• insanlar için olduğu kadar hayvanlar için de coğrafya kaderdir.

    geçenlerde bir video izliyorum video güney amerika'dan sanırım brezilya'da geçiyor. iki kişi kavga ediyor orada da bir köpek var kavga eden insanların arkasına geçip kerkiniyor falan. tam o sırada bazı düşüncelere zerk oldum. kader öyle bir şey ki. brezilya'nın en fakir mahallelerinde sokak köpeği de olabilirsin. beverly hills'te bir zenginin yediği önünde yemediği arkasında köpeği de olabilirsin
  • istanbul' da yaşamak zorunda olup depremi yaşamak da kader ,bir dağın eteğinde kar yağınca köyde mahsur kalmak da kader. bir afrikali olarak dünyaya gelip suya ulaşmak icin günde kilometrerce yol gitmek. bir lasvegasli olup bir günde onlarca kişinin harcadığı sudan daha fazla su tuketmek.
    ortadoğu ülkeleri ile sınır komususu olup surekli ateş çemberi gibi yanan ,karışan ülkelerin sorunlarıyla multecileriyle uğraşmak ,bunların hepsi kader işte .
  • coğrafya her millet için bir kaderdir. daha önce okuduğum şu yazıda (#77771672) bu kelime ile karşılaştığımda doğru bir tespit olduğuna kanaat getirmiştim. bu cümlenin kökenini öğrenmek için biraz araştırma yaptığımda ise ''coğrafya kaderdir.'' cümlesinin 14. yüzyıl düşünürü, devlet adamı ve tarihçisi olan ibn-i haldun tarafından ortaya atılan bir tez olduğunu öğrendim. işte bu araştırma sırasında elime çok ilginç bir kitap geçti. (ismi bende saklı kalsın) * kitap içerisinde japon halkının coğrafi zorluklara bakış açısını, o coğrafyada yaşamanın zorluklarını v.b. konuları çok güzel ele alan bir bölüm de dikkatimi çekti ve ''coğrafya kaderdir.'' cümlesine ne kadar uyduğu dikkatimi çekti. aslında bu yazıyı başka bir başlık altında da paylaşabilirdim. ama yukarıda zikrettiğim nedenden ötürü yazıyı ''coğrafya kaderdir.'' başlığı altında paylaşmak bana daha makul geldi. isterseniz daha fazla lakırdıyı uzatmadan yazımıza başlayalım.

    amerikalılar için yapılan bir espri vardır: tanrı amerika kıtasını yaratmış, sonra bakmış ki amerika doğal kaynakları ve yaşanılabilirliği ile çok güzel bir yer olmuş. diğer kıtalara haksızlık yaptığını düşünen tanrı, durumu telafi amacıyla amerikalıları yaratmış. bu esprinin bir benzeri japonya için yapılabilir: tanrı japonya’yı yaratmış; bir de bakmış ki ülke yaşanılabilir olmaktan çok uzak. “öyle bir ada yarattım ki, üstesinden ancak bu millet gelebilir” diyerek japonları yaratmış.

    japonya son derece kendine özgü ve değişik bir kara parçası. ilk bakışta japonya gerçekten yaşanılacak bir yer değil. kışın kuzeyde dondurucu soğuk, kar yağışlı bir iklim, yazın güneyde yapış yapış nemli bir sıcak, ülkeyi yılda on beş yirmi kez vuran tayfunlar, her daim deprem, ardından tsunami, patlayan yanardağlar, sel ve heyelanlar, daha neler neler... bütün bu felaket senaryolarını es geçsek bile ülkede oturacak bir düzlük bulmak zor. japon adalarının yüzölçümlerinin % 90’a yakınını dağ ve tepeler oluşturuyor; kalan düzlüklere 127 milyon insanı sığdırmak, bir de üstüne tarım yapmak, sanayi kurmak, futbol sahası açmak olacak iş gibi görünmüyor.

    fazla ders kitabı havasına girmeden özetleyecek olursak; japonya, asya kıtasının en doğusunda, inatçı ve uzlaşmaz beş tektonik tabakanın milyonlarca yıldır itişip kakışmasıyla meydana gelmiş, kuzeydoğu-güneybatı yönünde ince bir şerit şeklinde uzanan bir adalar topluluğudur. dört adet büyük (honshu, kyushu, hokkaido ve shikoku) ve sayısız küçük adadan oluşan japonya, halen huzura erememiş, kıpraşıp duran bir yeryüzü parçasıdır.

    japonya, yüzölçümü türkiye’nin yarısı kadar olan büyükçe bir ülkedir. ne var ki japonya’nın, özellikle kendi vatandaşları arasında, “küçücük bir ülke” imgesi yaygındır. bir japon ile coğrafi bir tartışmaya girdiğinizde size ufacık bir adada yaşadığını söyleyecektir. bir ingilizden ise hiçbir zaman böyle bir yorum duymazsınız; gel gör ki, japonya ingiltere’den daha büyük bir ülkedir. bu coğrafi gerçeği bir japona anlatmaya kalktığınızda size inanmaz. çünkü onun kafasında japonya küçücük bir ülkedir. aslında japonların böyle düşünmesinin haklı sebepleri de yok değil. kafalarını kaldırıp komşu ülkelere baktıklarında, rusya’yı, çin’i, biraz aşağıda avustralya’yı, okyanusun öbür yakasında abd ve kanada’yı görürler. çevrelerindeki ülkeler bayağı kallavi olunca, onlar da boyunlarını büküp “japonya minicik bir ülkedir.” diye kaderlerine razı oluyorlar. ama böyle “küçük” bir ülkede çok farklı iklim özelliklerine rastlamak mümkün; bunun başta gelen sebebi, adaların kuzey-güney doğrultusunda gerilmiş bir yay gibi konumlanmasıdır. ülkenin en kuzeyindeki hokkaido adasının okhotsk denizi kıyıları kışın çok büyük buz kütleleri ile kaplı iken, aynı mevsimde okinawa adalarına gittiğinizde yumuşak bir tropikal iklimde denize girebilirsiniz. iklimi etkileyen bir diğer faktör de ülkenin güney-güneybatı yönünden, pasifik okyanusunda yer alan sıcak su akıntıları ile çevrelenmiş olması. bu akıntılar, ülkenin doğu ve güney kıyılarının nispeten ılıman, yazın ise son derece nemli ve sıcak bir iklime sahip olmasını sağlarken, denizde de gayet zengin bir bitki örtüsü ve hayvan çeşitliliği yaratıyor. ülke, kuzey ve batı yönünden ise soğuk ve kuru rüzgarlar alıyor. özellikle kışın bu rüzgarlar japon denizi üzerinden bol bol nem toplayıp japonya üzerine geldiğinde esaslı bir kar yağışına neden oluyorlar. japonya’nın özellikle kuzeydoğusunun, dünyanın en yoğun kar yağışı alan bölgelerinden birisi olduğunu da unutulmamalıdır.

    japonya’yı, japonya yapan coğrafi ve iklimsel özellikleri biraz daha irdeleyecek olursak; japonya’nın, genelde dağlardan oluşan ince bir kara parçası olduğunu görürüz. ülke yüzölçüm olarak çok küçük olmasa da, bu incelik yüzünden japonya’nın herhangi bir noktasından deniz kıyısına ulaşmak bir buçuk saatten fazla zaman almıyor. adanın orta bölgesi japon alpleri denilen sıradağlarla kaplı; genelde 3000 metre yüksekliğindeki zirvelerden oluşan bu dağlar her mevsimde büyüleyici güzellikte. fuji dağı ise zaten apayrı bir vaka... dağların japon halkı için tanrısal bir anlamı var. japonlar, tarihleri boyunca dağların güzelliği ve ihtişamından etkilenmiş, dağlara tanrısal bir kimlik yüklemiş, onlar için şarkılar, şiirler yazmışlardır. dağlar kentlerin simgesi olmuş, sahiplenilmiş. tarih boyunca ve günümüzde dahi dağların isminin ardından “sayın” anlamına gelen “san” eki (fuji san gibi) her zaman kullanılmış, bir dağa “san”sız hitap etmek edepsizlik sayılmıştır. bazı dağlar diğerlerinden daha kutsal kabul edilmiş, o dağlara kadınların ayak basması bile yasaklanmıştır. eteklerine şehirlerini kurdukları yanardağlar patlayıp lavlarını kustuklarında bile dağlara küsülmemiş, “vardır bir bildiği...” denilerek beraber yaşamaya devam edilmiş.

    japonya’nın genelini oluşturan bu dağlık alanlar derin vadilerle bölünmüş. vadilerden akan coşkulu ırmaklar ve ülkenin çoğunu kaplayan ormanlar doğal güzellik olarak eşsiz, ancak yaşamak için de bir o kadar elverişsiz bir coğrafya yaratmıştır. japonya’ya hakim olan zıtlıklar kendini topoğrafyada da gösteriyor; yüksek dağlar ve derin vadiler ülkenin geniş bir alanına hakim oluyor. adada dolaşmak, 0 metre ile 3000 metre arasındaki bir aralıkta sürekli rakım değiştirerek ilerlemeyi gerektiriyor. japonya coğrafyasını ülkemizde bir bölgeye benzetecek olursak, doğu karadeniz ile bayağı ortak yanlar bulabiliriz. doğu karadeniz ülkemizin en güzel bölgelerinden birisi olsa da, ilkokuldaki coğrafya derslerinden beri bize öğretilen şey, yerleşime, tarıma, sanayiye uygun olmadığı, bu yüzden bölgenin büyük göç verdiği idi. bütün bir ülkenin böyle bir coğrafyaya sahip olduğunu, üstelik bu dağların rahat durmayarak sürekli patlayıp çatladığını, içlerinde para edecek demir, bakır gibi madenler de barındırmadığını, göç edip gidecek fazla bir düzlük olmadığını da düşünürsek japonlar ne yapsın? ama japon, “yapmış” işte...

    genelde ada ülkelerinde yaşanabilen su sorunu japonya’da yaşanmıyor. ülke yeterince, hatta yeterinden çok fazla yağış alıyor. adalarda bolca akarsu mevcut ve su kaynakları gerçekten çok “kaliteli”. pirinç tarımında, sake (pirinçten yapılan bir tür içki) üretiminde suyun kalitesi büyük rol oynuyor. japonya’nın birçok bölgesi duru, temiz, lezzetli suları ile gurur duyuyor. peki bu değirmenin “suyu” nereden geliyor? en önemli kaynaklardan birisi tayfunlar. güneybatı pasifik bölgesinde yılda yirmi beş otuz kez tayfun oluşuyor. bu tayfunların ilginç bir rotası var: genelde filipinler’in kuzeydoğusunda oluşan bir tayfun aşağıya doğru yönelirse, önce filipinler’i tarumar ediyor, arkasında birkaç yüz ölü bırakarak batıya dönüyor. herhalde dünyanın dönüşü ve küresel hava akımlarının etkisiyle olacak, tayfun daha sonra kuzeybatıya doğru bir kavis çizerek japonya’yı gözüne kestiriyor. bazı tayfunlar ise virajı alamayarak önce tayvan’a, arkasından da çin kıyılarına dalıyor ki çin’e giren tayfun epey bir vukuata yol açıyor. tayvan açıklarında virajı alabilen tayfunlar ise, okinawa adalarından başlayarak japonya’yı yağmur manyağına çeviriyor. japonya’nın nüfusunun daha çok yoğunlaştığı güney ve batı bölgeleri tayfunlardan daha fazla etkileniyorlar. depremler, yanardağ patlamaları, tsunamiler ile yetinemeyen ada için tayfunlar da serinletici bir felaket olarak devreye giriyor. ülke her daim bir ıslaklıktan muzdarip, şemsiye sektörü oldukça gelişmiş ama hiç olmazsa su sıkıntısı mevzu bahis değil.

    japonya’nın en büyük adası honshu’dan uzaklaşıp daha ufak adacıklara yöneldikçe farklı mikro iklimlerle karşılaşabiliyorsunuz ki, bu iklimler daha ziyade tropik karakterli. dünyanın en iyi dalış bölgelerinden, en zengin mercan adacıklarından bazılarının japonya’da olduğunu da unutmamak gerekiyor.

    japonya’da kısaca dört mevsim hüküm sürüyor diyebiliriz. hatta bu dört mevsim konusunda japon milleti biraz takıntılıdır. herhangi bir “dünyalı” ile tanıştıklarında, ilk sorularından birisi “bizde dört mevsim var, ya sizde?” şeklindedir. bu doruyu türkiyede herhangi birisine sorsanız bu soruyu yadırgar. çünkü türkiye’de yaşayan biri dört mevsimin zaten tanım icabı olması gereken bir şey olduğunu düşünür. ama japonların özellikle filipinler, endonezya, tayland gibi her daim sıcak ve nemli ülkelerin vatandaşları ile daha yoğun muhabbeti olduğu düşünülürse dört mevsim ile hava atmaları anlam kazanmaktadır. yine japonların sık karşılaştıkları hawaii'liler ise, “bizde tek mevsim var, ama mevsimlerin en kralı” diyerek tartışmayı baştan kesip atıyorlar. aslında japonların dört mevsim takıntısı, japonlar için büyük bir meseledir. japonya’yı tanıtan broşür, kitapçık, internet sayfası gibi materyallerin açılış cümlesi bile genelde “japonya, dört mevsimin yaşandığı bir ülkedir.” şeklinde oluyor. bu yüzden japonyaya ilk olarak ayak basanların tepkisi, “görmemişin mevsimi olmuş...” şeklinde olabilmektedir. ancak ülkeye yerleşen yabancılar mevsimlerin japon kültüründe, mutfağında, sanatında; kısaca japonların hayatında ne kadar önemli bir yer tuttuğunu gördükçe, mevsim kavramına farklı bir gözle bakmaya başlarlar.

    genel olarak coğrafya ve iklimin bir toplumun kültürüne, mutfağına, gelenek ve göreneklerine ve günlük hayatına çok büyük etkisi olduğuna inanılır. örneğin japon halkı “japon” olduğu için balık ve pirinç yemiyor; o coğrafyada yaşadığı için yemek zorunda kalıyor. türkler orta asya’dan çıkınca batan güneşi değil, doğan güneşi takip etseler ve japon adalarına ayak bassalardı, bugün sushi yiyen toplum bizler olurduk. ya da japon halkı patlayan volkanlardan sıkılıp teknelerle güneye inseler, pasifik adalarında pinekleyen bir toplum olurlar ve günde on altı saat çalışmayı akıllarından bile geçirmezlerdi.

    japonya, yukarıda zikrettiğimiz gibi, zorlu ve kendine has şartları yüzünden, belki de o şartlar sayesinde japonya oldu. dünyadaki gelişmiş ülkelere baktığımızda, iklim ve coğrafyası yaşamaya çok elverişli bir ülkenin bildiğimiz anlamda “kalkınamadığını” görebiliriz. hangi tropik adadan nobel ödüllü bir fizikçi çıkmış, hangi tatil cenneti uzaya maymun göndermiş, hangi bereketli topraklar lcd ekranların geliştirilmesine katkıda bulunabilmiş? ama cevap da burada yatıyor: doğanın cömert davrandığı bir coğrafyada yaşayanların kalkınmaya, gelişmeye ihtiyacı yok ki, mis gibi yaşayıp gidiyorlar. ama japonya gibi bir adada yaşıyorsan, mecbursun jeofizik ve deprem araştırmalarında lider olmaya... mecbursun çok iyi klima sistemleri üretmeye... demiryolu taşımacılığı ve tren teknolojisinde çağ atlamaya... derin vadilerden viyadüklerle yol geçirmeye... 127 milyon insanı doyurabilmek için “ne bulursan” yemeye, tarım teknolojileri geliştirmeye... ülkeyi sırılsıklam eden tayfunlara karşı çok iyi bir kanalizasyon sistemi kurmaya... ve o kadar insanın daracık bir alanda hırgür çıkmadan yaşayabilmesi için, karşındakine saygı göstermeyi toplumsal prensip haline getirmeye mecbursun!

    kısaca, iklim ve coğrafya bir milletin karakteristik özellikleri üzerinde tahmin ettiğimizden çok daha fazla etkiye sahiptir ve coğrafya maalesef kaderdir. bu yüzden japonlar da japonya’da yaşadıkları için japon olmuşlardır. başka bir yerde yaşasalar “japon” olurlar mıydı veya başka bir toplum japonya’da yaşasa “japon” olabilir miydi, düşünür dururum...
  • doğrudur. sadece yaşadığın ülkenin yanısıra ; il ve ilçeye de deginilmesi gereken önermedir.
  • daha önce destekleyen bir entry yazmama rağmen artık doğru olmadığını bildiğim önerme. ülkeleri gelişmiş yapan coğrafi konumu değil insan kaynağı düzeyinin yüksekliği. bu yüzden kuzey avrupalılar ve kuzey doğu asyalılar dünyanın neresine göç ederse etsin başarılı oluyor ve gelişmiş ülkeler kurabiliyorlar.
  • kaderimi kısmetimi ben bu devrin izzeti ikramını sikeyim.
  • coğrafya kederdir.
  • çabalamamak, çalışmamak, insanların maddi ve manevi hakları teslim etmemek, birlikte ilerlememek, meyve veren ağacı taşlarlar diyip çalışanı aşağı çekmek vb. bunlar kader değildir. gerekenleri yapmayıp kaderim buymuş denmez.
  • bazi cografyalar secim hakki bile vermez hayatinizla ilgili
hesabın var mı? giriş yap