• asla doğal bir durum değildir. elbette iki cinsiyetin birbirinden farklı olduğu şüphesizdir ve biyolojik olarak kadın ve erkek birbirine gerek yazılı, gerekse yazısız tarihin hiçbir döneminde eşit olmamıştır.

    absürd olan cinsiyetlere dair toplumsal / kültürel yakıştırmalarımızı kadınlığın ve erkekliğin "fıtratı gereği" olduğunu savunmak, yani kendi yakıştırmalarımız sonucu ürettiğimiz cinsiyet rollerinin kadın veya erkek olmanın doğal sonucuymuş gibi kabul ettirmeye çalışmaktır. bu yaklaşım ayrımcılığı körüklediği gibi toplumun bütün bireylerine zarar vermektedir.

    kadın veya erkek olmak ne demektir? bu sorunun aslında iki cevabı var. birinci cevabı, tartışmalı olmakla birlikte, zamandan ve mekandan bağımsızdır. son birkaç yüzyılda bu tanım değişmişse de, üzerinde tartışmalar olsa da, en kaba ifadeyle vajinası olana kadın, penisi olana erkek diyoruz. kadın ve erkeğin biyolojik tanımı budur ve yine tartışmalı olmakla birlikte bu tanımın dışına çıkan herkes normalden sapma olarak değerlendirilmektedir. bu tartışmaları yeri burası olmadığı için burada bu tartışmalara girmeyeceğim; ancak şu soru işaretini koymayı da bir zorunluluk olarak görmekteyim: cinsiyetimize bedenimiz mi karar vermektedir? sırf penisi olduğu için birine erkek diyeceksek, penis kanseri olan bir hastanın penisi alındığı takdirde şu anki cinsiyet sınıflandırmasında bu birey nereye konulmalıdır? veya penisi olmadığı için birine kadın diyeceksek, kendini erkek olarak hisseden "biyolojik" dişileri, yani trans erkekleri nereye koyacağız?

    fıtrat, yaradılış diye bir şey yoktur. kadının ve erkeğin biyolojik tanımının karşılığı bellidir ve bunun dışında hiçbir şey bu biyolojik cinsiyet tanımının içine yerleştirilemez. kadının duygusal, erkeğin güçlü olması (?) kadın ve erkek biyolojisinin bir sonucu değildir.

    peki nedir bunlar? kadınlar duygusaldır, erkekler renkli giyinmez, yuvayı dişi kuş yapar, parayı erkek kazanır, kadına hesap ödetilmez, kadınlar çocukları severler ... vb kalıpyargılar toplumların zihnine o denli kazınmış ki kadın ve erkek kelimelerinin içini bunlarla doldurmuşuz. işte cinsiyet eşitsizliğinin de, cinsiyet ayrımcılığının da temelinde yatan mekanizma bu: toplumsal cinsiyet.

    bizim türkçe' de cinsiyet diye ifade ettiğimiz kavramın ingilizce' de iki karşılığı var: sex ve gender. sex, yani biyolojik cinsiyet, erkek ve dişi kelimelerinin biyolojik olarak ifade ettiği anlamı karşılıyor. bir biyolojik cinsiyet olarak erkek penisi, testisleri, testosteronu vs karşılıyor yani. gender ise toplumsal cinsiyet, yani bizim toplum olarak o cinsiyete yüklediğimiz anlam, verdiğimiz roller vs.

    ayrımcılıklar işte hep bu toplumsal cinsiyet üzerinden yürüyor. örneğin, kadınların daha duygusal olduklarını, çocukları sevdiklerini ve onlarla ilgilenmekten zevk duyduklarını varsayıyoruz. bu yüzden de kadını eve hapsediyoruz, çünkü onları mutlu eden her şey evde var. zaten onlar para kazanmayı bilmezler, para kazansalar dahi kıymetini bilemez çarçur ederler. bunun karşılığında erkek ise ev işlerinden anlamaz, pasaklı, tek başına bıraksan üç gün yaşamaktan aciz bir varlık olarak resmediliyor. oysa bu karikatürün gerçek hayatta hiçbir karşılığı yok. iki yumurtayı kıramayan kadınlar olduğu gibi ev işlerini yapmaktan zevk alan, yemek yapmayı seven erkekler de var. oysa bu iki yumurta kıramayan kadınlar toplumumuzca "eksik", ev işi yapan erkekler ise "garip" veya "efemine" olarak algılanıyor.

    zira toplum olarak belirlediğimiz cinsiyet rollerimiz var. erkek çalışır, para kazanır, ev adına gerekli kararları verir; kadın ise evi temizler, yemek yapar, bulaşık - çamaşır yıkar. bunları da biz kadın veya erkek olmanın doğal sonucu olarak algılarız. hani, nerede yazılmıştır bu kural?

    eşitsizlik de tam olarak evin kapısının eşiğinde başlar, çünkü toplumun kadına çizdiği sınır tam olarak o noktada bitmektedir. kadın sabah kahvaltıyı hazırlar, eşini ve çocuklarını doyurur ve onları o eşikten işe ve okula uğurlar. akşam çocuklar ve koca eşikten eve girerler, kadının gün boyu hazırladığı yemekler tüketilir ve ertesi gün döngü aynı şekilde devam eder. kadının ev dışındaki hiçbir kararda hükmü yoktur, yani kadın toplum hayatından eksiktir ve dolayısıyla özgür falan da değildir.

    kadının özgürlüğü ancak ve ancak kendi parasını kazanmasıyla mümkün olur; çünkü ancak böylece kadın da çocukları ve eşi gibi o eşikten dışarı çıkabilecektir. (burada maddesel olarak eve hapsolmuş bir kadın düşünmeyin. elbette çarşıya pazara da çıkıyor bu kadın; ancak zihnen o eve hapsolmuş durumda) kadın para kazanmıyorsa, kocası da olsa bir başka insanın eline bakıyorsa, yani kendi hayatını kendisi devam ettiremeyecekse özgür olamaz.

    kadının özgürlüğünü başını açıp kapamaya indirmek de onu köleleştirmekten başka bir şey değildir; zira bedeninin ve tercihlerinin bu şekilde tartışılması kadını erkeğin malı yapmaktan gayrı hiçbir amaca hizmet etmez. eğer bir başka adamın eline bakıyorsan, ne yapıp ne yapmayacağına o karar veriyorsa özgür değilsin. ister kapalı ol, ister açık.

    ha, bu teoride böyle; ama pratikte hadi kadını istihdam edelim, çalışsın da özgürleşsin diye bir şey olmuyor. çalışan kadınları bir inceleyin. büyük bir kısmı erkeklerin çalışamayacağı varsayılan kadın terziliği, kuaförlük, ebelik gibi alanlarda çalışmakta. bunun dışındaki alanlar da çoğunlukla kadının "ev" rolünün bir uzantısı: gündelikçilik, hastabakıcılık-hemşirelik, çocuk doktorluğu, anaokulu-ilkokul öğretmenliği ... bu alanlarda erkek görmek daha zor, zira çocuklarla, hasta ve yaşlılarla ilgilenmek, temizlik - yemek yapmak zaten kadınların görevi. kadınlar bu alanlara yönlendiriliyor ki "ev"den dışarı çıkmasınlar.

    türkiye'de kaç tane ilkokul öğretmeni var, bilmiyorum. ama eminim ki bunların büyük çoğunluğu kadındır. ama yine eminim ki bu ilkokulların belki de tamamının müdürleri erkektir, idari kadronun yüzde doksan beşinden fazlası erkektir hatta. çünkü evi yönetmek erkeklerin işidir aile reisi olarak. başhekimlerin de çoğu erkektir. ne tesadüftür ki kabaca yarısı erkek yarısı kadın olan nüfusumuz mecliste on erkeğe bir kadın düşecek şekilde temsil ediliyor. kabinede kadın bakan sayısı en yüksek olduğu zamanda ikiyi geçmiyor. son yedi yüz senedir ülkeyi tamamen erkekler yönetiyor. neden? çünkü bu ülke de kocaman bir ev ve evi aile reisi (baba) yönetir.

    bu mantık eflatundan geliyor. üstad diyor ki kadınlar duyguları, erkekler ise aklı temsil eder. daha farklı bir deyişle kadınlar doğanın, erkekler ise uygarlığın simgesidir. haliyle doğal olan her şey (yemek, içmek, temizlik ve hatta üremek) kadınların göreviyken, uygarlığın getirdikleri (çalışmak, para kazanmak, bilim, siyaset) erkeğin görevi.

    işte kadın evde yaşarken erkek şehirde uygarlığı kuruyor. kadına verilen görev ise uygarlığı kuran ve yaşatan erkekleri doğurmak ve doyurmak. ondan daha fazlası da beklenmiyor. binlerce yıl sonra bugün bile kadının şehirde çıkabildiği alanlar evinin uzantısı. kadınların cerrah, hakim, inşaat mühendisi, müdür olmasının önünde engel var mı? yok ama onlar narindir, gelemezler öyle şeylere. ne gerek var canım, pis işleri erkekler yapsın. o da ingilizce öğretmeni olur işte, kadınlar için ideal meslek.
  • eşitsiliklerden biri eğitim durumundaki eşitsizliktir.
    ülkemizdeki okuma yazma ve okula katılım oranlarında kadınlar açıkça erkeklerin gerisindedir.bunun kaynağı istismar ve ihmaldir.kızların ilk öğretim döneminde okulu bırakma nedenleri arasında evlenmenin oluşu ayrıca dikkate değerdir.zira bu cinsel istismara da girmektedir.

    türkiye'de kızlara ; erkeklere göre çok daha baskıcı bir hayat dayatılmakta bu da onların toplumun dışına itilip,sosyal yönden izolasyonuna neden olmaktadır.

    çalışma hayatında ise durum eğitimdekinde daha iyi değil malesef.düzenli kamu ve özel işyerinde çalışan erkeklerin oranı kadınlardan yüksekken tarlada veye küçük aile işletmelerinde çalışan kadın sayısının erkeklerden çok olduğunu görüyoruz.bu tutumla da yine kadının sosyalleşmesi önleniyor.

    iş sosyalleşmek, toplumdaki karşılıklı hak ve yükümlülüklerin doğması için önemli bir araçtır. herkesin yaşamıyla ilgili seçimleri kendisinin yapması ve uygulaması en doğal insan hakkıdır. kadınlar da bu hak verilmelidir.toplumda böyle bir eşitsizlik varken ileri gitmemiz erkeklerin ancak iki kat çalışması ile mümkün olabilir.kadınlarının da yerine...tabii bu pek de olası görünmüyor sürekli gelişen dünyada.sağ duyu ile hareket edip kadınlara haklarını vermek gerekir.bu toplumun kadınlara karşı hem görevi hem de vefa borcudur.
  • http://bianet.org/…din/129770-oglum-erkek-oldugunda

    sadece kadınlık halleri değil, erkeklik halleri de tartışılmaya muhtaçtır. bu annenin sözlerine tüm kalbimle katılıyorum.
  • belirli bir cinse yönelik olan ve nedeni sadece cinsiyeti olan ve de ataerkil toplumun yapısından kaynaklanan eşitsizliklerdir. örneğin bazı bölgelerde kız çocuklarının okutulmamaları, kadınların bazı (istedikleri) işlerde istihdam edilmemeleri gibi örneklerden de anlaşılacağı gibi, erkeklerle aynı hak ve özgürlüklere sahip olamamaları bu eşitsizliklerdendir.
  • erkek egemen sistem ortadan kalkıncaya kadarki süreçte pozitif ayrımcılık uygulamak suretiyle hafifletilebilecek olan eşitsizliklerdir..
  • böyle bir eşitsizlikle kendi meşrebince mücadele etmeye devam ederken, bir yanda da gündelik hayatı daha tahammül edilebilir ve sürdürülebilir hale getirmek için geliştirilmiş sayısız strateji bulunduğunu hatırlamakta da fayda var...

    mesela "ataerkil pazarlık", bu stratejilerin en yaygını ve içerdiği yüksek ödünler dolayısıyla da en risksiz olanı... veya erkeklerin karşı savunması sonucu o meşhur semantik kayma yaşanmadan önceki eski anlamıyla "hayat kadını" olmak da bir mücadele yolu tabii...

    cinsiyet eşitsizliğiyle mücadeleyi belki daha eğlenceli ama daha riskli bir maceraya dönüştüren başka bir "ara strateji" de, düşmanını onun silahıyla vurmayı iki tarafın da gönüllü katıldığı bir oyuna çevirdiği için "femme flaneur" takılmak kuşkusuz (bunun hikayesi henüz türkçe olarak yazılmadı)...

    tabii ki bunlar ilk akla gelenler; ama aslolan, eşitsizlikleri kader olarak görmeyip kendi meşrebince mücadele stratejileri geliştirmek galiba...
  • varolan iki adet cinsiyetten birisinin toplumda baskın olması durumudur. gelişmemiş, az gelişmiş ülkelerde buyuk bir sorun olmasına ragmen, esitsizlik toplumda kemikleserek yer edindiginden, sorun olarak bile gozukmezken, gelismekte olan ulkelerde, toplumsal bir sorun olarak gorulmeye baslanıp, esit haklara donusturulmeye baslayacak cozumler uretilmeye calisilmaktadir. bu donusum eski aliskanliklarin yitirilmesinde problemlerle devam eder, ve muhafazakar kultur ile global post modern yasam kulturu arasında, kavram ve yasam catismalari yasatır. gelismis ulkelerde ise esit olmayan cinsiyet, esit haklarını kazanmıs, bunun otesinde ekonomik olarak toplum hayatında soz sahibi oldugundan, her turlu toplumsal secimlerde direkt soz sahibi olmuslardır.
    turkiye cumhuriyetinde de karmasik bir problem olarak cinsiyet esitsizligini goruyoruz ve bir donusturme cabasıda bulunmakta. esit olmyan taraf olarak, kadın hakları, toplum hayatına birey statusu ile kazandırma calismalari bulunmaktadır .lakin cumhuriyetteki makro gelismeler (muhafazakar kulturun iktidarda genel cogunlugu olusturması) bu problemin cozumunde karmasaya yol acmakta, kavram catısmaları yasanmaktadır. modernlesen muhafazakar soylemlerde, kadın ve erkegin toplumda yerlerinin farklı olduguna dair vurgular yapılarak, eşitsizligin kronik bir hal almasına yol acmaktadır. ayrıca bazı dinsel temaların kullanılısı bir ozgurluk olarak gosterilerek, vahim olan hakların kazanılması bambaska platformlara cekilmektedir.
    bunun yanında, birlemis milletler katılımlı, "kadınların ve kız çocuklarının insan haklarının korunması ve geliştirilmesi programı" adı altında iki yıl surecek bir gelistirme projesi yakın gecmiste, izmir de, hayata gecirilmistir.
    cinsiyet esitsizligi nin olmadigi toplumların gunumuzde, esitsizligin var oldugu toplumlardan daha ileride oldugu gercegi, tam katılımlı ekonomik hayatın ulke gelecegi icin onemi, tüm hakların korundugu bir yasamın saadetinin ozlemi belkide konunun onemini, onemsemeyenlere, neler kaybettiklerini daha iyi acıklayacaktır.
  • yeşil pasaport.
  • mittir. bunu savunanların en yaygın teorilerinden birisi erkeğin kadından daha güçlü olduğudur. tarım devriminden bu yana ataerkilliğin bütün insan toplumlarında ön planda olmasının nedenini kas gücü olduğu öne sürülür. ancak burada da karşımıza iki sorun çıkar. ilk olarak "erkekler kadınlardan daha güçlüdür" önermesi sadece ortalama için geçerlidir. kadınlar erkeklere oranla hastalıklara, açlığa ve yorgunluğa daha dayanıklı varlıklardır. ayrıca kas gücü olarak erkeklerden daha güçlü olan kadınlarda vardır. hadi bunu geçtik tarih boyunca kas gücü gerektirmeyen işlerin (rahiplik, hukuk, doktorluk, siyaset, felsefe vb) tamamından pasifize edilende kadındır. aynı şekilde toprak sahibinin çalıştırdığı bir köle, patronunu tek yumrukta yere indirebilir. demekki kas gücü, cinsiyet ayrımını açıklama da çöken bir teoridir.
  • özellikle kakek ve erdın'ların çok mağdur olduğu konudur.
hesabın var mı? giriş yap