aynı isimde "çocukluk (dizi)" başlığı da var
  • geçer tadı kalır
  • söz konusu çocukluk olunca hayat su ve rüzgar ayrımına aklımı düşürüyor. zaman su gibi mi yoksa rüzgar gibi mi geçer? 30 yaşına merdiven dayadığında geçen zamanın rüzgar gibi esip gittiğini hissediyorsun. su girdiği kabın şeklini alır rüzgar ise istediği şekle sokana kadar döver durur. en büyük tiranlar, en kudretli ordular, en muzaffer komutanlar bile rüzgarın şiddetine karşı koyamadılar. rüzgar misali, bir yel de alıp götürüyor bizi istediği yere çarpa çarpa. bazen kendimizi rüzgarda savrulan yaprak misali hissetmemiz bundan. akıntıya karşı yüzebilirsin belki ama rüzgara karşı gelemezsin çocuk. yağmurda ıslanırsın, hissetmek de isteyebilirsin bazen. suyun sesi dinlendiricidir, bazen kaçan uykularını tutar getirir gittiği yerden fakat rüzgar sesinde bile bir ürkütücülük vardır, tokatlar seni, yağmurun hatta karın bile en şiddetli olduğu birleşim rüzgarla yaptığı koalisyondadır.

    rüzgar gibi geçmiş zaman, çocukluğumu düşününce. geçenlerde kendi kendime düşünürken en boktan kuşağın 1990,1991 ve 1992 yıllarında doğanlar olduğuna karar verdim. elbette sonrakilerde gördü fakat özellikle bu iki,üç spesifik yılda doğanlar kendini her şerrin göbeğinde aklı selim bir şekilde buldu. mesela her yere fantastik parklar döşediği için yıllarca melih gökçek'i çok sevdim küçüklüğümde, o da adamın başa geldiği zamanın, benim doğmamla, konuşmamla, yürümemle, ergenliğimle, reşit olmamla çakışmasından ulan bir ömürlük belediye başkanlığı yapmasından kaynaklı. y kuşağının bu bahtsız son demleri, 1 postmodern darbeyi, 1 darbe girişimini, 3 ekonomik krizi, 1 develüasyonu, 4 defa değişen sınav sistemini, 94 yıllık rejim sisteminin değişmesini, devrin popüler kültürünü değiştiren telekomunikasyon devrimini ( symbian'dan android'e), genç işsizliğin en yüksek olduğu zamanı gördü. gecekondudan, 3 katlı apartmanlardan kentsel dönüşümlere,plazalara ; misketten, tasodan tablete, parliament film kuşağından, kanal d çocuk'tan survivora, evlilik programlarına, acun ılıcalı'ya, göte kaçan fiyatlı çevirmeli ağdan cepte seni takip eden 4.5 g'ye, bakkallardan islamcı süpermarketlere, veresiye defterlerinden kredi kartı bonuslarına, sosyete, rus, japon pazarlarından avmlere, lc waikiki maymunlu poşetinin karizmasından black friday çılgınlıklarına, günlük şişe sütten uzun ömürlü karton kutuya, kamyon, kamyonet arkasına takılıp sokağın bir başından diğer başına gidilen, ilaçlama aracının arkasındaki beyaz ilaç bulutuna kafa atarak koşmalardan 4 yaşından itibaren kreşlere postalanmalara, atari salonlarındaki jetonlardan play station cafelere, maltepe pazarı'ndan aldığın titanik filmi cd'si içinden çıkan zenci pornosundan netflixlere, her haftanın en az bir akşamı yayınlanan yeşilçam filmlerinden, onun yakışıklı çocuğunun bunun bir kilo makyajlı rimelli podyum güzeli boktan yapmacık aksanlı kasaba kızına yaptığı bayık kurların olduğu dizilerle dolu olan televizyon akşamlarına, vitrinde milliyet gazetesinden kuponla alınmış ansiklopedilerle hazırlanan dönem ödevlerinden wikipedia'dan copy paste edilen ödevlere, soba başında salonda yatılan, döşek yığını üzerine balıklama atlanan günlerden 250 m2'lik teras katlı evlere, 900'lü hatların çevrilip 10 saniyede biten jetonlarıyla meşhur telefon kulübelerinden, cebe sığmayan 6 inç cep telefonlarına, çocukların saçı kesileceği zaman koltuğuna tahta koyulup oturtan berberlerden hair designerlara, "türban üniversitelerde özgürleştirilsin" tartışmalarından mini etek giyen, geceleri tek başına sokağa çıkan kadına tacizin haklı olduğu(!) varsayımına, avea'dan avea'ya 5000 sms hakkından whatsapp storylerine,bayramlarda alınan torpil, kızkaçıran, mantar, boncuk tabancalarından toplu mesajlara, sabit telefondan aranan manitaların instagramdan aldatıldığı, radyonun sadece arabada dinlenilen bir dökümana evrildiği bir döneme ayak uydurmak zorunda kaldı.

    her şey hugo'ya küfreden o veletten sonra başlamış olabilir, emin değilim. belki de sevda demirel'in ruhsar hande ataizi'ne attığı o tokat bizim çocukluğumuzaydı. yoksa alf gibi uzaydan yanlışlıkla dünyaya mı düşmüştük?

    geçenlerde bir oyuncak mağazasına girdim avm'de. akülü araba 2 bin lira lan 2 bin lira. o paraya doğan slx alınıyordu çocukluğumda. ben bu ülkede ilk biramı 1 küsür liraya içtim lan. yuvarlayınca 1'e yaklaşıyordu. winston sigaramı lisede 2.75 liraya alıyordum 3 arkadaştan 1 lira toplayıp. 25 kuruşa da su alıyordum. günlük 5 lira harçlıkla lisede para biriktirip kulaklık alıyordum. kapitalizmin en proletarya ürünü nedir biliyor musunuz, sakız. sakız yıllarca 10 kuruş kaldı. hala 10 kuruşa alabiliyorsun. kibrit vardı bir de ama o düzene yenik düştü. üniversitede sosyalist olan, yabancılaşmadan, emek hırsızlığından, burjuva düzeninden dem vuran gencin mezun olunca kariyer.net'te profil açıp takım elbisesiyle mülakatlara gitmesi gibi o da 10 kuruştan 25 kuruşa terfi etti.

    çocukluk kalmadı artık, etrafta çocuk var diye çocukluk yaşanıyor sanmayın. çocukların kendi kendine büyüdüğü hepsinin avel avel evde tabletle takıldığı bir zaman dilimindeyiz. kavga eden çocuk kendini savunmasını öğrenir; sokak, kaçmanın da bir savunma şekli olduğunu ipsiz ringleriyle öğretecek derinliğe sahiptir. biz street fighter'ı sadece bir dövüş oyunu olduğu için sevmedik, sokakta misketimizi çalan, maçın ortasında topumuzu havaya diken abilere yapacağımız süper sokak hareketlerini hayal ettirdiği için sevdik. şimdilerde sokakta birisine kartopu atsan mal mal bakar hatta üstüne yürür belki ama biz çocukken sokaktan geçirmezdik pusuya yatardık, büyük küçük kim olursa artık karşılık verirdi o da. bir sinerji vardı çocukla yetişkin arasında. şimdi birinin çocuğunu severken "sapığın teki mi pedofili birisi mi acaba" diye düşünüyorlar. onu geçtim, şimdi kar bile yağmıyor, siktiler gezegeni. su tabancaları oyuncak dükkanlarının en cezbedici oyuncağıydı. pompalayıp 10 metre öteye sıktığın su tabancalarıyla balkondan çok ıslattım insanları. mesela şimdiki çocuklara ortada sıçan desem kim sıçıyo ortalık yere der. ama orası, kızlarla erkeklerin farkında olmadan birbirinden hıncını aldıkları ilk yerdi ya da saklambaç oynardın ya hani hoşlandığın kızın arkasına geçip saçını izlerdin, kafasına falan vururdun sonra, hah işte bu bizi karşı cinsten korkmamaya, aslında onların erkekler kadar kaba saba ayı gibi olmadığını narin ve kolay incinen, biz gibi güzel çocuklar olduğunu aşılayan ilk yerdi.

    bir elimizde sapan bir elimizde dolma kalemin mürekkebi vardı. fantazi dünyamız müjde çorapları kadardı, fazla alternatif yoktu, bak bu kötüymüş. hoş, acıyıyla ilk sınavımızı da ölü parmak derimize geçirdiğimiz toplu iğnelerle verdik. inan sürdüğüm mercedes marka araba, halı deseninde tasarladığım hayali yollarda, içine sineğin sığmayacağı arabamı sürmek kadar zevk vermiyor. fakirdim ama mutluydum lan.boncuk tabancamla sıktığım boncukları öyle heybeye sıkamazdım, geri toplardım. mütevazı olmayı da kendi kendimize öğrenmişiz, şimdi fark ettim.

    neyse ki o caprisunlar hala var. askerde bana hayattasın mesaji veren caprisun'dı. çünkü caprisun ve dikine patlatmalar benim çocukluğumun karizmasıydı. şimdi bi kaset olsa da kalem takıp çevirsek...

    91'li olmak berbat bir şey. zirvede başlamış gibisin hayata, sonrasında, büyüdüğünde tam bir kaosun ortasında buluyorsun kendini; aşağı doğru düşüyorsun sanki. böyle şahane bir çocukluk ve ergenliğin ardından inanın evrim sanki tersine işliyor. nerde bu liseliler, gömleği lisede dışarı çıkarıp içine siyah tshirt giymenin metalci asiliği nerde? 90'lılar bu yıl 30 oluyor, 91'liler zaten 30 hissediyor kendini. inanın 18 ile 28 yaş arası kayıp bir zaman bizler için. hiçbir yere hiçbir zaman çocukluğumuz kadar temas edemedik. kıyısından yaşadık. sanki yanlıştı, eksikti ya da boştu bir şeyler bizim için. teknoloji sindire sindire, benimsete benimsete veriyordu bize, koptu kayış bir yerlerde ama açıklayamıyorum. bir şeyleri çok renkli anlamlandırabildiğimiz bir yerlerden çok boş ve yüzeysel esen bir esintiye kapıldık sanki.

    küçükken biran önce büyüyüp abimi dövecek boyutlara gelmeyi isterdim, lambamdan çıkan cinden dilediğim 3 haktan en fazla buna pişmanım. sanırım ilk yanlışı yaşıma boyuma bakmadan aldığım o sanal bebekle yaptım.

    "insan çocukken bir an önce büyümeyi, büyüdüğünde ise çocukluğunu özlüyor. sanırım mesele büyümekten çok, çocukken duyduğun sesleri özlemekte yatıyor."
  • öyle bir şey varsa ve de yasayabilenler çok şanslı bence .
  • o dönemlere dair asla tebessüm ettiren bir anımın olmayışı beni hem üzüyor, hem öfkelendiriyor. kendi kendimin çocuğu gibi acıyorum o günlere.

    geçmişin kara kutusu gibi, ne kayboluyor ne değiştirilebiliyor çocukluk.
  • yem yeşil kocaman bir bahçede dedemin benim için yaptırdığı tahtadan salıncaktır.
    zaman geçtikçe üstünde sallanmadan oturduğum salıncağımdan izlediğim karanlık bahçedir.
    her ne kadar kendimi o salıncakta sallanırken hayal edemesem de, hayallerimde hep üstü boştur ama sallanır.
  • insanın, kaç yaşında olursa olsun ışık hızı ile yolculuk yaptığı bir zamandır.
  • çocuklukta herşey tozpembedir kimileri için kimileri için ise hayatın gerçekleri tokat gibi çarpar ya bu çarpan tokata misilleme vuru kişi daha erken olgunlaşır yada pes eder ve gider durum bundan ibaret hayat aynı hayat değişen birşey yok sadece sen büyüyorsun herkes gibi beklentilerine görüşüne algına göre gördüğün dünyanın aslında öyle biryer olmadığını anlıyorsun.
  • sonrasında her şeyin bombok olduğu dönemdir. her şey kusursuz da ilerlese, her gün mutluluktan ağlansa da çocukluğun, o habersizliğin yanında hiçbir şeydir bunlar. tüm çabalar, hassasiyetler, farkındalıklar, sorgulamalar, acılar, mutluluklar hepsi, anlam yüklemeye çalışılan her şey, bitmek bilmeyen ve sonunda hiçbir şeyin bulunamayacağı bir arayışın parçası sadece. kaybolmuş insanların varlığını ispat etmek için sürüklenişine tanık olmak dışında yapacak bir şey yok bu dünyada. boş. bomboş.
  • bir yalan,masal,hayal gibi gelip geçen en güzel çağ.
  • kaç paraydı 'çocukluk' affan dede?
    para biriktirip en yakın zamanda yanına geleceğim.
hesabın var mı? giriş yap