• yalan söylemekten korkan yazar, kötü manada.
  • charles bukowski yeraltı edebiyatının kralıdır. kendisi; serseri, berduş, çöp, lanet, çirkin pisliktir ama kaybedenlerin en havalısıdır. sistemin adamı değildir, özgürdür, üçüncü gözün açılmasıdır. kendisi sağlam bacakları olan bir boksördür.
    eğer bir gün maddi durum elverirse green hills memorial park kaliforniya ya gideceğim ve chinaski nin mezarı başında biramı yudumlayıp kendisini yad edeceğim.
  • doğruyu yazan yalnız yazar. kendisinin mizah duygusunu çok severim. aniden güldürür. tek cümleyle.
    george carlin ve charles bukowski ile aynı masada 1 dakika oturmak için nelerimi vermezdim. ikisinin tarzı çok benziyor. bunu şöyle bir röportajından kesitler okuduğumda anladım:

    şiir hakkında

    hatırlarım, lisedeyken okulun bahçesinde ne zaman “şair” ya da “şiir” kelimeleri geçse, bütün genç erkekler gülüp dalga geçerdi. nedenini anlayabiliyorum, çünkü sahte bir ürün. yüzyıllardır sahte, züppe ve ensest bir ürün. fazla hassas. fazla değerli. bir avuç çer çöp. yüzyıllardır şiir neredeyse tamamen çöpten ibaret. hilekâr ve sahte.

    pek az sayıda iyi şairler de var elbette, sakın yanlış anlama. çinli şari li po var mesela. birçok şairin yazdıkları 12-14 sayfalık bok gibi şiilerinden çok daha fazla duygu, gerçeklik ve tutku bu adamın 4-5 basit dizesinde yer alabiliyor. o da şarap içermiş. şiirlerini yakar, nehirden aşağıya doğru sandalla süzülür ve şarap içermiş. imparatorlar ona bayılıyormuş, çünkü ne dediğini anlayabiliyorlarmış. ama tabii sadece kötü şiilerini yakarmış. (gülüşmeler)

    yapmaya çalıştığım şey – müsade edersen söyleyeyim – fabrika işçilerinin hayata bakış açılarını şiire yansıtmaktı. işten eve geldiğinde bağıran karısını mesela. sıradan adamın var oluşunun temel gerçekliklerini… yüzyıllardır süregelen şiir geleneğinde nadiren dile getirilen bir şey. şunu söylediğimi yazabilirsin, yüzyıllardır devam eden şiir boktan bir şey. yazık!

    celine hakkında

    celine’i ilk okuduğumda, elime büyük bir kutu ritz kraker alıp yatağa gittim. ritz krakerleri yiyip kahkahalar atarak ve tekrar ritz yiyerek celine’i okumaya başladım. romanın tamamını bir solukta okudum. ve ritz kutusu boştu, dostum. sonra kalktım ve su içtim. beni görmeliydin. hareket edemedim. iyi bir yazarın sana yapacağı tam da budur. iyi yazar seni neredeyse öldürür… kötü bir yazar da.

    shakespeare hakkında

    okunamaz ve abartılmış bir yazar. ama insanlar bunu duymak istemiyor. mabetlere saldıramazsın. shakespeare yüzyıllar içinde hafzalamıza kazınmış bir yazar. “felanca kötü bir aktör!” diyebilirsin ama shakespeare boktan diyemezsin. bir şey uzun süredir ortalıktaysa, burnu büyükler o şeye yapışmaya başlıyorlar, çöpçübalığı gibi. züppeler bir şeyin güvende olduğunu fark ettikleri anda ona yapışıyorlar. onlara gerçeği söylediğinde, öfkeden deliye dönüyorlar. bununla başa çıkamıyorlar. kendi düşünce süreçlerine saldıran bir hareket oluyor. iğreniyorum onlardan.

    severek okudukları hakkında

    the national enquirer’da şöyle bir şey okudum: “kocanız eşcinsel mi?”. linda bana “sesin ibne gibi çıkıyor!” demişti. kendi kendime “evet, bu konuyu hep merak etmişimdir” dedim. (gülüşmeler) makalede şöyle diyor, “kaşlarını alıyor mu?”. “hassiktir! kaşlarımı her zaman alırım. artık ne olduğumu biliyorum. kaşlarımı alıyorum. ben bir ibneyim!” diye düşündüm. the national enquirer’ın benim ne olduğumu bana anlatması hoş doğrusu.

    mizah ve ölüm hakkında

    çok az mizah var. son iyi mizah ustası james thurber adında biriydi. mizahı öyle iyiydi ki, görmezden gelmek zorunda kalıyorlardı. bu adam yüzyılın psikoloğu/psikiyatristi diyeceğiniz türden biriydi. erkek/kadın özelliğine sahipti, bilirsin, olayları gören insanlardandı. her derde devaydı. esprileri öyle gerçekti ki, güçlü bir patlamayla kahkahanı koyvermek zorunda kalırdın. thurber dışında, aklıma kimse gelmiyor. biraz ilgilendim ama onun yaptığı gibi değil. elde ettiğim şeye ben mizah demem. ben ona “komik taraf” derim. işlerin komik tarafına neredeyse kafayı takmış durumdayım. ne olursa olsun. gülünç işte. neredeyse her şey gülünç. yani, her gün sıçıyoruz. bu gülünç. sence de öyle değil mi? işemek, ağzımıza yemek koymak zorundayız. kulağımızdan, saçımızdan yağ çıkıyor. kendimizi kaşımalıyız. gerçekten çirkin ve aptalca bir hareket. memelerin bir işlevi yok

    yani hepimiz ucubeyiz. eğer bunu görmeyi başarabilirsek, kendimizi sevebiliriz. içimizi kaplamış bağırsaklarımızla, birbirimizin gözünün içine bakıp “seni seviyorum” derken yavaş yavaş bağırsakların içinde hareket eden bokla ne kadar tuhaf olduğumuzu fark edelim. içimiz karbonlaşıyor ve boka dönüşüyor. birbirimizin yanında asla osurmuyoruz. her şeyin komik bir tarafı var…

    sonra ölüyoruz. ama ölüm bizi hak etmedi. ölüm hiçbir referans göstermedi, bütün referansları biz gösterdik. peki doğumla biz yaşamı kazanmış mı olduk? pek sayılmaz, ama içine dalmış bulunduk. buna içerliyorum. ölüme içerliyorum. hayata içerliyorum. ikisinin arasına dalıvermiş olmaya içerliyorum. kaç kere intihar etmeyi denediğimi biliyor musun? (“denedin mi?” diye soruyor linda) bana biraz zaman tanı, daha 66 yaşındayım. hala üzerinde çalışıyorum.

    intihar eğilimin varsa, hiçbir şey canını sıkmıyor. at yarışında kaybetmek dışında. nedense bu insanın canını sıkıyor. neden acaba? çünkü at yarışında kalbini değil, aklını kullanıyorsun.

    hiç ata binmedim.

    atlara o kadar da ilgi duymuyorum, doğru ya da yanlış olma sürecinde, seçici biçimde olmak dışında.

    at yarışları hakkında

    bir süre altılı oynayarak hayatımı kazanmayı denedim. acı verici. ama keyifli. her şey yolunda gidiyor, kira falan, her şey. ama fazla ihtiyatlı davranmaya başlıyorsun. aynı şey değil.

    bir defasında dönemecin aşağısında oturuyordum. yarışta 12 at vardı, hepsi bir arada koşuyordu. büyük bir saldırı yapılıyormuş gibi görünüyordu. tek gördüğüm o kocaman atların kıçlarının bir aşağı bir yukarı gidip gelmesiydi. vahşi görünüyorlardı. atların kıçlarına baktım ve “delilik bu, bu tamamen delilik!” diye düşündüm. sonra 400-500 dolar kazandığın günler oluyor, bir seferde 8-9 yarış kazanıyorsun. kendini tanrı gibi hissediyorsun, her şeyi bildiğini düşünüyorsun. hepsi bir araya geliyor.

    (sonra bana dönüp)

    cb: her günün güzel geçmiyor, değil mi?
    sp: hayır.
    cb: bazıları güzel ama?
    sp: evet.
    cb: birçoğu güzel mi?
    sp: evet.
    (bir süre sustuktan sonra, bir şaşkınlık kahkahası patlatıyor)
    cb: “bir iki tanesi” diyeceksin sandım. ne büyük hayal kırıklığı!

    insanlar hakkında

    insanlara fazla bakmıyorum. rahatsız edici. birine çok fazla bakarsan ona benzemeye başlarsın, derler. zavallı linda.

    genellikle insansız yapabiliyorum. bende bir boşluğu doldurmuyorlar, aksine bir boşluğa neden oluyorlar. kimseye saygı duymuyorum. benim de böyle bir sorunum var. yalan söylüyorum, ama inan bana, doğru.

    at yarışının koşulduğu yerde duran valeyle sorunum yok. bazen koşu alanından çıkarken mesela “hey, nasılsın adamım?” diyor. “lanet olsun, ümüğünü sıkmak üzereyim. beyaz bayrak kaldır. sinirim tepemde” diyorum. “hadi ama! yapma dostum! bak ne diyeceğim. bu gece dışarı çıkalım, kafaları çekelim. birilerini benzetelim ve kuku yalayalım” diyor. “frank, ben bunu bir düşüneyim” diyorum. “sen de bilirsin ki işler ne kadar berbatlaşırsa, ben o kadar bilgeleşirim” diyor. “gerçekten çok bilge bir adam olmalısın, frank” diyorum. “senle gençken tanışmamamız iyi olmuş” diyor. “evet, ne diyeceğini biliyorum frank. her ikimiz de san quentin’i boylardık” diyorum. “doğru!” diyor.

    at yarışında tanınmak hakkında

    geçen gün öylece oturuyorum, bana baktıklarını hissettim. arkasından ne geleceğini tahmin ettim, o yüzden gitmek üzere ayağa kalktım. sonra adamın biri “afedersiniz” dedi. “evet, ne vardı!” diye cevap verdim. “siz bukowski misiniz?” diye sordu. “hayır!” dedim. “sanırım birileri sürekli size bunu soruyor, değil mi?” dedi. “öyle!” dedim ve yürüyüp gittim. bunu daha önce konuştuk seninle. mahremiyet gibisi yoktur. yani, insanları severim. kitapları sevmiş olmaları falan hoş şeyler. ama ben o kitap değilim ki! anlıyorsun, değil mi? ben o kitabı yazan adamım, ama karşıma çıkıp bana güller atmalarını falan istemiyorum. beni bıraksınlar ki nefes alayım. benimle takılmak istiyorlar. fahişeler ve çılgın bir müzik bulacağımı ve birilerini benzeteceğimi sanıyorlar. öyküleri okuyorlar! allahın belası, böyle şeyler 20-30 sene önce oluyordu yavrum.

    şöhret hakkında

    hayatını mahveden bir şey. orospu, kaltak, bütün zamanların en büyük zararlısı. ben işin en tatlı tarafını yaşadım, çünkü avrupa’da ünlüyüm ama burada tanınmıyorum. en talihli heriflerden biriyim. şanslı bir itim. şöhret cidden korkunç. ortak payda düzeyinde bir belirleyici. daha düşük bir seviyede çalışan zihinler paydasında. beş para etmez. seçilmiş okur her zaman çok daha iyidir.

    yalnızlık hakkında

    ben hiç yalnızlık çekmedim. bir gün bir odada kaldım. intihar edecekmiş gibi oldum. depresifleştim. berbat hissettim kendimi, her şeyin ötesinde berbat. ama asla biri ya da birkaç kişi o odaya girecek ve beni rahatsız eden şeyi iyileştirecekmiş gibi hissetmedim. diğer bir ifadeyle yalnızlık benim rahatsız olduğum bir şey değil, çünkü yalnızlık için o güçlü isteği hep duydum. bir partide ya da tezarühat yapan insanlarla dolu bir stadyumda yalnız hissedebilirim kendimi. ıbsen’den bir alıntı yapayım: “en güçlü adamlar, en yalnız olanlardır”. hiçbir zaman şöyle düşünmedim: “şimdi güzel bir sarışın gelecek buraya, sikişecez, taşaklarımı yalayacak ve kendimi iyi hissedeceğim”. hayır, bunun bir faydası olmaz. o bildik güruhu bilirsin işte: “hey, bu gece cuma gecesi, ne yapacaksın? orda öylece oturacak mısın?”. evet, öyle. çünkü dışarıda bir şey yok. aptallık bu. aptal insanlar, aptal insanlara karışıyor. kendilerini aptallaştırmalarına izin veriyorlar. gecelere akma ihtiyacını hiç hissetmedim. barlarda saklandım, çünkü fabrikalarda saklanmak istemedim. hepsi bu. milyonlardan özür dilerim ama ben asla yalnızlık çekmedim. kendimi seviyorum. kendim, kendi kendimi eğlendirmenin en iyi yoluyum. hadi biraz daha şarap içelim!

    boş zaman hakkında

    bu çok önemli – kendine boş zaman yaratmak. işin özü tempoda. tamamen durmadan ve uzun dönemler boyunca hiçbir şey yapmaksızın her şeyi gevşeteceksin. ister aktör olun, ister ev kadını ya da başka bir şey, inişler ve çıkışların arasında büyük duraklamalar olmalı ve bu sırada siz hiçbir şey yapmamalısınız. yatağa uzanıp öylece tavana bakarsınız. bu çok, ama çok önemli. peki modern toplumda bunu yapan kaç kişi var? pek az. tamamen aklını kaçırmış, öfkeli, sinirli ve nefret dolu olmalarının sebebi bu. eskiden, evlenmeden önce ya da çok kadın tanırken, bütün gölgelikleri indirir, dört-beş gün yataktan çıkmazdım. tuvalet için kalkardım bir tek. bir kutu bezelye yer, yatağa döner ve 3-4 gün orada kalırdım. sonra giyinir ve dışarıda yürürdüm. güneş pırıl pırıl olurdu, sesler müthişti. şarj edilmiş pil gibi güçlü hissederdim kendimi. ilk darbeyi ne zaman alırdım biliyor musun? kaldırımda gördüğüm ilk insan yüzüyle, enerjimin yarısını oracıkta kaybediverirdim. bu canavarı andıran, ifadesiz, aptal, hissiz, kapitalizmle dolu surat, “inek”. sonra “ahh! gitti yarısı!” diyordum. ama yine de buna değerdi, en azından yarısı bana kalırdı. o yüzden, evet, boş zaman. ama kesinlikle derin düşüncelere dalmayı kast etmiyorum. aksine hiçbir şey düşünmemeyi kast ediyorum. ilerleme düşünceleri olmadan, kendini geliştirmeye çalışmak için kendi hakkında düşünmeden. tam bir tembel gibi. çok güzel.

    güzellik hakkında

    güzellik diye bir şey yoktur, özellikle insan yüzünde, fizyonomi dediğimiz şeyde. hepsi özelliklerin matematiksel ve hayali dizilişinden ibaret. mesela burun uzun mu? yüz istenilir bir hâlde mi? kulak memeleri fazla büyük mü? saçlar uzun mu? bir çeşit genelleme serabı. insanlar bazı yüzlerin güzel olduğunu düşünüyor, ama aslında en nihayetinde güzel değiller. bu bir matematiksel sıfır denklemi. “gerçek güzellik”, elbette, karakterden gelir. kaşların biçiminden değil. bu yüzden bana anlatılan birçok kadın güzel. kahretsin, bir kasenin içine bakmak gibi.

    çirkinlik hakkında

    çirkinlik diye bir şey yok. biçimsel bozukluk diye bir şey var ama görünüşte “çirkinlik” yok. diyeceğimi dedim.

    br zamanlar:

    kıştı. new york’ta yazar olmaya çalışırken açlıktan ölmek üzereydim. üç ya da dört gündür yemek yememiştim. o yüzden sonunda dedim ki “büyük bir paket patlamış mısır yiyeceğim”. tanrım, o kadar uzun süredir ağzıma yemek sürmemiştim ki, tadı çok güzeldi. her bir mısır tanesi, biftek gibiydi! çiğneyip zavallı mideme gönderiyordum. midem “teşekkür ederim teşekkür ederim teşekkür ederim” diyordu. cennetteydim sanki ve öylece yürüyordum. iki adam yanımda belirdi ve biri diğerine dedi ki “aman tanrım!”. diğeri sordu, “ne oldu?”. “patlamış mısır yiyen adamı gördün mü? tanrım, iğrençti!”. bunu duyunca patlamış mısırın geri kalanından zevk almadım. “ ‘iğreçti’ ne demek? ben burda cennetteyim” diye düşündüm. sanırım biraz pistim. ebesi sikilmiş bir adamı her zaman tanırlar.

    basın hakkında

    bana saldırılmasından hoşlanıyorum biraz galiba. “bukowski mide bulandırıcı!” bu beni gülümsetiyor, biliyor musun? hoşuma gidiyor. “berbat bir yazar!” biraz daha gülümsüyorum. bundan besleniyorum bir nevi. adamın biri çıkıp “biliyor musun, seni şöyle bir üniversitede ders olarak okuyorlar” dediğinde, ağzım bir karış açık kalıyor. bilemiyorum… çok fazla kabul görmek, korkutucu. bir şeyleri yanlış yapmışsın hissine kapılıyorsun.

    hakkında söylenen kötü şeylerden keyif alıyorum. [kitap] satışlarını arttırıyor ve kendimi iblis gibi hissediyorum. iyi hissetmekten hoşlanmıyorum, çünkü iyiyim. ama iblis? evet. bu bana bir açı daha kazandırıyor. (sol elinin serçe parmağını kaldırıyor.) bu parmağı daha önce hiç gördün mü? (parmak, ters l şeklinde kitlenmiş gibi görünüyor.) kırdım bu parmağımı, bir gece sarhoşken. nasıl yaptım bilmiyorum, ama… sanırım olması gerektiği konumda değildi. ama “a” harfine basma görevini gayet iyi yapıyor (daktilosunda) ve… canı cehenneme… beni ben yapan ayrıntılardan biri. görüyorsun ya, artık bir karakterim ve boyutum var. (gülüyor.)

    cesaret hakkında

    cesur olduğu söylenen birçok kişi, hayalgücünden yoksun. sanki işler ters giderse neler olabileceğini kavrayamıyormuş gibiler. gerçek cesur, hayalgücünün üstesinden gelir ve yapması gerekeni yapar.

    korku hakkında

    hakkında en ufak bir fikrim yok. (gülüyor)

    şiddet hakkında

    bence şiddet genellikle yanlış yorumlanıyor. bazı tür şiddete ihtiyaç var. hepimizin içinde boşalmak isteyen bir enerji var. bence bu enerji kısıtlanırsa, deliririz. hepimizin istediği nihai sükunet, aslında arzulanır bir alan değil. yapımızda bir biçimde yok. bu yüzden boks maçlarını izlemeyi seviyorum ve gençken arka sokaklarda kozumu paylaşmayı severdim. “onurlu enerji patlaması”, zaman zaman şiddet olarak adlandırılıyor. “ilginç delilik” ve “iğrenç delilik” ayrımı var. şiddetin iyi ve kötü biçimleri var. bu yüzden aslında müphem bir kavram. yeter ki başkalarına fazla zarar vermesin, bunun dışında sorun yok.

    fiziksel acı hakkında

    çocukken, vücudumdan sıvı alırlardı. vücudumda büyük çıbanlar vardı. fiziksel acıya karşı duyarsızlaştım. bir gün general hospital’dayken, çıbanların içini boşaltıyorlardı. adamın biri geldi, “iğnenin altına bu kadar sakin bir biçimde yatan birini daha görmedim” dedi. cesaret değildi, bir süreçti, uyum sağlamaktı. yeterince fiziksel acıya maruz kalırsan, gevşiyorsun.

    zihinsel acıya alışılamaz. benden uzak olsun.

    psikiyatri hakkında

    psikiyatri hastalarının eline ne geçiyor? fatura.

    bence psikiyatrist ile hasta arasındaki sorun, psikiyatristin kitaba uygun hareket ederken hastanın hayatın ona getirdikleri yüzünden orada olmasıdır. kitap bazı içgörüler sunsa da kitabın sayfaları değişmezken, her hasta biraz farklıdır. kitabın sayfalarında daha fazla sayıda bireysel sorun vardır. anlıyor musun? “saati şu kadar dolar, zil çaldığında seans biter” dediğim için delirtebileceğim birçok deli insan var. sadece bunu söylemek bile neredeyse deli birini deliliğe sürükleyebilir. tam kendini açmaya ve iyi hissetmeye başladığı anda, psikiyatrist “hemşire, bir sonraki hastayı alın” diyor, ödeyecekleri paranın hesabını kaçırıyorlar, ki bu da normal değil. ayrıca kokuşmuş derecede dünyevi bir uygulama. adam kıçını sikmek için orada. seni tedavi etmek için değil. senin paranı istiyor. zil çalınca, sıradaki “çatlağı” getir. işte zil çaldığı anda hassas “çatlak”, becerildiğinin farkına varacak. deliliği tedavi etmenin zaman sınırlaması yok, faturası da. gördüğüm birçok psikiyatristin kendisi de zaten biraz sınıra yakın duruyor. ama çok rahatlar. bence hepsi fazla rahat. sanırım bir hasta biraz delilik görmek ister, fazla değil tabii. ahhhhhh! (sıkıldı.) psikiyatristlar beş para etmez! diğer soru?

    inanç hakkında

    inanç sahibi olanlar için, inanç mesele değil. muslukçuma duyduğum inanç, sonsuz bir varlığa duyduğum inançtan fazla. muslukçular iyi iş çıkarıyor. zamazingonun akmasını sağlıyorlar.

    kinizm hakkında

    her zaman kinik olmakla suçlandım. bence kinizm ekşi üzümdür. bence kinizm zayıflıktır. “her şey yanlış! her şey yanlış!” diyor kinizm. biliyor musun? “bu doğru değil! şu doğru değil!”. kinizm, kişiyi o anda olmakta olan şeye uyum sağlama becerisinden alıkoyan zayıflıktır. evet, kinizm kesinlikle zayıflıktır, tıpkı optimizm gibi. “güneş parıldıyor, kuşlar cıvıldıyor, öyleyse gülümse”. bu da saçmanın daniskası. gerçek, bu ikisinin araında bir yerde. neyse, o. bununla başa çıkmaya hazır değil misin? ne yazık!

    geleneksel ahlak hakkında

    cehennem olmayabilir, ama insanları yargılayanlar bir cehennem yaratabilir. bence insanlara gereğinden fazla şey öğretiliyor. insanlar gereğinden fazla şey biliyor her şey hakkında. başına gelen şeyden hareketle nasıl tepki vermen gerektiğini öğrenmelisin. bu noktada tuhaf bir kavram kullanacağım: “iyi”. bu kavramın nereden çıktığını bilmiyorum. ama en nihayetinde her birimizin içinde “iyilik” kavramıyla doğduğunu hisediyorum. tanrıya inanmıyorum, ama “iyilik”e inanıyorum, tıpkı bedenimizin içinden geçip giden bir tüp gibi. bu beslenebilir. bir otobanda trafiğe takılıp kalmışken yabancının tekinin şerit değiştirmeniz için size yol vermesi her zaman bir mucizedir. size umut verir.

    röportaj vermek hakkında

    neredeyse köşeye sıkıştırılmak gibi. utanç verici. bu yüzden, her zaman bütün gerçekleri anlatmıyorum. biraz oyalanmayı, şakalaşmayı seviyorum. böylece sırf bir parça eğlence ve saçmalığın hatrına biraz yanlış bilgi veriyorum. o yüzden eğer beni tanımak istiyorsan sakın röportaj okuma. bunu da görmezden gel.

    edit: kaynak
  • eşinin onu anlattığı bir röportaj:

    onun için herkesin kendine has bir tanımlaması var; kimi kızgınlıkla “ayyaş herifin tekiydi” diyor, kimi biraz da severek “yaşlı serseri”. öyle ya da böyle pek çok kişinin hayatında -özellikle de gençlik yıllarında- çok önemli bir yeri olduğu da bir gerçek charles bukowski’nin. çünkü o süslü tanımlamalardan kendini sıyırmış, sokak edebiyatının köküne vurmuş, kimi zaman kendini alkole, kimi zaman kadınlara vermiş, yaşadıklarını da sansürsüz anlatmış bir yazardı. ve insanlar kendi yaşayamadıklarını okumayı severler... ne yazık ki artık kendisiyle röportaj yapmanın imkanı yok. ama eşinin arşivini huntington kütüphanesi’ne bağışlayan karısı linda lee bukowski, ısrarlarımıza dayanamayarak o gizli kapının anahtarını açtı. ve sayesinde “sevgili hergele”nin gerçek hayatına sızabildik. kimi zaman şaşırttı, kimi zamansa hiç şaşırtmadı. işte karısının ağzından charles bukowski…

    charles bukowski ile nasıl tanıştınız ve evlenmeye karar verdiniz?
    onunla ilk tanışmam kitaplarını okuyarak oldu. şahsen tanıştığımda, bir kulüpte şiirlerini okuyordu. ben de onu dinlemeye gitmiştim. okuması sona erince onunla tanışmaya karar verdim. ama etrafında başka insanlar da vardı ve herkes sarhoştu. tanıştıktan sonra telefon numaramı aldı. iki gün sonra da beni aradı; buluşmaya başladık. yaşadığım yerde bir restoranım vardı ve beni orada ziyaret etti. gayet iyi anlaştık, sonra katı biçimde platonik bir ilişkiye başladık. aslında bunun hakkında yazıldı. kitap türkçe’ye çevrildi mi bilmiyorum ama nasıl tanıştığımızı ve her şeyi anlatan kitap “kadınlar”.

    evet, kadınlar türkçe olarak da yayınlandı...
    türkçe’de yayınlandı demek; çok iyi. biliyorsunuz bu kitap, gerçek hikâyenin kendisi.

    “kadınlar”daki adınız neydi?
    bunun belli olduğunu düşünüyorum, çünkü “ben” olan kadınla bitiyor. diğer bütün kadınlardan vazgeçtiği ve beraber olmaya karar verdiğimiz zamandı. “kadınlar”daki adım sarah’ydı. yani kitaptaki son kişi.

    evliliğinizi nasıl tarif edebilirsiniz?
    tanıştığımızda hâlâ başka kadınlarla ilişkileri vardı. sadece diğer bir “başka kadın” olmayı istemedim. bu nedenle bir arkadaş oldum. o başka kadınlarla farklı deneyimler yaşarken, uzun aylar boyunca arkadaştık. bir çeşit sırdaştım, özellikle ilişkileriyle ilgili bütün sorunlarını bana anlatıyordu (gülüyor). bu uzun zaman böyle devam etti. sonra bütün kadınları bıraktı, çünkü sadece benimle birlikte olmak istediğine karar verdi. sekiz yıl birlikte yaşadık, 1985’te evlendik. bu beraberlik sırasında, ikimiz de sadıktık.

    “nedir ki evlilik? onaylanmış bir s.kiş, onaylanmış s.kişler ama hiç şaşmaz, sonunda sıkıcı olur, işe dönüşür, ama dünyanın istediği buydu; kapana kısılmış, yapması gereken bir işi olan zavallılar” diye düşünen bir adam, sizce neden sizinle evlendi? onu nasıl bu kadar etkilediniz?
    (gülerek) bu çılgın bir soru. siz böyle bir soruyu nasıl cevaplardınız? öncelikle, evlilik benim için de, hank için de çok önemliydi. (ben ona hank derdim, takma adı buydu; charles, henry ya da başka bir şey falan değil, sadece hank.) evlilik yemini çok ciddidir. birbirinizi kutsal evlilik yeminiyle onurlandırdığınız anlamına gelir. ikimiz de -ister inanın ister inanmayın- bu konuda son derece eski kafalıydık. ve hayatımız boyunca evliliğin kutsal yeminine saygı duyduk. burada evlikten “onaylanmış bir s.kiş, onaylanmış s.kişler ama hiç şaşmaz, vs., vs.” diye bahsettiğini söylüyorsunuz. bunu tam olarak ne zaman yazdı bilmiyorum, ama biz evlenmeden önce yazdığından eminim. aslında ne demek istediğini anlıyorum. bugün insanların evliliğe gerçek anlamda saygı duymadıklarını düşünüyorum. biz kapana kısılmak, seksi iş gibi görmek, yapmak ya da başka bir şey için evlenmedik. bu konuda her zaman son derece saygılıydı. çok çılgın zamanlarımız oldu, (gülüyor) ama birlikte ayakta durduk. herkes gibi bağırıp çağırmalarımız oldu, sonra düzeldik ve hayatımızda ilerlemeye devam ettik. evlilik hiç kimse için kolay bir şey değil. ve sanırım hank için evlilikte iyi bir şey olabileceğini anlamak çok zordu. bunun nedeni anne-babasınki de dahil olmak üzere çevresinde gördüğü bütün evliliklerin mutsuz olmasıydı. o nedenle bu adım onun için çok kocaman, cesur bir adımdı. ve ona böyle cesur bir karar aldıran da aşktı.

    size gerçekten aşık olmuş olmalı. genelde erkeklerin evlilik kararı almaları zordur. hele bukowski gibi özgürlüğüne çok önem veren bir erkek için...
    (gülüyor) evlenmeden önce birlikte yaşadığımız sekiz yıl boyunca birbirimizi tanıdık, tarzlarımızı anladık. her zaman kolay olmayacağını, her zaman mutlu olmayacağımızı biliyorduk. ama ikimiz de bunu yapabileceğimize yeteri kadar inandık ve bunu ciddiye aldık. biliyorum ki insanlar buna inanmayacaklar. insanlar onun sadece o çılgın herif olduğunu düşünüyorlar. biliyor musunuz o yüzeysel kısmın dışında çok fazla şeyi olan bir adamdı hank. parlak, hayatının erken dönemlerinde çok işkence görmüş, bir sürü zorluk yaşamış çok duyarlı, hassas bir insandı. babası onu çok sömürmüştü, korkunç şeylerin üstesinden gelmek zorunda kalmıştı. insanlar onun geçmişini çok merak etmiyorlar, sadece sansasyonel şeyleri duymak istiyorlar. ama çok derin ve entelektüel bir adamdı hank. içinde ve kalbinde dışarıdan görünen çılgın heriften çok daha fazla şeye sahipti.

    “aşk bir önyargıdır” diyen adam, size göre kaç kez “önyargılı” olmuştu?
    sanırım 20’li yaşlarının sonunda jane adında, kendinden oldukça büyük bir kadına çok aşıktı. o da korkunç bir alkolikti, ikisinin de hayatı aynı durumdaydı. jane hayatını alkolizm yüzünden kaybetti. sanırım onu daha “genç” bir biçimde sevdi. nasıl olduğunu bilirsiniz birine güvenirsiniz, daha büyük bir kadında bir çeşit güvenlik bulursunuz, ikisi de ayyaş olsalar bile. o yaşlarda yani kafası çok karışıkken onun için bir çeşit kurtarıcıydı. biliyor musunuz gerisini ona sormalıydınız... başka bir şey söyleyemem, bu adil olmaz. hayatı boyunca birçok kadından etkilendiğine eminim.

    her ne kadar kitaplarında son derece sert ve umursamaz bir adam karakteri çizse de, vajinayı "like a flower in the rain" diye tanımlayan birinin, aslında çok romantik olabileceğini düşünüyorum...
    hayır, sadece bir erkekti. bir erkeğin hayatında yaptığı şeyleri, gayet tipik olarak yapıyordu. bazı durumlarda çok romantik olduğunu söyleyebilirim; özellikle doğum günlerimde... her gece ofisine gidip şiirlerini daktilo ederdi. -geceleri yazardı- ama doğum günümden önceki gece şiir yazmaz, bütün akşamı benim için doğum günü kartı boyayarak geçirirdi. çok güzel, komik doğum günü kartları yapardı ve onları boyardı. ertesi sabah gözlerimi açtığımda yatağın üstünde, onları ıslak halde yanımda bulurdum. bazı sabahlar, eğer kendimi çok iyi hissetmiyorsam, portakal suyu hazırlardı. bahçeye çıkıp portakalları toplar, sonra gelip onları benim için sıkardı. bunun gibi şeyleri sayabilirim… aslında bunları size anlatmak doğru mu bilmiyorum. (gülüyor)

    evet bütün o imajıyla hiç uyuşmuyor…
    imaj bir şeydir, ama gerçek daha derindir. insanların bunu bilmesi gerektiğine inanıyorum. eğer çalışmalarının dilinize iyi çevirileri varsa, o zaman -umut verici bir biçimde- kitaplarını okuyan insanlar “deli ayyaşın teki”nden çok daha fazla şey olduğunu anlayabilirler.

    kitaplarından birinde kendini tanımlarken “... benim hakkımda her şeyi biliyordu. bütün ahlâksız öykülerime rağmen, o tecavüzcü ruhun altında ahlâkçı birinin yattığını...." diyordu. size göre gerçekten böyle miydi?
    “tecavüzcü ruh” derken neyi kastettiğini bilmiyorum. ama bundan önce “altında ahlâkçı biri var” diyor; bu doğru. çok ahlâklı, çok püriten biriydi. sadece para kazanmak için erotik erkek dergilerine kısa hikayeler yazmıştı. bundan da, kendini teşhir eden kadınlardan da hoşlanmıyordu. pornografiden (kelimenin hangi anlamı olursa olsun) hoşlanmazdı. sinema filminde bile herhangi bir seks sahnesi –sadece 5 dakika seviştikleri bir sahne olsa bile- seyretmekten hoşlanmazdı. (gülüyor) çılgın seks ya da tuhaf seks tarzı şeylerden hoşlanmazdı. zaten bunun için zamanı da yoktu. zamanını kitaplarına ayırıyordu. yazmaya odaklanmıştı. bu nedenle hayranlık verici bir yazar olduğunu düşünüyorum. çünkü odak noktası çok kesindi. bu onun mükemmel bir yazar olmasına yardım etti.

    bir yazısında “serserilerin yanında rahatımdır, çünkü ben de serseriyim. kanun sevmem, ahlâk sevmem” demişti. onu sistemden bu kadar uzaklaştıran, dışına çıkaran ve asi yapan neydi sizce?
    sanırım bunun nedeni çok korkunç bir çocukluk geçirmesiydi. babası yalan söyleyen, olmadığı biri gibi davranan, çok katı iş ahlâkına inanan bir kişiydi. ve bütün bunlar hank için saçmalıktı. bunun işe yaramadığını görmüştü. bu nedenle, insanları tuzağa düşüren sistemden hoşlanmıyordu. yani insanların kapana kısılıp, tuzağa düştüğü, toplum, kapitalizm ve onları aşağı doğru sürükleyen yönetime ya da başka şeylere köle haline getiren yapıya tamamen karşıydı. onu sistemden koparan şeyin, başkalarının kurallarına ya da sistemin kurallarına göre yaşamak olduğunu söyleyebilirim. bunun her zaman iyi bir şey olmadığını biliyoruz. onun için ahlâk kuralları dokunulmazdı, çok ahlâklıydı, dediğim gibi birçok yönüyle ve inancıyla nerdeyse püritendi. sahtekârlıktan, sadakatsizlikten hoşlanmazdı. sahte etik kurallarından da... çok sadık bir adamdı; arkadaşlarına, karısına, kendi inancına sadıktı. ve bu bence çok şerefli bir özellikti. insanlar onun bu yanını tanımadıkları için hakkında yanlış bir kanı oluşmuş. onu sadece “küçük tatlı bir bebek” gibi göstermeye çalışmıyorum. sert bir hergeleydi, (gülüyor), bu konuda hiç şüphe yok. çok çılgın zamanlar geçirdik.

    “babası onu çok sömürüyordu” derken neyi kastediyorsunuz? biraz babasıyla olan ilişkilerinden bahsedebilir misiniz?
    “factotum”da babasının ‘yaşanmasının iyi olduğunu düşündüğü’ hayatı yaşamakla ilgili nasıl hissettiğini anlatıyor. bilirsiniz okula gidersiniz, iyi bir eğitim alırsınız, sonra işe girersiniz, çalışırsınız, çalışırsınız. hayat çalışmaktır. bu bir çeşit iş ahlâkıdır. ve bu onun için olmayacak bir şeydi, çünkü o sanatçıydı. dolayısıyla her şeyin tersine gidiyordu. ayrıca daha 4-5 yaşlarında küçük bir çocukken, neredeyse her gün ustura kayışıyla dayak yiyordu. kısaca onun babası da bu dünyada pek çok insanın yaptığı gibi, kendi problemlerini çocuğundan çıkartan, hep kaybeden bir babaydı. dolayısıyla hank bundan çok etkilenmişti.

    onu seven pek çok hayranı bukowski için “ikili ilişkilerini, cinselliğini yalnızlık gibi yaşayan adam” diyor. siz bu görüşe katılıyor musunuz? onun bunca serseriliğinin altında gerçekte de derin bir yalnızlık mı yatıyordu?
    herkes kendi içinde biraz yalnız değil midir? biriyle ilişkiye girdiğimiz zaman mutluluk arıyoruz. yani bizi “tam” yapacak birini... ancak ruh eşimizi bulmak zordur. girdiğimiz ilişkilerin birçoğu mutlu sonla tamamlanmaz. sonunda bir kişi acı çeker. burada bahsedilen bu olsa gerek. o da ilişkilerinde bizden farklı değil. gerçek güçlü bir ilişki, herkes için zor. sanatçılar için daha da zor olduğunu düşünüyorum. çünkü sanatçılar duygusal. olaylar karşısında bazen daha dramatik olabiliyorlar.

    bir şiirinde “hani sevgiliniz size / “beni sevdiğini söyle” der de / söyleyemezsiniz ya aynen öyle” demişti. sizce siz dahil bütün sevdiklerine “gitmeden” önce yeteri kadar sevdiğini söyleyebilmiş miydi?
    bunu ciddi bir biçimde söyleyebilmek onun için gerçekten çok zordu, en azından başlangıçta. çünkü bazen yalnızca sizinle seks yapmak isteyen insanlar bile “ooo bebeğim seni seviyorum” der, bu ne anlama gelir? hank uzun bir süre bunu söylemek için gerçekten çok zorlandı. ama söyledi. hem de birçok kez... ve eminim – farklı bir şekilde de olsa- başka kadınlara da onları sevdiğini söylemiştir. (gülüyor)

    bir eleştirmen charles bukowski için “william burroughs eşcinselliğin erkek kraliçesi ise, bukowski azgın heteroseksüelliğin gönüllü kölesidir. burroughs'a karşı duyduğu nefret, aslında ona karşı beslediği gizli hayranlığın farklı bir ifadesi ve tezahürüdür” diyor. siz bu görüşe katılıyor musunuz?
    kocamın william burroughs için bir nefreti yoktu. bunu kesinlikle açıklığa kavuşturmak istiyorum: kocam “nefret” kelimesine karşıydı. burroughs’a karşı falan değildi. sadece yazım şeklini/yazılarını beğenmiyordu. şu an hayatta olan başka birçok yazarın eserlerini de beğenmiyordu. çünkü bir şey söylemediklerini düşünüyordu. william burroughs’un yazdıklarına özellikle dikkat etmiyordu, ya da homoseksüel oluşuyla ilgili değildi, bunun hiç önemi yoktu. sadece bir kere tanıştılar. her ikisinin de birbirine söyleyebileceği bir şey yoktu. ve hank’in ona kesinlikle “gizli bir hayranlığı” yoktu. neden olsun ki? sadece zaman zaman “insanlardan nefret etmiyorum, sadece onlardan hoşlanmıyorum” derdi. yine de burroughs’un hayatına saygı duyduğunu düşünüyorum. çünkü ikisi de kendi tarzında yaşadı. ve kocam kendi tarzında yaşayan insanlara saygı duyardı.

    bazı okuyucuları onun fakir zamanlarında yazdığı kitapları daha çok seviyor. hatta “zengin olduktan sonra yazım stilini kaybetmiştir” diyorlar. sizce gerçekten böyle bir değişim geçirdi mi?
    (gülüyor) her şeyden önce zengin olmadı. sadece kirayı ödeyebilecek ve bir araba alabilecek kadar para kazanmaya başladı. ama bir milyoner haline gelmedi. insanlarda böyle yanlış bir izlenim var, özellikle de avrupa’daki insanlarda. yaşadığımız ev, yani benim şu an yaşadığım ev, los angeles limanı’nın yanında, işyeri kalabalığının içinde küçük, minnacık bir ev. büyük, süslü değil. bazı insanların “yazım stilini kaybetti” demeleri çok tuhaf. çünkü kitapları daha öncekilerden 3-4 katı kadar satmaya başlamıştı. nihayet anılarının kapanından çıkabilecek ve entelektüel sürecini, yazımını genişletebileceği, biraz daha iyi bir yerde yaşamaya başlayacak kadar yeterli parası oldu. ve yazımı çok daha fazla takdir edilmeye başlandı. kitapları üniversitelerde okutuldu, araştırmacılar tarafından daha önce hiç olmadığı bir biçimde kabul edilmeye başlandı. edebî anlamda yaşı ilerledikçe daha çok gelişti. bu yüzden insanların hank’in stilini kaybettiği fikrine nereden kapıldığını bilmiyorum.

    aslında bu galiba genelde yazarlar, sanatçılar için çok söylenen bir şey.
    evet “ruhunu sattı” derler. bir yazarın ne yapması lâzım o zaman? yazarsınız ve tek istediğiniz hayatınız boyunca yazı yazmak. yazdıklarınızdan da para kazanmak... hank ne derdi biliyor musunuz? “kıskanıyorlar...” onun bir karikatür karakteri gibi “yaşlı, pis herif” imajıyla kalmasını istediler. ama o hayranlık verici bir insandı.

    bukowski’nin en sevilen öykülerinden kasabanın en güzel kızı, türkiye’de yayın yapan açık radyo’da okunmuş ve radyo televizyon üst kurulu bu radyoya bir ay kapatılma cezası vermişti. bunu biliyor muydunuz?
    hayır, bilmiyordum (şaşkınlıkla gülüyor). bu sadece basit bir öykü. neden böyle bir şey yapmış olduklarını anlayamıyorum. bir şekilde sansürlemiş oluyorlar. demek radyoyu kapattılar haa, bu gerçekten çok korkunç, bunu duyduğuma üzüldüm. çünkü ifade özgürlüğüne inanıyorum, birine zarar vermedikleri sürece herkes istediği şeyi söyleyebilmeli. demek bu kitaptaki hikayenin insanlara zarar verebileceğini düşündüler, bu kesinlikle dar kafalılık. eminim, büyük ihtimalle siz de öyle düşünüyorsunuzdur.

    son olarak şunu sormak istiyorum: charles bukowski “bir gün "bukowski ölmüş" diyecekler ve gerçekten keşfedilip yaldızlanacağım. ne fayda? ölümsüzlük fanilerin aptal bir icadıdır” demişti. kendi istemese de o da ölümsüzlerin arasında yerini aldı. eğer inanış doğruysa, şimdi gökyüzünden bize bakıp, bu duruma sinirleniyor mudur?
    (gülüyor) “ölümsüzlüğün fânilerin aptal bir icadı” olduğuna gerçekten inandı, ama yaşlandıkça ölümlülük ve ölümsüzlük hakkında -belki farklı bir inanç sahibi olmadı ama- daha farklı bir hislere sahip oldu. tam olarak nasıl olduğunu bilmiyorum, ama fark edildiği için kesinle minnettar olduğunu biliyorum, bir insan ve ölümlü olarak. “kitaplarımı üniversitelerde okutmaya başladıklarında başım belada demektir” derdi. böyle söylerdi çünkü fazla tehlikesiz olmaktan endişe ediyordu. ama biliyor musunuz sürekli daha fazla insan onu tanıyor. eğer biri bunu hak ediyorsa, bu kesinlikle hank olmalıydı. çünkü bunu gerçekten ediyordu.
    kaynak
  • zaman zaman aklıma düşüyor yazdıkları. bugün olduğu gibi...

    bir arkadaşımın ilişkisini irdelerken, karşımdaki o sağlam adamın ezik, mahvolmuş hallerini izlerken birden aklıma geldi o meşhur sözlerinden biri. vay be dedim içimden cuk oturdu sana bu. keşke belleseydin...

    “kadın senden soğumuşsa unut gitsin. seni severler, sonra içlerinde bir şey döner. bir lağım çukurunda ölmek üzere olduğunu, ya da bir arabanın altında kaldığını görseler bile üzerine tükürürler.”

    şimdilerde ergen işi buluyorum kitaplarını ama hiç fena değilsin be pis moruk.

    soğumuşsa siktir edin.
  • (bkz: kadınlar)
  • daha dün kitapta okuduğum, yaşamı örnek olarak anlatılan,her ne olursa olsun kendisini değiştirmemiş olduğu gibi görünmüş şair ve yazar.
  • hiyar agasi. okumaya iki gun ara versen en son kimde kaldigini hatirlamaya calisiyosun once. chapter lari baayanlara gore duzenlemeleri lazim.
  • sürekli kapısını çalıp onu rahatsız eden insanlar hakkında, kaptan yemeğe çıktı ve tayfalar gemiyi ele geçirdi kitabında şöyle diyen yazar:

    kapımı kapalı tutabilmek için korkunç
    şeyler yaşadım birkaç kez. çoğu onları
    içeri davet edeceğimi ve sabaha dek
    içeceğimizi sanır. yalnız içmeyi yeğlerim.
    yazarın borcu yazarlığınadır sadece.
    okuyucuya karşı sorumluluğu yazılarını
    bastırıp sunmaktan öteye geçmez.
    üstelik kapımı çalanların çoğu okurum
    değiller, benim hakkımda bir şeyler
    duymuşlar.

    en iyi okur ve insan beni
    yokluğu ile ödüllendirendir.
hesabın var mı? giriş yap