aynı isimde "chernobyl" başlığı da var
  • bedensel engelli olmamın, doktorlar tarafından tek nedeni olarak görülen çernobil’i anlatan dizi...
    izlerken sinirleniyorum, geriliyorum ve yer yer gözlerim doluyor... hayatımı mahveden çernobil’i tüm detaylarıyla biliyordum ama böylesi bir canlandırma beni derinden sarstı. insanoğlunun aç gözlülüğünün açıkça görüldüğü bir olay. kesinlikle bir kaza değil...
    ne söylesem boş...
  • nobel edebiyat ödüllü yazar (bkz: svetlana aleksiyeviç) 2015 yılında ödülü aldığı gün bir konuşma yapıyor ve o konuşmasındaki metin dizide de işleniyor.itfaiye eri ve eşinin olduğu bölümler kastettiğim.çok hoşuma gitti bu durum.

    ''çernobil nükleer santrali’nin yakınlarında yaşıyorduk. ben büfede çalışıyordum, çörek pişiriyordum. kocamsa itfaiyeciydi. yeni evliydik, pazara bile el ele gidiyorduk. reaktör patladığı gün, kocam nöbetçiydi. çağrıya sırtlarında gömlekleriyle gittiler, ev giysileriyle. nükleer santralde patlama olmuştu ve hiçbir özel kıyafet vermediler onlara. böyleydi işte bizim hayatımız, biliyorsunuz. bütün gece yangını söndürmeye uğraştılar ve hayatta kalmalarına imkan vermeyecek kadar çok radyasyona maruz kaldılar. sabahında uçakla moskova’ya götürdüler hepsini. akut radyasyon hastalığı… insan ancak birkaç hafta yaşayabiliyor. benimki güçlüydü, sporcuydu, en son o öldü.

    moskova’ya vardığımda bana ‘özel bir bölmede yatıyor’ dediler, ‘oraya kimseyi sokmuyorlar.’ ‘ben onu seviyorum’ diye yalvardım. ‘askerler bakıyor oradakilere, sen nereye?’ dediler. ‘seviyorum.’ beni ikna etmeye çalıştılar; ‘o artık senin sevdiğin insan değil, zararsız hale getirilmesi gereken bir obje. anlıyor musun bunu?’ bense hep aynı şeyi söyleyip duruyordum, seviyorum, seviyorum.

    geceleri yangın merdiveninden yanına çıkıyordum, ya da hasta bakıcılara para veriyordum beni içeri bıraksınlar diye. bırakmadım onu, sonuna kadar yanındaydım.

    o öldükten birkaç ay sonra, kızım dünyaya geldi. sadece birkaç gün yaşadı. onu ne çok beklemiştik… bense öldürdüm onu. kızım beni kurtardı. tüm radyasyonu üzerine aldı. minicik şey, yavrum… ama ben onların ikisini de sevdim. sevgiyle öldürmek mümkün mü ki? neden bu kadar yakınlar, sevgi ve ölüm? hep yan yanalar. kim açıklayacak bana? şimdi dizlerimin üstünde, mezarlarında sürünüyorum…''
  • olması gerektiği gibi olan şeyler ne kadar güzel oluyor değil mi? 3. bölümdeki cenaze sahnesinden sonra diyecek hiçbir şey bulamadım. ne diyebilirim ki, hbo olan biteni en sade, en gerçek ve dolayısıyla en etkili şekilde anlatan bir yapım ortaya çıkarmış. madencilerin o pırıl pırıl kömür bakanına vura vura geçtiği sahne bugüne dek izlediğim en güzel şeylerden biriydi. uzamasına hiç gerek yok, 5 bölüm yeter. jared harris ve stellan skarsgard harika paslaşıyor. tam olması gerektiği gibi bir dizi.

    ve iyi ki hbo bu konuyu netflix'e kaptırmamış. bu dizi netflix yapımı olsa yaşanacaklar:

    - 10'ar bölümden 3 sezon olurdu böyle sündüre sündüre. bol bol aşk.
    - valery legasov ve ulana khomyuk birbirlerine aşık olup reaktörün önünde öpüşürdü.
    - çıplak madencilerin 2'si gay ve aşık olurdu, onlar da tünelde öpüşürlerdi.
    - mihail gorbaçov'u siyahi bir aktör canlandırırdı.
    - pripyat halkının evlerini terk etmesi tüm 1 bölüm ve 5 kat acıklı gösterilirdi, ağlayanlar, bağıranlar vs.
    - shcherbina ve legasov çok cool olurdu ve çok komikçil espriler havada uçuşurdu.
    - işçilerden biri katolik veya müslüman olduğu için ayrımcılığa uğrar 1 bölüm de o ağlardı.
    - etrafta kimlik bunalımı yaşayan ve hayatı sorgulayan gençler gezerdi.
    - herkes çok güzel ve çok yakışıklı olurdu. khomyuk'u nicole kidman oynardı, botokstan kıpırdayamazdı.
    - lyudmilla hemen yeni bir aşka yelken açardı.
    - sezon finalinde enkazdan mutasyona uğramış zombiler çıkardı.
    netflix'te yogg diye izlemeye üşenenler de the umbrella academy, sex education, hakan muhafız filan izlesin.

    edit: çok minik bir detay fark ettim, ilk bölümün başında arabadan legasov'u izleyen adamla 3. bölümde ulana'yı tutuklayan adam aynı kişi.
  • daha etkileyici olması için uygun atmosfer yaratıp izlediğim dizi.

    https://i.hizliresim.com/odqdkb.jpg
  • --- spoiler ---
    - ev kadar büyük, saatte 20 litre benzin yakan, bir ton gürültü ve duman çıkaran, elmayı da üçe bölen şey nedir?
    - elmayı dörde bölsün diye yapılan sovyet makinesi!
    --- spoiler ---
  • hakkında tek bir tespit yapabileceğim harika dizi:

    sscb'yi gorbaçov yerine rte yönetiyor olsaydı ukrayna ve belarus haritadan silinmişti.

    bu kadar net söylüyorum. düşünün dizideki yöneticilerin cehaleti muazzam ama adamlarda ona rağmen liyakat sahibi insan ortama girince susup saygı gösterme davranışı mevcut. ya bizde?
  • 3. bölümde odağında lyudmilla ignatenko olan dizi.
    --- `diziden ve voices of chernobyl kitabından bilgiler içerir (18+) ---
    bu bölümle birlikte içinizde lyudmilla ignatenko karakterine sinirlenmiş olanlar olabilir zira kendisi radyasyon zehirlenmesi yaşadığını bildiği kocasını görmek için hamile olmadığı yalanını söyleyen biri gibi gözüküyor ama yıllar sonra lyudmilla ignatenko'nun kendisi tarafından anlatılan gerçek daha farklı ve dizide gösterildiğinden çok daha acı.

    """
    polisler hastaneye girişleri kapattığından içeri giremiyorum. polisler ambulansların radyoaktif olduğunu söyleyip hasta yakınlarının uzak durmalarını istiyor. hastanede gördüğüm bir doktor tanıdığıma "beni içeri sok." diyorum fakat doktor "durumu kötü. hepsinin kötü." diye cevap veriyor. "sadece onu görmek istiyorum." deyince "pekâlâ. benimle gel. sadece 15-20 dakika görebilirsin." diyor. kocamı gördüğümde vücudunun şiş olduğunu ve gözlerinin zar zor gözüktüğünü görüyorum. arkadaşım bana vasily'nin bolca süte ihtiyacı olduğunu söylüyor. "her biri en az 3 litre süt içmeli." diye ekliyor. "ama o sütü sevmez ki." diyorum ama arkadaşım vasily'nin süt içmesi gerektiğini yineliyor. birçok doktorun, özellikle hasta bakıcıların daha sonra hasta olup öldüğünü gördüm ama o zamanlar bunu bilmiyordum.

    sabah saat 10'da ilk olarak kameraman shishenok ölüyor. ilk ölen o olmuştu. daha sonra enkazda valera khodemchuk* adında başka biri olduğunu öğreniyoruz. ona asla ulaşılamıyor. onu betonun altına gömüyorlar. vasily'e "ne yapmam gerek?" diye sorunca vasily "git buradan! karnında çocuğumuzu taşıyorsun." diyor. onu nasıl terk edeceğimi bilemezken vasily "git! bebeği kurtar!" diyor. sütü getirdikten sonra ne yapacağımıza karar vereceğimizi söylüyorum. sütü getirdikten sonra hastalar sütten dolayı kusmaya başlıyor. bayılıyorlar ve doktorlar durmadan bir gazdan zehirlendiklerini söylüyor. kimse radyasyon hakkında bir şey demiyor. kasaba ise askeri araçlar tarafından istila ediliyor ve yollar kapatılıyor. tramvaylar ve trenler çalışmıyor. beyaz bir toz ile caddeler yıkanıyor. gelecek gün kasabada süt bulamayacağımdan endişe ediyorum. hâlen kimse radyasyondan bahsetmiyor. sadece askeri personel tıbbi maske takıyor. kasaba halkı ise ellerinde ekmek taşırken tabaklardan kapkek yiyor.

    vasily'i bir ziyaretimde vasily pencereden bağırıyor. onu duyamıyorum. kalabalıktaki bir kişi vasily'nin o gece moskova'ya götürüleceği ile ilgili bir şey duyduğunu söylüyor. kalabalıktaki hastaların eşleri "bırakın biz de onlarla gidelim." derken askerler izin vermiyor. bir doktor itfaiyecilerin moskova'ya götürüldüğünü doğruluyor ve onların kıyafete ihtiyacı olduğunu söylüyor. itfaiye istasyonunda itfaiyecilerin giydiği kıyafetler yanmış. otobüsler çalışmadığından hasta eşleri kasabanın dört bir yanına doğru koşuyor ve çantalarla geri geliyorlar ama itfaiyecileri taşıyan uçak çoktan kalkmış oluyor. o dakikada bağırıp çağırmayalım diye kandırıldığımızı anlıyoruz.

    radyoda 3-5 günlüğüne şehrin boşaltılabileceği, yaz giysilerini alıp ormanda çadırlarda yaşayacağımız söyleniyor. insanlar kamp gezisine gittiklerini zannediyor çünkü halk 1 mayıs bahar ve işçi bayramı'nı da** bu şekilde kutluyor. insanlar barbekülerini hazırlayıp gitarlarını ve radyolarını yanlarına alıyor. sadece kocaları reaktörde olan kadınlar ağlıyor.

    daha sonra ailemin yanına gidiyorum. gördüğüm kabuslar neticesinde moskova'ya gitmeye karar veriyorum. babamı yanına alıyorum ve bankadaki bütün parayı kullanıp moskova'ya gidiyorum. gördüğümüz ilk polis memuruna çernobil'deki itfaiyecilerin nereye götürüldüğünü soruyoruz. şaşırılacak bir biçimde polis memuru "6 numaralı hastane. shchukinskaya durağında." cevabını veriyor.

    kapıdaki kadına rüşvet veriyorum*. sonra başka birine içeri girmek için yalvarıyorum. sonunda baş radyolojistin ofisine giriyorum. orada angelina vasilnevya guskova ile tanışıyorum. guskova "çocuğun var mı?" diye sorunca ne söyleyeceğimi düşünüyorum. "ne söylesem? hamile olduğumu saklamam gerektiğini görebiliyorum. söylersem onu görmeme izin vermezler. neyse ki zayıfım. hamile olduğumu anlayamazlar." diye düşünüp "evet." cevabını veriyorum. guskova'nın "kaç tane çocuğun var?" sorusuna bir derse onu içeri almayacağı düşünüp "2 çocuğum var. bir kız, bir erkek." cevabını veriyorum. guskova da "o zaman daha fazla çocuk yapmana gerek yok." deyip beni içeri alıyor. guskova beni vasily'nin merkezi sinir sisteminin ve kafatasının risk taşıdığı konusunda bilgilendiriyor. ayrıca guskova "ağlarsan seni derhâl buradan çıkarırım. sarılma ya da öpüşme olmayacak." diye beni uyarıyor.

    odaya geldiğimde bizim çocukları kart oynarken buluyorum*. vasily bu noktada "oh, işte şimdi her şey bitti. çocuklar, beni burada da buldu." diyor*. vasily sarılmak istiyor ama doktor izin vermiyor. bana "neler oluyor? kasabada durumlar nasıl?" diye soruyorlar. herkesi tahliye etmeye başladıklarını ve kasabanın 3-5 gün içinde temizleneceğini söylüyorum. erkeklerin hiçbiri bir şey demiyor ama kazanın olduğu gün fabrikada görevli olan iki kadın ağlamaya başlıyor. "oh, tanrım! çocuklarım orada. onlara ne oldu?" diye yakarmaya başlıyorlar. vasily ile yalnız kalmak istediğimi gördüklerinde bizi yalnız bırakıyorlar. daha sonra sarılıp onu öpüyorum. vasily geri çekiliyor ve "yanıma oturma. bir sandalye çek." diyor. bunun saçma olduğunu düşünüyorum. daha sonra "patlamayı gördün mü? ne olduğunu gördün mü? oraya ilk gidenler arasında sen de vardın." derken vasily "muhtemelen bu bir sabotaj. bunu biri tezgâhladı. bütün çocuklar böyle düşünüyor." diyor*. o günlerde bütün herkes böyle düşünüyordu.

    daha sonra hastaların odaları ayrılıyor ve koridora çıkmaları yasaklanıyor. birbirleri ile duvarlara vurarak iletişim kuruyorlar. doktorlar herkesin radyasyona farklı tepki verdiğini, bir kişinin hastalıkla baş ederken başkasının baş edemeyebileceğini söylüyor.

    o günlerde moskova'daki bir arkadaşımda kalıyorum. arkadaşım bana " tencereyi al. tabağı al. ne ister sen al." diyor. söylentiler başlamasına rağmen bu tavırlarını sürdürüyorlar. "durumu nasıl? hepsinin durumu nasıl? yaşayacaklar mı?" diye sorular soruyorlar. o yıllarda birçok iyi insanla tanıştım ve bunların hepsini hatırlamasam da ihtiyar kadın bir hizmetlinin öğrettiği şeyi hatırlıyorum: "tedavi edilemeyen bazı hastalıklar var. bu hastalıklarda yalnızca oturup onları izlemek zorundayız."

    günler sonra hastane yatakhanesinde kalmama izin veriliyor. "ama burada mutfak yok. nasıl yemek yapacağım?" deyince "artık yemek yapmana gerek yok. yemekleri sindiremezler." diyorlar. vasily değişmeye başlıyor ve her gün yepyeni bir insanla karşılaşıyorum. ağzında, dilinde, yanaklarında yanıklar gözükmeye başlıyor. ilk önce küçük yaralar gibi gözükseler de daha sonra büyüyorlar. yüzünün, vücudunun rengi mavi, kırmızı ve gri-kahverengi bir renge bürünüyor. bunu yazıyla tarif etmem imkansız. her şey çok hızlı gelişti, düşünecek, ağlayacak vaktimin olmaması beni kurtaran tek şeydi.

    yatakhaneye geldiğimde ilk gün bana dozimetre ölçümü yaptırıyorlar. giysilerim, çantam, ayakkabılarım radyasyon yüklü çıkıyor. hepsini derhâl alıyorlar. bir tek paramı almıyorlar ve karşılığında hastane önlüğü veriyorlar. giysileri verip veremeyeceklerini bilemediklerini çünkü onları yıkamayabileceklerini söylüyorlar. vasily'i bu hâlde ziyaret etmeye gidince vasily korkuyor ve "kadın, senin neyin var böyle?" diyor. vasily getirdiğim içecekleri içemiyor, çiğ yumurtayı dahi yutamıyor. aileme kocamın ölmek üzere olduğunu haber veriyorum. babam ve kardeşlerim hemen moskova'ya geliyor. eşyalarımla birlikte bir miktar para getiriyorlar. o gün 9 mayıs'tı ve vasily'nin "moskova'nın ne kadar güzel olduğunu bilemezsin. özellikle zafer günü'nde*, havai fişekleri ateşlediklerinde. senin bunu görmeni istiyorum." dediğini hatırlıyorum*. odada onunla otururken vasily gözünü açıyor ve "gündüz mü yoksa gece mi?" diye soruyor. "saat gece 9." diye cevap veriyorum. vasily "pencereyi aç. havai fişeği atacaklar!" deyince pencereyi açıyorum. hastanenin sekizinci katından bütün şehir gözüküyor ve bir ateş demeti havada patlıyor. "şuna bak!" deyince "sana moskova'yı göstereceğimi söylemiştim. sana tatillerde daima çiçek vereceğimi söylemiştim..." diyor. ortalığa bakıyorum ve onun yastığının altından üç karanfil çıkarıyorum. vasily hemşireye para verince hemşire de onları getirmiş. bunun üzerine vasily'e koşuyorum ve onu öpüyorum: "aşkım! bir taneceğim!"
    daha sonra vasily homurdanmaya başlıyor: "doktorlar sana ne demişti? bana sarılmak yok. öpüşmek de yok."

    bütün gece vasily'nin yanında kaldıktan sonra dışarı çıkıyorum ve başım dönüyor. pencere eşiğine tutunuyorum ve bir doktor beni kolumdan tutuyor ve soruyor: "sen hamile misin?"
    "hayır, hayır!" diye cevap veriyorum birinin duyacağından korkarak. doktor "yalan söyleme." diyor. ertesi gün başhekimin ofisine çağrılıyorum ve bana "neden bana yalan söyledin?" diye soruyor. ben de "başka yolu yoktu. eğer sana söyleseydim beni eve gönderecektin. bu kutsal bir yalandı(sacred lie)". doktor "sen ne yaptın böyle?" deyince ben de "ama ben onunlaydım..." diyebiliyorum.

    doktor guskova'ya diğer hasta yakınlarını sokmayıp beni soktuğu için minnet borçluyum. ayrıca kemik iliği operasyonunu yapacak amerikan profesörü dr. gale beni yatıştırmaya çalışmıştı. dr. gale, bana küçük, ufak bir umut olduğunu söylemişti. daha sonra vasily'nin bütün yakınlarını çağrıyorlar. iki kız kardeşi belarus'dan, erkek kardeşi leningrad'dan* geliyor. küçük olan, daha 14 yaşında olan natasha ağlıyor. bundan daha önce bahsetmesem de şimdi bahsedeceğim. küçük kız kardeşinden kemik iliği nakli yapılacağını öğrendiğinde vasily "ölürüm daha iyi. o daha çok küçük. ona dokunmayın." diyor. aslında hemşire olan 28 yaşındaki ablası ne ile karşı karşıya olduğunu biliyordu ve kız kardeşinin yerine ondan nakil yapıldı. operasyon bittiğinde lyuda'nın durumu vasily'den daha kötüydü. bundan sonra bir lyuda'nın bir de vasily'nin odasına gitmeye başladım. vasily'i artık şeffaf bir perdenin olduğu özel bir odanın içine aldılar*. hiç kimsenin girmesine izin verilmiyordu. perdenin arkasından vasily'e ihtiyacı olan şeyler verilmeye başlandı, ben de daha sonra bunun nasıl yapıldığını öğrendim.

    daha sonra abim geldi ve korkup "oraya girmene izin vermeyeceğim." dedi ama babam "onu durdurabileceğini mi sanıyorsun? pencereden girer. hatta yangın çıkışından bile girebilir." dedi.

    bir gün hastaneye geldiğimde vasily'nin yatağının başında koca bir portakal buldum. hemşire yiyemeyeceğimi gösteren bakışlar atarken kocası "hadi, portakalı sen ye. portakalları seversin." dedi. bunun üzerine portakalı elime aldım, vasily ilaçların etkisiyle uykuya daldı. hemşire korku dolu gözlerle bakarken vasily ölümü düşünmesin diye her şeyi yapmaya hazırdım.

    bir gün biri "anlaman gerek. o artık senin kocan değil, sevilen bir insan değil. o artık yüksek yoğunlukta zehir yayan radyoaktif bir objeden başka bir değil. sen intihara meyilli biri değilsin. artık kendine gel." dedi. bunun üzerine "ama onu seviyorum! onu seviyorum!" diyebildim.

    bir gece vasily, bana bakıp "çocuğumu çok görmek istiyorum. durumu nasıl?" diye sordu. "adını ne koyacağız?" diye sorunca "buna kendin karar vereceksin." cevabını aldım. bunun üzerine "ikimiz varken neden ben karar vereyim ki?" deyince vasily "o zaman erkek olursa vasya*, kız olursa natasha ismini verelim." dedi.
    bebeğim karnımda olduğu için korunaklı bir yerde olduğunu zannediyordum.

    doktorlardan hiçbiri vasily ile özel odada kaldığımı bilmiyordu. beni içeri hemşireler aldı. ilk önce "gençsin. bunu neden yapıyorsun? o artık bir insan değil, bir nükleer reaktör. ikinizi birden yakıyorsun.", başka bir gelişimde ise "pekâlâ! ne yaparsan yap! sen normal değilsin." dediler.

    bir noktada vasily'nin fotoğrafını çekmeye başladılar. bilim için dediler ve onları uzaklaştırdım. bağırıyordum, onlara vuruyordum ve ne hakla bunu yaptıklarını sorguluyordum. o tamamen benim, o benim aşkım diyordum. keşke onları oradan uzak tutabilseydim.

    bir gün görevdeki hemşireye vasily'nin ölmek üzere olduğunu söyledim ve hemşire bana "ne bekliyordun ki? 1600 röntgen radyasyonla yüklü. ölümcül dozdan 400 kat daha yüksek. nükleer bir reaktörün yanında oturuyorsun." dedi.

    o gece yürüyüş yapmaya çıkıyorum ve temizlikçi kadın "git! koş! deli gibi senin adını sayıklıyor!" dedi. vardığımda vasily'nin 15 dakika önce öldüğünü söylediler. "ne? neden?" diye çığlık attım. daha sonra onu son bir kez görmek istedim. ölmeden önce son kelimeleri "lyusya! lyusenka!" olmuş. hemşireler "biraz uzakta, hemen gelecek." demiş. hafifçe nefes almış ve sessizleşmiş. daha sonra ondan ayrılmadım. mezarlığa kadar ona eşlik ettim. tüm bunlara rağmen hatırladığım mezar değil, o plastik torbaydı. o torba.

    morgda bana "ona ne giydireceğimizi görmek ister misin?" dediler. isterim! ona üniformasını giydirdiler, kaskıyla beraber. ona ayakkabısını giydiremediler çünkü ayağı şişmişti. üniformasını da kesmek zorunda kaldılar çünkü ona giydiremediler, giydirecek bir vücut kalmamıştı. her yer yaraydı. hastanedeki son iki gün kolunu kaldırmıştım ve bu arada kemikleri titriyordu, sallanıyor gibilerdi. bedeni onu terk ediyor gibiydi. akciğerlerinin parçaları, karaciğeri ağzından dışarı çıkıyordu. iç organları onu boğuyordu. elime bir sargı bezi sardım ve elimi ağzına sokup o şeyleri çıkardım. tüm bunları yazmak çok zor ve tüm bunları yaşamak çok zor. hepsi benimdi. sevgilim. ona uyacak bir ayakkabı bile bulamadılar. onu yalınayak gömdüler`:dizideki cenazede lyudmilla'nın elindeki ayakkabı buna gönderme.`.

    onu kendilerinin getirdiği selofan kağıdı ile kaplayıp bağladılar. daha sonra o torbayı tahta bir tabuta koydular. tabuta başka bir torba bağladılar. plastik şeffaftı ama kalındı, masa örtüsü gibiydi. daha sonra tüm bunların hepsini çinko bir tabuta koydular. hepsini sıkıştırdılar. bir tek kaskı sığmadı.

    cenazeye herkes gelmişti. onun ailesi, benim ailem. moskova'dan siyah mendiller almışlardı. cenazedeki acil durum komisyonu*, cenazeleri yakınlarına radyoaktif oldukları gerekçesiyle veremeyeceklerini söyledi. moskova mezarlığında özel bir şekilde gömüleceklerini söylediler. çimento fayanslarının altına mühürlenmiş bir çinko tabut içine. bir de verdikleri belgeleri imzalamam gerekiyormuş.

    eğer biri öfkelenip tabutu memleketine götürmek isterse vefat edenlerin artık kahraman olduklarını söylüyorlardı. anlayabileceğiniz gibi artık onların hiçbiri ailelerine ait değildi. onlar devlet'in kahramanlarıydı. onlar devlet'e aitti.

    cenazede yakınlar ve askerler vardı. askerler kalabalığa "mezarlığa kimsenin girmesine izin yok. mezarlık yabancı muhabirlerin saldırısı altında. biraz bekleyin." dedi. aileler buna hiçbir şey demedi. "kocamı neden benden gizliyorlar? o... o bir katil mi? bir suçlu mu? kimi gömüyorlar?" deyince annem bana "sessiz. sessiz ol kızım." dedi. albay ise "mezarlığa girelim. eşi isterikleşmeye başladı." dedi. bir konvoyla cenazeyi taşıyorlardı. konvoyda ise sadece biz vardık. başka kimseye izin yoktu. bir dakika içinde onu gömdüler. görevli "hızlı! hızlı!" diye bağırdı. tabuta sarılmama bile izin vermediler.

    daha sonra bizlere gelecek gün için uçak biletleri aldılar. bütün o zaman boyunca bizimle biri vardı`:dizideki gibi şüpheli gördükleri kişileri takip ettiriyorlar`. bizim yemek almak için yatakhaneden çıkmamıza bile izin vermediler. bizim, özellikle de benim birileriyle konuşacağımdan korkuyorlardı. sanki konuşabiliyormuşum gibi. ağlayamıyordum bile. ayrılırken görevli kadın havluları ve yatak örtülerinin tek tek saydı. onları katlayıp polietilen bir torbanın içine koydu. onları muhtemelen yakmışlardır.

    eve gelince uyuyakaldım ve üç gün uyudum. daha sonra ambulans geldi ve "hayır. uyanacaktır. bu yalnızca berbat bir uyku." dediler.
    23 yaşındaydım.
    iki ay sonra moskova'ya gittim. tren istasyonundan doğruca mezarlığa. ona! mezarlıkta doğum sancım başladı. onunla konuşurken ambulans çağırdılar. guskova'nın olduğu hastanede doğum yaptım. bana geçmişte "doğum yapmak için buraya gelmen gerekecek." demişti. olması gerekenden iki hafta önce doğum yapıyordum.

    onu bana gösterdiler. ona "natashenka." dedim. "baban sana natashenka adını verdi.". sağlıklı görünüyordu. ama sonra karaciğerinde siroz olduğu ortaya çıktı. karaciğeri 28 röntgeni gösteriyordu. ayrıca doğuştan kalp hastalığı vardı. 4 saat sonra bana öldüğünü söylediler. yine onu sana veremeyiz dediler. ne demek bana veremezsiniz? asıl ben onu size vermiyorum! bilim için onu almak istiyorsunuz. biliminizden nefret ediyorum! nefret ediyorum!

    sana yanlış şeyler söyleyip duruyorum. bağırmam gerekmiyordu. ağlamamam gerekmiyordu. bu yüzden kelimelerin hepsi hatalı fakat şunu söyleyebilirim. bunu kimse anlayamaz. bana o küçük tahta kutuyu getirdiklerinde "o kutunun içinde." dediler ve baktım. o yakılmıştı. yalnızca küller vardı. daha sonra ağlamaya başladım. "onu ayağının ucuna koyun." diye istekte bulundum.

    mezarlıkta natasha ignatenko yazmıyordu. yalnızca vasily'nin adı vardı. daha adı yoktu. hiçbir şeyi yoktu. yalnızca bir ruhtu. burada gömdüğüm şey bu. oraya daima iki buketle giderim. biri vasily için ve diğerini de kızımın yanına koyarım. mezarın başında her zaman dizlerimin üstünde sürünürüm. daima dizlerimin üstünde. onu ben öldürdüm. o. kurtardı. küçük kızım beni kurtardı, bütün radyoaktif şoku kendine aldı, adeta bir paratoner gibi. o çok küçüktü. o çok küçük bir şeydi. o kurtardı... ikisini de seviyorum çünkü... çünkü bir şeyi sevgiyle öldüremezsiniz, değil mi? öylesine bir sevgiyle! neden bu iki şey birlikte... sevgi ve ölüm. birlikte. kim bunu bana açıklayacak? dizlerimin üstünde mezarda sürünmemi.

    daha sonra bana kiev'de bir apartman verdiler. nükleer santraldekileri yerleştirdikleri koca bir binaydı. 2 odalı büyük bir daireydi. aynı vasya ve benim hayal ettiğim gibi.

    neticede kendime bir eş buldum. ona her şeyi anlattım. tüm gerçeği. hayatımda tek bir aşkımın olduğunu. dışarıda görüştük ama onu asla eve davet etmedim, orası vasya'nın olduğu yerdi.

    bir çocuk doğurdum. adı andrei. andreika. arkadaşlarım beni durdurmaya çalıştı. "bebek doğuramazsın." dediler. doktorlar beni korkutmaya çalıştı. "vücudun bununla başa çıkamayacak." dediler. sonra bana bir kolunun olmadığını söylediler. sağ kolu. aletler öyle gösterdi. ben de "öyleyse ne olmuş? ona sol elle yazmayı öğretirim." diye düşündüm. ama sağlıklı doğdu. harika bir erkek çocuk. şimdi okula gidiyor ve iyi notlar alıyor. şimdi yanında yaşayacak ve nefes alacak birine sahibim. o benim hayatımdaki ışık. her şeyi mükemmel bir şekilde anlıyor. "anne, büyükanneme gidersem nefes alabilecek misin?" diyor. nefes alamam. ondan ayrılacağım günden çok korkuyorum. bir gün caddede yürürken ilk inmemi geçirdim. tam caddenin ortasında. "anne, biraz suya mı ihtiyacın var?" dedi. ben de "yalnızca yanımda dur. bir yere gitme." dedim. sonra onun kolunu tuttum. daha sonra ne olduğunu hatırlayamıyorum. hastaneye götürüldüm. fakat onu öyle sıkı tutuyordum ki doktorlar zar zor parmaklarımı açabildi. kolu uzun süreliğine morardı. şimdi evden ayrıldığımda "anne, yalnızca kolumu tutma. hiçbir yere gitmeyeceğim." diyor. o da hasta. iki hafta okulda, iki hafta evde doktorla. bu bizim yaşama şeklimiz.

    burada bizden çok var. bütün bir cadde. buna chernobylskaya deniyor. bu insanlar bütün hayatı boyunca santralde çalıştı. birçoğu geçiçi olarak hâlen oraya gidiyor. artık orada böyle çalışılabiliyor. orada kimse yaşamıyor. ciddi hastalıkları var, sakatlar ama işlerini terk etmiyorlar. hatta reaktörün kapatılacağından bile korkuyorlar. onlara başka bir yerde kimin ihtiyacı var ki? sık sık ölenler oluyor. anında. yalnızca düşüyorlar. bazıları yürüyorlar, düşüyorlar, uykuya dalıyorlar ve bir daha uyanamıyorlar. bir tanesi hemşiresi için çiçek taşıyordu ve kalbi durdu. ölüyorlar ama kimse bize sormuyor. kimse bize sormuyor. kimse bize neler yaşadığımızı sormuyor. neler gördüğümüzü. kimse ölüm hakkında bir şey duymak istemiyor. onları korkutacak şeyler hakkında.
    ama size sevgiyi anlattım. benim aşkımı.
    """

    kaynak 1: voices from chernobyl*
    kaynak 2
    kaynak 3
    --- diziden ve voices of chernobyl kitabından bilgiler içerir (18+) ---

    edit 1: venus'e düzeltmeleri için teşekkürler.
    edit 2: ilk başta 2. ve 3. kaynağa göre çevirdim fakat kitabı okuyunca 2. kaynakla uyumsuzluklar gördüm. bunun üzerine bütün çeviriyi tekrar yaptım.
    edit 3: bazı düzeltmeler yaptım. çevirmediğim birkaç yeri ekledim. 2. ve 3. kaynakla ilgili tüm bilgileri çıkardım.
  • diziyi izleyip bazı sahneleri tam çözemeyenler için ufak bir bilgi:

    dizinin ilk başında yerde tütüyor olarak gözüken, başka bir sahnede de itfaiyeci erin eline aldıktan sonra ellerini yakan nesneler grafit blokları. bu parçalar normalde nükleer yakıtın etrafını sararlar ve nükleer tepkimenin hızını, hali ile enerji çıkışını, kontrol ederler.

    nükleer santral sokaklarında kırık grafit blokları görüyorsanız bu reaktörün havaya uçtuğunu, grafit içindeki uranyumun da allah bilir nerelere fırlayıp gittiğini gösterir.

    kısacası imamın kayığı sizin için gelmektedir.
  • rusça olmamasına laf etmeyenleri dövüyorlamış.

    güzelim yapımı buldunuz da kıllısını arıyorsunuz. pezevenkler sanki kızıl ordu korosuyla büyüdünüz.

    tanım: ilk bölümü gayet güzel olan dizi.
  • sabah 2.bölümü izlerken bir entry girmiştim ve bazı mesajlar geldi. dolayısıyla hazır 4.bölümü bitirmişken radyasyon olayına değineyim. reaktöre de değinecektim ama entry çok uzun olmasın diye bölüyorum.

    nükleer tepkimelerde 3 ana ışıma türü vardır. alfa, beta ve gama ışıması. (nötron ışımasını katmıyorum)

    - alfa ışımasında foton/ışık yoktur, nükleer tepkime sırasında ortaya çıkan yüksek enerjili ve haliyle hızlı olan helyuma alfa ışıması denir. kütlesi büyük olduğu için bu alfa ışımalarını önlük/elbise giyerek durdurabilirsiniz. havada bile çok az ilerledikten sonra enerjilerini kaybedip dururlar. dolayısıyla zarar görmeniz için dokunmanız lazım. fakat oldukça tehlikelidir. çünkü aynı miktarda beta veya gama radyasyonuna göre 10-20 kat daha fazla etki eder vücuda. farkında olmadan dokunursunuz, solursunuz ve geçmiş olsun.

    - beta ışımasında da foton yok. yüksek enerjili elektrondan oluşur. dizide bunun etkileri baya belli oluyor. elektronlar protonlara göre çok daha ufak olduğu için, havada daha uzun süre yol alırlar. ince bir kağıt durdurmak için yeterli gelmez ama birkaç milimetre aluminyum yeterli. evde kapıyı pencereyi (pencere kısmi korur, öyle çok değil) kapadığınızda yine korunursunuz. beta ışımasında kaynağa yakın bir yerdeyseniz, hafif değil de ağır elementlerden oluşan bir kalkan yaparsanız mesela aluminyum yerine demir veya kurşun kullanırsanız bu sorun çıkarır. çünkü bu sefer yüksek hızlı gelen elektronu şak diye aniden durduğunuz için bu elektron frenleme ışıması yapıp x ışınları yaymaya başlar. sizi koruması için tuttuğunuz demir lehva yüzünden sürekli röntgeniniz çekiliyor gibi x-ışınlarına maruz kalırsınız.

    - gama ışıması ise herkesin radyasyon diye bildiği şey. çok yüksek enerjili fotonlara denir. fotonların elektron ve proton gibi kütlesi olmadığı için gama ışınlarını durdurmak kolay değildir. ağır elementlerden yapılmış kalın levhalar gerekir, yani kalın kurşundan yapılmış kalkanlar. çünkü ağır elementler gama ışınlarını sönümleyebilir. veya dizide yine gösterilen baryum sülfat işe yarar. bunlar haricinde kalın beton tabakası da gama ışımasını durdurur engeller. fakat hafif elementler gama ışımasına koyamaz. dna mesela karbon, hidrojen, azot, oksijen, fosfor gibi çok hafif elementlerden oluşuyor. proton sayıları sırasıyla 6-1-7-8-9 tane. gama ışını dna'yı parçalayıp geçiyor o yüzden. kurşunda 82 tane proton (bir o kadar da nötron) var. demirin ise 26 protonu var.

    şöyle bir örnek vereyim. gelen gama ışınının etkisini yarıya kadar indirmek için 45mm beton, 13mm demir veya 5mm kurşun kullanmak gerekiyor. ağırlık/yoğunluk fiyat oranı yapıldığında kurşun en iyi seçenek oluyor. kurşun oldukça ağır bir element olmasına rağmen ucuz ve yumuşak bir metal.

    dizinin 2.bölümünde doktor kadının kıyafetleri çıkarın demesinin nedeni alfa/beta ışıması yüzünden. kıyafetler sanki radyoaktifmiş gibi giyene zarar vermekte. o kişilerin daha hastaneye gelmeden soyulup yıkanmaları gerekiyordu. beta ışımasına maruz kalınınca hemen yıkanıp yeni kıyafetler giyilmesi ciddi derecede durdurur radyasyon alımını. 4.bölümde ise çatıya çıkıp grafitleri aşağı atacak olan adamların aşağıya bakmayın diye uyarılmasının nedeni yine beta ışıması. gözleri baya etkiler. çıplak deriyi etkiler. 1.bölümün sonlarına doğru çatıya çıkıp aşağıya reaktöre doğru bakan adamın yüzü bu nedenle yandı, buna beta yanığı denir. beta ışımasına ciddi derecede maruz kalanların ne hallere düştüğünü baya güzel göstermişler.

    radyasyon dozuna gelirsek; dizinin başında 3.6 roentgen diye kendilerini kandırdıkları bir zaman var. 1000 roentgen ölçen kaliteli cihazlar dolapta kitli diyorlar dizide. gerçekte ise bu cihazdan orada 2 tane var fakat bir tanesi çöken binanın içinde kalıyor, ikincisi ise çalışmıyor. ama reaktörün parçalanmadığını gerçekten düşünüyorlar bu nedenle radyasyonun o kadar yüksek olabileceğini tahmin edemiyorlar. hatta reaktörün içinden saçılan grafit ve yakıt parçaları da cidden farkedilmiyor. dolayısıyla sabaha kadar koruyucu elbise falan giymeden reaktöre su pompalamaya çalışıyor akimovun ekibi. bu nedenle 3 hafta içinde akimov da dahil ölüyorlar.

    roentgen'in insan vücudu üzerine etkisine rem değeri deniliyor. rem'in ise daha ufak birimine sievert diyebiliriz. 1 sievert = 100 rem

    nasa astronotların hayatları boyunca maruz kalabilecekleri radyasyon sınırı 1 sievert. uzay istasyonuna gidip 6 ay kalıp dönen astronot 80 milisievert radyasyon alıyor. fukushima nükleer santralinin yakınında oturup tahliye edilenler ise 68 milisievert radyasyona maruz kaldılar. 6 ay uzaya giden astronottan az yani.

    chernobilde radyasyona maruz kalıp 1 ay içinde ölen elemanlar 6 sievert radyasyon maruz kaldılar.

    1-2 sievert civarı radyasyona maruz kalanlar kusabiliyorlar ve hafif baş ağrısı olabiliyor. zamanla yorgun hissediyorlar. ölüm oranı en fazla %5 oluyor. 2-6 sievert arasında radyasyon ise çoğunlukla 1-2 saat içinde kusturmaya başlıyor. ateş ve baş ağrısı oluyor, 6 saat içinde sinir sistemi etkileniyor. tedavi yapılmazsa ölüm oranı çok yüksek olabiliyor. tedavi yapılsa bile ölüm oranı %5-50 arası değişiyor. 30-45 günde ölünebiliyor. 6-8 sievert arasında radyasyonda kusma, baş dönmesi, ishal, sinir sistemi etkisi her şey birkaç saat içinde başlıyor. tedavi bile olsa 1 ay içinde ölüyorsunuz. daha da yüksek olursa ölüm süresi birkaç güne, saate kadar iniyor. tedavi hikaye.

    ilk bölümlerde ağza metal tadı gelmesinden bahsediyorlar khomyuk bunu açıkladı, radyoaktif iyot nedeniyle oluyor bu. tiroid bezi topluyor bunu ve tiroid kanserine yol açıyor. dolayısıyla öncesinde potasyum iyodür tuzu almak, vücutta radyoaktif iodine-131 birikmesini baya engeller.

    bunun haricinde ciddi miktarda sezyum 137 salınıyor havaya. bu radyoaktif serpinti olarak toprağın üstüne çöküyor. bitki ve bitki kökleri bunu güzelce bünyesine katıyor. dizide ekinlerin kepçelerle toplanması falan hep bu nedenle. besin zinciri nedeniyle yıllarca radyoaktif sezyum 137 içeren besinler yenebilir bu tarz olaylarda. toprağın en azından üstündeki birkaç cmsini tamamiyle toplayıp uzak bir yere götürüp gömmek ve kalan toprağa postasyumlu gübre atılması gerekir.

    stronsiyum 90 da bitkiler tarafından absorblanabilir, bunun önüne geçmek için toprağa kireç (ve potasyumlu gübre) atmak ve kalsiyum miktarını arttırmak gerekir.

    bu stronsiyum'un ve sezyum'un yarı ömrü 30 yıldır. yani etrafa bu atomlardan 10 birim yayıldıysa, 30 yıl sonra bundan 5 birimi zararsız hale gelir, kalan 5 birimi ise hala zararlıdır. onun da yarısının etkisini yitirmesi için bir 30 yıl daha geçmesi lazım. yazmadığım başka elementler de var. işte bu radyoaktif atomlardan oluşan tozlar karadenizde ormanların tarlaların üstüne nükleer serpinti ile geldi o yıllarda.

    bizim ülkeye etkisininin detayını sorg şu entrysinde anlatmış. (bkz: #90366197)
hesabın var mı? giriş yap