• ---spoiler---
    filmi dünyanın gidişatı yüzünden tanrının ceza verip doğurganlığı aldığı bir film olarak izlerseniz beğenmeyebilirsiniz. ama faşist politikaların sonucu olarak insanların kısırlaştığı, üremenin- üretmenin, fikrin yok olduğu bir film olarak izlerseniz belki daha keyif alırsınız.

    film 2027'de geçiyor ama aslında tarih 2027 değil, bugün. filmde london 2027 yazısı belirene kadar oranın 2027 londrası olduğunu anlayamamamız bu yuzden. zaten filmin sonunda kurgusuz aktüel kamerayla ve kameraya sıçrayan kanla dakikalarca buna ortak oluyoruz. bu olaylar uzaklarda, filmlerde ve 2027'de olmuyor. bugün, burnunuzun dibinde oluyor ve siz de buna ortaksınız. kan size de sıçradı deniyor.
    mekan olarak londra'da geçiyor ama aslında orası londra da değil. yönetmen gayet bilinçli olarak londra'yı eğip bükmüş ve onunla oynamış. bt tower, big ben, trafalgar square, admiralty arch bildiğimiz yerlerinde değiller. tate modern 'e hükümet binası olarak giriyorsunuz. fakat tate modern diye girdiğiniz yer, iç çekimde battersea power station gibi gösteriliyor. mülteci kampının olduğu yer londra'nın wall street'i. yani aslında filmdeki londra, londra değil. başta britanya'nın mülteci politikası olmak üzere tüm dünyadaki mülteci politikaları eleştiriliyor. mülteciler, 1940 yahudilerine yapılan bir göndermeyle kafeslere tıkılıyor, otobüslere doluşturuluyor ve kamplara gönderiliyorlar. nazi askerlerinin yerini ise britanya polisleri almış durumda.

    filmin başında yalancı ve riyakar olarak kodlanan theo var. ve film onun yolculuğunu anlatıyor. kulakları, patlamaya kadar kapalı olan, baby diego'nun ölümünü zerrece önemsemeyen fakat patronuna bu ölümden çok etkilendiğini söyleyip izin alan ve bu işe para için giren theo'nun dönüşümünü izliyoruz.
    dönüşmeye başladığı yer hayata ve olanlara dahil olup eline ve her tarafına kan bulaştığı yer; karısının ölümü. fakat yeterince "giyinik" değil, çıplak ayaklarıyla ilerleyemiyor. önce çoraplarıyla çamurlara bulanıyor, sonra parmak arası terlikle örgütten kaçıyor ama bu sırada sürekli ayağına bir şeyler batıp takılıyor, yürüyemiyor. ayakkabıya kavuştuğu yerde ise artık theo'nun dönüştüğünü ve ilerlediğini anlayabiliyoruz. bir anne ve bebeğini korumaya çalışırken kucağında çocuğunun ölüsüne ağlayan başka bir anneyi görmeyi başladığında theo'nun artık giyindiğini ve "yürüyebildiğini" görüyorsunuz. yürümesini sağlayan ayakkabının theo'ya bir bolşevik tarafından verilmiş olması ise manidar.

    filmin konformistleri eski "doğurgan"lar. sanatçılar, ödüllü gazeteciler ve ödüllü hippi karikatüristler. kıllarını kıpırdatmıyorlar. kısırlığa (faşizme) karşı yaptıkları tek şey, uzak ve izole yerlerde inzivaya çekilmek. özellikle battersea'da geçen konuşmada, sanatın ve sanatçının işlevsizliği gayet güzel iğnelenmiş. picasso tablosunun önünde, opera eseri eşliğinde yapılan konuşma sanatın ve sanatçının nasıl finans merkezi haline geldiğini ve sanatın yüksek kulelerde aşağıdaki savaşa karşı işlevsiz kaldığını eleştirmiş. üstelik bahsedilen sanat sadece yüksek sanat da değil çünkü konuşmanın yapıldığı yerde koskoca bir pink floyd göndermesi olduğu gibi, hippi jasper'in müzikleri sayesinde de malum "sanat" genelleşmiş.
    jasper 68'li bir aktivist değil, "hayatın kendi seçimleri varsa neden uğraşıyoruz" diyen bir hippi. karısı janice ise ödüllü bir muhabir. hippi janice, tıpkı 68'de olduğu gibi savaşa karşı eylemsizliği savunup günü otlarla, müzikle vs geçiştiriyor. karısı janice'in hem gazeteci hem katatonik olması ise bence gazeteciliğin göndermesi. bu karı-koca (hippiler ve gazeteciler) görüyorlar ama hiçbir şey yapmıyorlar. jasper eyleme geçtiği tek yerde, yani kısırlığını doğurganlığa çevirebileceği ilk yerde ise doğurganlık organı olan sağ elinden vurulup öldürülüyor. hippi dusturu şanti sanıldığı gibi iyi bir şey olarak kodlanmıyor, eylemsizlik, hareketsizlik ve pasifizm olarak kodlanıyor.

    hippiler, karikatüristler, gazeteciler, sanatçılar filmden katatoniklikle nasibini alırken, devrimci örgüt de pragmatistlikle alıyor. yeni doğan bebeği kendi iktidarı için kullanacak örgütün ne bebek ne de doğurganlık umrunda. bunun için örgüt liderlerini öldürecek kadar gözü karalar. tüm bu pisliğin içinde siyah meryem kee ve onu koruyan yusuf theo'ya yardım eden tek kişiler bolşevikler ve arap/çingene mülteciler.
    kısır dünyada yeni hayat ne sanatçılardan, ne askerlerden, ne devrimci örgütlerden, ne hippilerden ne de gazetecilerden geliyor. sokaktan ve siyah-mülteci bir orospudan geliyor. yeni hayatı (üretkenlik,fikir) temsil eden isa'nın, film boyunca beklediğimizin aksine erkek değil kız olması da küçük ama gülümseten bir ayrıntı oluyor. burdaki false expectation kasten yapılıyor ve hepimiz kurtarıcıyı bir erkek olarak beklediğimiz gerçeğiyle yüzleştiriliyoruz. sonra suyun ortasında, adı "yarın" olan bir gemiye binmeyi bekliyoruz.

    edit: hem tate modern'e girerken hem de örgütün çiftliğinde ahıra girerken "sigara içilmez" uyarısını atlamışım. onu da ekleyeyim.
  • yemin bozduran film*. 2027 yilinda londra'da geciyor hikaye ama 2027 deki londra ile bugunku londra arasinda hic fark yok. bi' kere burdan aliyor ilk puanini alfonso cuaron. bilimkurgu illa isiklar sacan acaip teknolojik seylerin etrafta yanip sondugu bir gelecek vizyonu gerektirmiyor. aslinda filme gercekci bile diyesim var. zaten bu amacin guduldugu saniyorum. su andaki fasizan politikalarin gittigi yer dogurganligin sona ermesi hikayesine yedirilmis. ama goren gozlere bu mesele -dogurganlik- bir sure sonra detay gibi gelmeye basliyor. herseyden once filmde buyuk britanya nin gocmen politikalarina ciddi bir elestiri var ki 'yapayim da entel olayim' diye de yapilmamis gibi geldi bana.
    ayrica filmin basindan sonuna kadar londra'ya ve temsil ettiklerine dair arkadan, gorsel olarak verilen ama sozu edilmeyen cok onemli ayrintilar var. bir ornek: bir yanda sokakta grafitiler temizlenirken, diger yanda unlu bir sanatcinin evinde, duvarin sokulup getirilmesi marifetiyle orada olan, banksy nin grafitisini goruyoruz, ki kor goze parmak degil. oyle arkada gelip geciyor yakalayana. muthis bir sanat ve goruntu yonetmenligi de var filmde. bir baska ornek: clive owen ve kuzenini oyanayan karakter konusurlarken arkada battersea power station ve havada ucan balon seklinde domuzlar goruluyor. battersea power station in pink floyd un animals albumunun kapagindaki yapi oldugunu ekleyeyim. bu arada sunu da ekleyeylim, icine girilen bina tate modern nin binasi iken disaridaki manzara battersea power station manzarasi. yani ayni yerde olmayan iki mekan, yani cok bilincli, nakis gibi.
    kamera... bir catisma sahnesi var ki, kameraya kan sicriyor ve bu belgesel teknigi ile o kamera uc dakikadan fazla kesintisiz bir cekim yapiyor. belki baska bir filmde abarti gelebilecek bir yontemken bu, yonetmenin bastan beri sectigi ' bu hakikaten gecelegin kendisi olabilir, butun bunlar sizin evinizin onunde gerceklesebilir' tarzi ile sureklili gosterdigi icin cok da yerinde olmus.
    son olarak filmdeki gocmen kampinin -ki bir yer alti sehri, getto havasi var burda- su anda londra'nin finans merkesi olan bank oldugunu da soylemeli.
    bir de alinti yapalim: "politikacilarimizdan birinin basi ne zaman derde girse bi' yerde bi' bomba patliyor"

    --- spoiler ---
    ha tabi bir de hollywood dozunu kacirdiysaniz super iki supriz bekliyor sizi. once julianne moore sonra da michael cane oluyor daha filmin baslarinda. 'o filmin en unlu oyuncusu, olmez o' demeyin. oldurmus adam cat diye julianne moore'u en basta. moore'u da tebrik etmek gerek. kapris yapabilir, basrol isterim diyebilrdi.
    yonetmeni iyi niyetinden ve de ozenli calismasindan oturu sona dogru bebegi binadan cikartma sahnesini cok uzun ve amerikan kahramanlik filmleri tadinda verdigi icin affediyorum. parayi verenler dudugu calmis olabilir.
    --- spoiler ---

    tabii bir de: tell him he is a fascist pig!
  • -çocukların olmadığı bir dünya düşleyin...

    ulan bunun neresi distopya ??
  • --- spoiler ---

    the godfather'da bulunan ve birçok yönetmenin coppola'ya atfen kullandığı "portakal -> kötü olay" mevzusu burada kullanılmış. şu ana kadar keşfettiğim kadarıyla:
    1) jullian moore vurulmadan önce arka ortada oturan karakter portakal soyuyor.
    2)toplama kampında da isyan başlamadan hemen önce bebeğe portakal yediriliyor.

    --- spoiler ---
  • çok sıkı bir filmdir bu kanımca. uzun süredir izlediğim en sarsıcı, en makul, en dozunda filmdir. ne eksiği ne fazlası vardır. tüm oyunculuklar ziyadesiyle sade, çarpıcı ve inandırıcıdır. zannımca bu senenin en iyi filmlerindendir kendisi.

    ayrıca bana görüntü yönetmenliğinin ne demek olduğunu da sonunda açıklamış filmdir bu.

    müthiştir.
  • --- spoiler ---
    filmin finalinde bolca peygamberlere gönderme vardır. bebek binayı terk ederken silahlar susar insanlar adete musa'nın kızıldenizi ikiye ayırması gibi ayrılır, silahlar susar; insanların adeta şifa bulmak için isa'ya dokunması gibi insanlar bebeğe dokunmaya çalışır ve bebek kötülükten aynı musa'nın beşiğe konup nehre açılması gibi kayığa biner ve denize açılır.
    --- spoiler ---
  • "hakkinda asagidaki metni * yazdigim filmdir.
    bu metin, filmin "post kolonyal" acidan bir elestirisi/incelemesi olup haliyle spoiler icermektedir."

    giriş

    bu çalışma, alfonso cuaron’un yönettiği 2006 tarihli children of men filmi çerçevesinde post kolonyal bir inceleme yapmayı amaçlamaktadır. 2027 yılında geçen distopik filmde üreme son bulmuştur. dünya kısırlık yüzünden yok olmak üzeredir. ingiltere sınırlarını kapatmış ve mülteci girişini engellemiştir. dahası ülkesindeki bütün mültecileri yakalamakta ve toplama kampına atmaktadır. 18 yıldır hiçbir çocuğun doğmadığı bu dünyada bir yasadışı göçmen kız hamile kalmıştır.
    bu çalışma, filmdeki distopik dünya ve psikolojik hava çerçevesinde, aslen göç ve göçmenlik durumlarını incelemekte, ingilizlerin göçmenlere bakış açılarını post kolonyal bir biçimde ele almaktadır.

    *******************

    “the world has collapsed. only britain soldiers on…” children of men’e göre 2027 yılının ingiltere’sindeki metro reklamları böyle. ingiltere’nin bu çöküşten kurtulmasının en önemli nedenlerinden biri coğrafi durumu. zaten distopyalarda ingiltere’nin en önemli mekân oluşu da bu izole ada olma durumu. ingiltere’deki bir salgın ingiltere’de kalır. dünya’daki bir çöküşten ingiltere dolaylı olarak etkilenir ama yıkılmaz… aslında burada ciddi bir ikinci dünya savaşı göndermesi de var. birbirine girmiş, mahvolmuş bir dünya, patlayan atom bombaları, çökmüş bir avrupa. ve bunda sarsılmış, ama ayakta kalmayı becerebilmiş bir ingiltere. tıpkı “battle of britain” sonrası gibi… ama bu sefer ingiltere’nin işbirliği yapacağı ya da savaşacağı yabancı otoriteler, güçler kalmamış gibi. çünkü dünya gerçekten çökmüş. ve ingiltere, ada olmasının kendisine verdiği avantajla izole bir halde ayakta kalma mücadelesi veriyor.

    dünya çökmüş, çünkü en fazla 100 sene sonra hayatın tamamen ortadan kalkacağının herkes farkında. en son 18 sene önce doğumun yaşandığı, kısırlığın %100 olduğu bir dünyada, üretimin, sosyalliğin, efektif hayatın 50 – 60 sene sonra son bulacağı bir gerçek. ve bu umutsuzluğun yarattığı öfke dalgası, toplumsal cinnet veya son hüküm savaşlarıyla kendini gösteriyor. hiçbir kişinin ya da siyasi grubun amaçlarına erişebilmek için bekleyebilecek 100 senesi yok artık. “biz mücadele edelim, çocuklarımız torunlarımız devrimi görür” fikri yok. çocuklar için mücadele edilecek bir dünya yok. sadece “şu an” var. “şu an” geçtikten sonra her şey için çok geç olacak. o yüzden herkes kendi bildiğini bir an önce gerçekleştirmek istiyor. kan, gözyaşı ve ölüm pahasına… 100 sene sonra hayatın biteceği bir dünyada, çocuğunun olamayacağı bir dünyada ölümden korku nereye kadar kalır? statüko dışı herkes, nihai amacı için saldırır, statüko sahipleri daha baskıcı, daha otoriter kesilir. bu durumda tüm dünyanın savrulduğu, savrulacağı iç savaşlarda, çatışmalarda, katliamlarda taraf olmayanların durumu ne olur peki? umutsuzlukla oturup sonu bekleyenlerin, güçsüzlerin, çaresizlerin, ya da mutlak çözümleri olmayanların durumu ne olur? oturup katledilmeyi beklemezler, bekleyemezler. kaçarlar. olabildiğince uzağa. belki de izole kalmayı becerebilmiş bir adaya…

    bugünkü dünyamızda “üzerinde güneş batmayan imparatorluk” göç konusunda 1990’lara kadar çok büyük sorunlar yaşamamıştı. gittiği yerlerin kaynaklarını (insan kaynakları dâhil) yağmalayarak tüketmek yerine kendi işine yarayabilecek şekilde evriltmek, yeniden yapılandırmak ingiltere’nin en büyük gücü olmuştu. amerika’dan çok daha önce köleliği ve köle ticaretini yasaklayan ingiltere, kendi çıkarları için attığı adımları her zaman daha hesaplı ve daha uzun dönemli atmasıyla ünlüydü. “ucuz iş gücü”nden “yetenekli, potansiyeli olan genç”lere kadar geniş bir yelpazede çeşitli yabancıları istihdam etmek, her zaman işine gelmişti. o insanların dinine, kültürlerine açık bir saldırıda çoğu zaman bulunmadan, onları kendi içine almaya, kendi kültürüne dâhil etmeye, açık bir çatışmaya girmeden ortak bir dil, ortak bir yöntem bulmaya her zaman çaba göstermişti. daha önce kültürler arası çok açık bir savaşa giriştiği, her türlü değerini yıpratmaya çalıştığı, kendine tehdit olarak gördüğü irlandalı bir gençtense (ki her iki dünya savaşında irlanda’da almanlarla işbirliği çabaları yaşanmıştı), ingiliz olabilmek, londra’da yaşayabilmek için can atan bir hintli genç, her zaman daha tehlikesiz, daha güvenilir ve daha sömürülebilirdir. ancak son dönemde ingiltere’de artan geniş müslüman nüfus, onları kendi değerleriyle yaşamaya devam etme çabası, 11 eylül’den sonra artan müslüman karşıtı refleks/korku, bu beraber yaşama çabasında bir takım sorunlara, çatlaklara neden olmaya başladı. bu da ırkçı saldırılara yol açtı. 2006 – 2007 yılında ingiltere, 95 ırkçı saldırıya ceza verdi ki bu sayı, diğer 26 ab üyesi ülkenin toplam verdiği cezadan daha fazlaydı . her ne kadar uygulama açısından ingiltere, müslümanlara diğer avrupa ülkelerine göre çok daha serbestlik sağlıyorsa da (kılık, kıyafet, dernekleşme, örgütlenme vs.), yine de hem polisiye uygulamalarda (mi5’in müslüman gençlere ajanlık için şantaj yapması) , hem de ırkçı bireylerin camilere ve müslümanlara yönelik saldırıları, artan bir gerginliğin habercisi.

    children of men işte böyle bir gerginliğin ileride alacağı hali de anlatıyor. filmin başındaki bombalama sahnesinden sonra theo, jasper’la konuşurken, bombalamayı kimin yapmış olabileceği konusunda 3 ihtimal üzerinde duruyorlar. müslümanlar, fishes örgütü ya da hükümetin ta kendisi. zaten baxhill’deki toplama kampında da “allah-u ekber” diyerek yürüyen, ellerinde tüfekleri, sırtlarında şehitleriyle bir müslüman topluluğu görüyoruz. bugünkü hamas mitinglerini andıran bu görüntüde, baskı altına alınan müslümanların nasıl radikalleşeceğinin de altı çiziliyor.

    filmdeki örgütün adı fishes, yani balıklar. örgütün adının “eşit yaşam derneği” ya da “göçmenlere özgürlük cemiyeti” değil de fishes olmasının dilsel bir anlamı var. ingilizcede bir tür balıktan bahsederken balık sözcüğünün tekili de, çoğulu da “fish”tir. yani bir lepistese nasıl “fish” diyorsak 100 lepistese de “fish” deriz. ancak değişik türden balıklar söz konusu olduğu zaman bunun çoğulu “fishes”tır. sırf bu anlam açısından bile bakıldığında, değişik türden balıkların, yani ingilizlerin, göçmenlerin, kaçak göçmenlerin, mültecilerin vs. eşitliğini sağlayan bir isim seçilmiş olması çok önemli. yöntem olarak kullandıkları bombalı eylemler (gerçi liverpool’dan sonra bombalamayı bıraktıklarını söylüyorlar) bugünkü ingilizlerin zayıf noktası. geçmişte ira’nın bombalı eylemlerinden epey korkan ingiliz halkı için bombaların sahipleri 7 temmuz 2005’ten sonra değişti. 11 eylül’ün ardından önce 11 mart 2004 bombalı eylemlerinin, arkasından da 7 temmuz 2005 londra bombalı eylemlerinin arkasında el kaide olduğu iddiası hem korkularını, hem de şüphelerini önemli oranda arttırdı.

    filmde gerçek bir paranoya ve nefret duygusu hâkim. bu duyguyu yaratan da bir yanıyla hükümetin tavrı. her yerde gözüken “suspicious? report all illegal immigrants” ve “report any suspicious activity” panoları bunun bir örneği. ya da toplu taşıma araçlarında duyulabilen “she is my house cleaner, he is the plummer, he is my dentist, he is the waiter, she is my cousin. they are illegal immigrants. to hire, feed or shelter illegal immigrants is a crime. protect britain.” bunların yarattığı gerçek nefret duygusu, umutsuzluğun yarattığı öfkeyle birleşince korkunç bir toplum yaratıyor. filmde gördüğümüz hava, ekonominin de çöktüğünü gösteriyor. batmış bir dünya (seattle’daki 1000 günlük kuşatma ya da new york’a düşen atom bombası, madrit’teki yıkımlar, tüm avrupa’yı kasıp kavuran bir yok ediş) haliyle ekonomisi her şeyden çok dışa bağlı olan ingiltere’yi de etkiliyor. theo’nun kuzenine gittiği yolda bunu görüyoruz. pis, bakımsız sokaklar, bugün ancak uzak doğuda görebileceğimiz 3 tekerlekli motosikletten bozma taşıma araçları, gettolar, fakirlik ve dahası. iş ve yiyecek sınırlı. bu yüzden sınır 8 yıldır kapalı. ancak az önceki ilandan da anlayabileceğimiz gibi, göçmenlik salt ırka bağlı bir durum değil. kuzeni yasadışı göçmen olan biri vatandaş olabiliyor. ya da fish es’in lee’yi teslim etmek istemediği toplantıda “onun bebeğini alırlar ve siyah bir ingiliz leydi’ye verirler” cümlesi sarf edilebiliyor. o zaman sınır nerede? ülkeye son 8 yılda girenler mi söz konusu? ama filmin başında tren istasyonundaki kafeslerde bekletilen göçmenler arasında yaşlı bir alman kadın “neler oluyor? neler olduğunu anlamıyorum. benim ailem burada” diyor. genel olarak slavca ve almanca konuşan göçmenler, sınırın biraz da dilde olduğunu gösteriyor. dilini anlayamadığımız birini kafese koymak daha kolay.

    filmle ilgili internetteki eleştirilerden biri bu kafes konusuna değinmiş. “ve tabii metro girişlerinde neden kafese kapatılmış göçmenler var, göçmen kafeslemek için daha mantıklı yerler yok muydu gibi şeyler düşündüm” burada göçmenlerin kafese kapatılmasının çok ciddi bir anlamı ve nedeni var. onların görsel ve duygusal olarak insanlıktan çıkartılması amaçlanıyor. eğer bir ingiliz vatandaşı, o kafeslerdekilerin insan olduğunu düşünürse acısını paylaşması çok daha kolay olur. ama onları bir hayvan gibi görürse, onlardan kurtulmak için vatanına ve ordusuna çok daha yardımcı olur. nefreti doğuran en önemli itki, karşındakini insan gibi değil, daha aşağı görmektir. bugün batı toplumlarında orta sınıf halkın araplar hakkında hissettiği budur. onu hayvana yakın görmek. türkiye’deki milliyetçi kitlenin kürtler hakkındaki fikri budur. o yüzden aslında kürtçe “erkek çocuk” anlamına gelen kro sözcüğü, “kıro” olarak biçim değiştirmiş ve “kaba saba, dağlı, ayı” gibi anlamlar içererek kullanılmaktadır. bir devlet politikası olarak bir halkı aşağı göstermek ve hayvanla özdeşleştirmek, 30’ların ve 40’ların alman propaganda filmlerinde görülmektedir. en ünlüsü olan “der ewige jude / the eternal jew” filminde yahudiler fareler gibi yaşamaktadır. kamera bir yahudileri, bir fareleri göstererek ikisini özdeşleştirmektedir. böyle yöntemler empatiyi engellemekte, karşındakini aşağı göstermekte ve yok edilmesini, uzaklaştırılmasını kısmen de olsa meşru kılmaktadır. children of men’de de göçmenlerin duraklarda kafesler içerisinde açık bekletilerek teşhir edilmesi, batılının kendisini insan, kendinden doğudakileri hayvan görmesinin bir ürünüdür. yine bir doğu batı örneği olarak benzer bir durum gallipoli filminde de gösterilmektedir. esir alınmış bir türk askeri, anzak’ların yeni birlikleri getirdiği ikmal hattında kafes içerisinde sergilenmektedir. savaştan çıkmış, yorgun, günlerdir yıkanmamış, sakalları uzamış ve britanya’lıların ya da anzak’ların anlayamadığı bir dille konuşan kafes içerisindeki asker, gemiden henüz inmiş, daha savaşla tanışmamış, yıkanmış, traş olmuş, yepyeni üniformalı askerlere gösterildiği zaman askerler onu insandan daha çok bir hayvan gibi görmekte ve savaşta öldürmekle ilgili herhangi bir vicdan azabı duymamaktadır.

    peki, bunun aksi olursa ne olur? yine birinci dünya savaşından örnek verirsek, joyeux noël filmi uygun olur. o filmin başında dünya savaşından 8 – 10 yıl önce okullardaki öğrencilerin ödev anlatışları gösterilir. bir fransız çocuğu, gayet ciddi bir ses tonuyla “prusyalılar dünyanın başındaki en büyük beladır. katledilmeleri gerektir” mealli cümleler sarf eder. elbette alman ve fransız çocuklar da aynı niyetleri hedef değiştirerek söylerler. savaş başlar, savaş yaşına gelmiş olan çocuklar siperlerde birbirlerini öldürmeye başlar. noel akşamı karşı siperden gelen bir ilahi sesi (stille nacht / silent night) onları birbirleriyle konuşmaya iter. ertesi gün artık savaşamaz haldedirler. çünkü karşılarındaki aşağılık gördükleri katli vacip düşman olmaktan çıkmış, birer insana dönüşmüştür.

    ama children of men’deki ingiliz hükümeti buna izin vermez. yasadışı göçmenlerin tehlikeli olduğu, dünyadaki kaosu ve kargaşayı, ölümü uzak tutmanın tek yolunun göçmenleri de uzak tutmak olduğu ısrarla belirtilir. göçmenler kafeslerde sergilenir, ikinci dünya savaşı benzeri uygulamalar yaşanır. baxhill’e giden mülteci otobüsü, ausschwitz’e giden trendir aslında. ya da yüksekçe bir binanın önünde toplanan göçmenler ve pencerelerden atılan bavulları, polonya’da boşaltılan gettodur gerçekte.

    baxhill’e doğru götürülen otobüsün durdurulup rastgele birkaç kişinin seçilip girişte diğerlerinin önünde işkence görmesi de otoriterliğin ve mutlak gücün simgesidir. daha da önemlisi eski kölecilik günlerindeki bir takım uygulamaların uyarlamasıdır. trevainan, yirminci mil romanında rastgele seçilen bu kişileri “örnek zenci” olarak tanımlıyor:
    “harper’s montly magazine’de ‘kongo’da arap köle tacirleri’ adlı bir yazı okudum. … bu yazıda arap köle tacirlerinin tüm bir zenci köyünü ele geçirerek kimse ne olduğunu anlayamadan bütün silahları topladıklarını, sonra kendilerine zarar vereceklerin başına ne geleceğini göstermek için köyden birini seçtiklerini yazıyordu. bu örnek zenci’yi köyün tam ortasına getirmişler ve yazarın ‘en iğrenç ve aşağılayıcı işkenceler’ dedikleri şeyler yapmışlar. … bunun sana çok zalimce geldiğine bahse girerim. … aslında zalimliğin tam tersi bu, çünkü sonuç olarak birçok gereksiz acıyı önlüyor.”

    baxhill’deki bu uygulamanın da amacı aynıdır. bir otobüsten iki kişiyi seçerek rastgele işkence yaparak hem kendi askerlerinin bilenmesini sağlamak, hem de otobüstekilere gözdağı vermek, otoriteye karşı çıkarlarsa başlarına neyin gelebileceğini göstermek amacıyla yapılmaktadır. ve bu arada ciddi bir ebu garip / guantanamo göndermesidir de. filmde zaten jasper’ın evinde “stop war on iraq” afişlerini, çıkartmalarını görüyoruz. son yıllarda müslümanlara yönelik bütün hapishane ve işkence uygulamalarına gönderme yapan bu sahne son derece manidar. girişteki işkence kafeslerini geçince içeride tam bir cemaat toplumuyla karşılaşıyoruz. herkes grubuyla, cemaatiyle, ırkıyla, diniyle var olabiliyor ancak. ve bayraklardan, konuşmalardan gördüğümüz fransız, belçika, hollanda vs. kökenli mülteciler, aklımızdaki mülteci/göçmen kurgusunu tamamen değiştiriyor.

    *******************

    sonuç

    bir çocuğun ağlaması bir savaşı durdurabilir mi? savaş her daim çocukların ağlamasıyla, öldürülmesiyle, suçsuzların yıkımıyla birdir. 18 yıldan sonra doğan ilk çocuksa bir savaşı durdurabilir, bir nefreti yenebilir mi?

    durduramıyormuş demek ki. sadece duraklatabiliyormuş. filmin en can alıcı sahnesi, bebeğin ağlaması eşliğinde theo ve kee’nin bebekle merdivenlerden aşağı indikleri sahne. savaş durmuş, sesler durmuş, herkes bu mucizeyle şok olmuş bir halde beklerken, ilk kimin ateş ettiği bile belli olmadan savaş yeniden başlar. öyle bir nefretmiş ki bu, dünyanın belki de son umudu olan bir bebek bile bu öfkenin ve savaşın önüne geçemiyor. ne inanamayarak ellerini uzatan, istavroz çıkartan gencecik askerler; ne hiçbir şeyi umursamayan, ama işin içinde çıkarını görünce arabistanlı lawrence kıyafetiyle baxhill’e giren syd; ne politik çıkarları hamilik görünümde korkunç bir tahakküme dönüşmüş olan fishes militanları. bu nefreti bitirmeye, bu savaşı durdurmaya, yıkımdan geri dönmeye 18 yıldan sonra ilk defa doğan bebek bile yeterli olamıyor. son umudun yitişi zaten bu. şu andan sonra doğumlar yeniden başlasa da, kısırlığın önüne geçilse de, göçmenlere yapılanlar ve atılan nefret tohumları asla unutulmayacak. son sahnede bombalarını bırakan uçaklar, artık hiçbir şekilde geriye dönemeyecek.

    kim bilir, belki de “baxhill’den sonra şiir yazmak barbarlık olacaktır…”
  • sacma bir aksamustu, yapacak is olmadigindan oylesine, fragmanini bile izlemeden, sadece 'clive owen varsa en azindan tipi fena diil, vakit gecireyim' diyerek girdigim, ve cok begendigim filmdir. gercekten, ikinci defa izlemeli, ufak gondermeleri, detaylari tekrar gormeli.

    filmin ismini neden oyle cevirmisler, bi onu anlamadim valla.

    --- spoiler ---
    filmde, kee ve theo'nun bebekle beraber tanklar ve yuzlerce asker tarafindan ates altinda tutulan bir binadan cikma sahnesi var, sonlara dogru. once, bir peygambere yakarircasina bebege dokunuyor kamptaki gocmenler. aralarindan geciyorlar. bebege bakarken sagda solda kursunlanan insanlar, cat diye olenler var. merdivenlerden inerken, askerlerle yuzyuze geliyorlar. onlar da donup kaliyorlar. killarina bile dokulunmadan binadan cikiyorlar bizimkiler bebekle. senelerdir buna benzer hicbir ses duymamis insanlar, askerler, gocmenler arasinda bir tek bebek aglamasi sesi duyuluyor. birden tekrar ates basliyor - ve ates ne askerlerden, ne gocmenlerden geliyor. iki taraf tekrar birbirine giriyor.

    daha hafif, ve beni derinden etkileyen bir yer icin de, "pull my finger" sahnesi var.
    --- spoiler ---

    düt: isimler konusundaki karışıklığı farkettiği ve düzelttiği için sonradangurme'ye teşekkür ederim. beni sizler yarattiniz.
  • v for vendetta filmi ile güzel bir ikili oluşturuyo bence. 21.yy ingiltere'sini iyice hatim etmeye başladık bu filmlerle. tabi şu da var gelecekte demokrasinin beşiği ingiltere'de durum buysa diğer yerlerin vay haline!

    1-geleceğin gerçekçi yapılmış olması sizi filmin içine alıyo fazla teknolojik oyuncaklara boğulmamış ama detaylar mükemmel.

    2-mültecilerin içindeki almanca konuşanların çokluğu ve mülteci şehrindeki fransız mahallesi ile, 2 ülkeye güzel ayarlar verilmiş gibime geldi."alone soldier britain"

    3-gelecekte geçen filmlerdeki klişelerden; olan faşist hükümetin her yerde, sanal sesli görüntülü propaganda yapması olayının; bu filmde uygulanmamış olması çok hoşuma gitti.

    4-bu kadar gerçekçiliğe; son sahnede clive'in bebekle binadan çıkınca, tüm askerlerin önce donup sonradan bişiy olmamış gibi çatışmaya dalmaları yakışmadı. yani içlerinden biride "ya hemşerim nereye" demiyo mu? yada bomba patlayınca 2 tane akıllı asker çıkıp peşlerinden gitmiyo mu? nerde komutanları, yoksa zorunlu askerlik nedeniyle hepsimi "en iyisi hiç bulaşmamak diyo",o bölük sadece kısa dönemlerden mi oluşuyo!

    bi de filmin adı türkçeye orjinaline sadık kalınarak insan evladı olarak çevrilseydi tadından yenmezdi.
  • 2005te gösterime giren en güzel filmlerden biri. alfonso cuaron'un y tu mama tambien'i çeken adam olduğunu düşünmek bile garip geliyor bu filmden sonra. her ikisi de birbirinden güzel filmler olsa da, aralarında ortak tek bir özellik bulmak mümkün değil. sert olduğu kadar çarpıcı, yönetmenlik yeteneğinin doruklarda dolaştığı bir film children of men. hatta son 5 yıl içinde bilimkurgu adına bu kadar büyük bir yenilik getirebilen bir bilimkurgu izlememiştik. ilk marifeti bilimkurgunun fantazi ile olan yakın bağlarını koparmayı becermesi. bunu da olayların gerçekten yakın bir gelecekte geçmesi, tıpkı alphaville gibi bilimkurgusal öğeleri ayrıntılarda bırakması ile beceriyor. bu noktada film için tehlike başlıyor: film türünün temel ilgi çekici özelliklerini kaybetmiş durumda iken berbat bir sonuç çıkabilir. ama alfonso cuaron muhteşem bir kararla olayları bir saving private ryan edası ile resmediyor. bazen süresi 10 dakikaya varan tek planlar, tıpkı bir saat gibi kurulmuş setin kusursuz bir iş çıkarması sayesinde dudak uçuklatıyor. kameraya kanın sıçraması planlı bir şey olmasa gerek ama alfonso cuaron'un o sahneyi ellemeden filme koyması amacının ne olduğunun en güzel göstergesi. clive owen ise sonunda hakettiği bir rol ile kendini aşıyor. upuzun sahneler boyunca hiç teklemiyor. filmin gerçekçi havası karakterlere de siniyor. theo'nun ümitsizliği, gönülsüzlüğü, geçmişteki kötü anıları, belli bir noktadan sonra sıradan bir insan gücüyle çabalamaya başlaması ve bu saydıklarımın hiçbirini abartmadan, göze sokmadan bize sunması onu yaşayan bir kahramana dönüştürüyor.

    --- spoiler ---
    julian'ın öldüğü sahne, açık bir şekilde sinema tarihinde bir dönüm noktası. pinpon oyunu ile başlayan sahnenin, en son polisler ölene kadar hiçbir kesme ile ayrılmamış olması alfonso cuaron'dan ciddi ciddi korkmamız gerektiğinin göstergesi. böyle bir şey nasıl olabilir diye soranlar için kamera arkasından birkaç resim:

    http://i45.photobucket.com/…d00200428resizevp31.jpg
    http://i45.photobucket.com/…d00300463resizehk71.jpg
    http://i45.photobucket.com/…d00300552resizeaf41.jpg
    --- spoiler ---
hesabın var mı? giriş yap