle "makul şüphe" tartışması yap.

    aklıma gelmişken, the wire için ayrı bir parantez açmak gerekebilir. the wire'ı diğerlerinden farklı kılan ve belki gelmiş geçmiş en iyi dizi yapan şey, bir yandan usulsüz telefon dinlemelerini dizinin merkezine ve hatta adına koyarken, bir yandan da bütün bu hak hukuk adalet tasavvurlarının köküne kibrit suyu döküp çok daha derinlere inmesi, her şeyin göründüğünden ne kadar daha da karışık olduğunu, hakikatin hiç de o kadar açık ve net bir şey olmadığını, sistemin kendisini nasıl sürekli yeniden ürettiğini, "adalet" denen şeyin birilerini yakalamak ve cezalandırmakla tesis edilebilen bir şeyden çok daha fazlası olması gerektiğini tokat gibi vurgulamasıydı.

    zizek, "açık konuşmak gerekirse hiçbirimizin demokrasiye inandığını düşünmüyorum" diyordu. bence bundan daha ciddi bir problem var: hiçbirimiz hukuka inanmıyoruz. hukuka inanmak, yargı mekanizmasına, yani devlete inanmakla karıştırılıyor, yargı mekanizmasının yani devletin zaten inanılacak bir tarafı yoktur ve hukuk da zaten yalnızca devlete inanmayarak savunulabilecek bir şeydir; devlete imanın başladığı yerde hukuk biter. ama bunun da ötesinde, hukuk, özellikle muhakeme ve usul hukukuna zemin oluşturan ilkeler, insan zihninin temellerindeki bazı buglarla, bazı irrasyonel varsayımlarla çelişiyor, ve insan bilincinin "hakikat" ve "adalet" gibi kavramlarla bu hatalı mantıksal süreçler üzerinden kurduğu ilişkiyle temelden bir çatışmayı gerekli kılıyor.

    bir kesimin "gavur hukuku", bir kesimin "burjuva hukuku", bir kesimin "iktidarın fahişesi" olarak kodladığı ve aşağıladığı, önemli bir çoğunluğun da devletin bekası ve çıkarlarının hukukun doğal sınırını oluşturduğuna kierkegaardvari bir şekilde iman ettiği bir memlekette, güya birbirine ölümüne düşman olup, farklı nedenlerle hukuku alabildiğine değersizleştirmek noktasında el ele tutuşan bütün bu cemaatler bir araya gelince, hukuka inanmayan bir toplum ne kadar toplum olabilirse, öyle bir şey oluşturuyorlar. herkesin kendi kafasındaki meçhul ve müphem ideal hukuku, kendi durduğu yerin hakikat olduğuna sonsuz ve şaşmaz bir imanla karşısındakine dayatmaya çalıştığı bir yerde, gücü eline geçiren de hukukun ırzına geçmekte çok da zorlanmıyor. orman değiliz artık, milli parkız.
  • bu yaşıma geldim, bu ders kadar çalışma sürecinde sürekliliğin farz olduğu bir kamu hukuku alanı daha görmedim. 3-4 gün bırakmaya gelmiyor uçup gidiyor ellerinizin arasından, öyle de garip bir alan. ya savcı olacaksın bunun için yada bu konu üzerinde çalışan bir öğretim görevlisi, yoksa gidiyor efendim, durduramıyoruz.
  • 4.sınıfın en zoru olduğu söylenen, zaten zar zor ceza hukuku derslerini temizleyip son sınıfa gelmiş olan bünyelerin sinir sistemini zorlayacak olan usul dersidir.
  • şöyle böyle olduğundan şüpheleninen bir hocadan dinlenilince kulağa bir garip gelen bir hukuk dalıdır. şöyle ki güzide hocanın "şarh alın", "söyleyin bakalım nedan?", "mahkeme bu durumda re'san karar verebilir" şeklindeki ifadeleri kafalarda soru işaretleri bırakmaktadır.

    (bkz: zira ne ki)

    koruma tedbirleri olarak ifade edilen kısmında, gece vakti sağını solunuzu kurcalamaya kalan polise karşı nasıl artistlik yapılacağını öğretmektedir.

    buna karşılık gösteri, eylem vb. durumlarında polise kafa tutmanın sağlığa zararlı olacağını, bu durumda polisin her yerinizi elleyebileceğini, elletmezseniz size karşı zor kullanabileceğini, bu zor kullanmanın kademeli olarak ilk önce sözlü daha sonra cop ilen ve en sonunda silah yardımıylan kafa kola almak suretiylen yakalama haddine varacağını ve bunların sonucunda nezarette enteresan amcalarla takılma noktasına varacağını öğretmektedir.

    çok yararlı bir hukuk dalıdır. hayati bilgiler vermektedir. her eve lazımdır sanki.
  • kanun metnı okunması en zevklı olan.
  • sınavlarına mutlaka mevzuatla girilmesi gereken hukuk derslerinden birisidir. insan beyni için fazla ayrıntı içeriyor. en azından benim için öyle.
  • ilerde, cezai davalarla ilgilenmek isteyen hukuk fakültesi öğrencilerinin yutması gereken hukuki bilim dalıdır. özellikle; muhakeme şartlarının, yer ve madde itibariyle yetkili mahkemeler hususlarının sindirilmesi gerekendir. zordur, kasılmalıdır.
  • amaci maddi gercegi bulmak olandir.
    özel hukuktaki gibi kesin delil seklinde bir delil türü yoktur.
hesabın var mı? giriş yap