• spoiler içerebilir !

    ana karakterlerin ne evli ne de birbirlerine çok uzak oldukları aşikar. kesinlikle bir geçmişleri var ve muhtemelen kadının ( juliette binoche) erkek ile bir metres ilişkisi var (olasılık olarak tanımlıyorum çünkü yönetmen bunun ucunu açık bırakmış). ilişkileri de filmin etrafında döndüğü ana temada anlatılmaya çalışıldığı şekilde "gerçek" bir evliliğin kopyası. filmin pek çok sahnesinde görülen gelin/damat - karı/koca ve kadının bunlara karşı olan duygusal tepkilerinden "gerçek" bir evliliğe olan özlemini anlamak mümkün (kadın olaylara ne kadar duygusal yaklaşıyorsa adam da bir o kadar realist ama burada kadına bir eleştri yok çünkü duyguları "gerçek"! ve anafikirle örtüşüyor). bunların yanında, objelerin ya da olayların değerleri sizin onları nasıl kavradığınızla ilgili olarak gerçeklik bulduğu anlatılmaya çalışılmış. kusursuz ya da orjinalin her zaman mükemmelde değil kimi zaman en basit ve sıradan olanın içinde bulunabileceği söyleniyor. basit içinde gerçekliği (mutluluk olarak da tanımlanıyor) bulmanın bunu mükemmelin içersinden bulup çıkartmaktan daha zor olacağına dem vuruluyor (filmin başında ablasını ve onun kekeme kocası ile olan ilişkisiyle alakalı söyledikleri ve filmin sonunda da kendi gerçekliğini kabullenişi j-j-j-james !).
    filme daha büyük pencereden bakıldığında; hayatlarımız ve ilişkilerimiz de dahil olmak üzere hiçbir şeyin orjinal olmadığı, herkesin kendi üzerine düşen rolü birbirinin kusursuz bir kopyası olacak şekilde oynadığını anlamaya kani oluyoruz.
    abbas kiarostami replikleri anafikrin etrafında bir dantel gibi işlemiş bu noktada filmi izlemek isteyenlere tavsiyem izlemekten daha çok bir kitap okurcasına filme konsantre olsunlar. bunların dışında yönetmenin pek çok planın içersine yerleştirdiği ayna ya da cam üzerinde o an hakkında konuşulan objelerin ya da konu ile ilgili materyallerin/ortamın yansımasını kullanması çok ama çok hoş detaylardı.

    8/10

    edit:imla
  • yönetmenliğini ünlü iran'lı yönetmen abbas kiarostami' nin yaptığı, yıllanmış kadın-erkek ilişkilerini oldukça basit ve gerçekçi bir bakışla anlatan, fransa-iran-italya ortak yapımı olan bir sinema filmidir.

    ---spoiler---

    filmin bütün hikayesi giriş sahnesinde gözler önüne serilmiştir. filmin başında yeni kitabının tanıtımı için bir söyleşi yapan bir yazar, onu dinlemeye gelen bir kadın ve bir çocuk üçlemesi, filmin konusu hakkında fikir verecek şekilde işlenmiştir. yazar söyleşisini gerçekleştirirken kadının çocuk yüzünden adamı dinleyememesi ve bu dinleyememe durumunun seyirciye aktarılması oldukça başarılıdır. yazarın konuşması devam ederken kameranın sürekli kadın, çocuk ve kadının fısıldaşmalarına odaklanması, izleyenlerin de söyleşiyi dinleyememesini sağlamaktadır. kadının kocasını dinleyememesine, evliliklerinin en önemli figürü olan çocuğun sebep olması kadını haklı çıkarmaktadır.

    ---spoiler---
  • bir kere unutmadan hemen demek lazım; filmin görüntü yönetmeni (luca bigazzi) de ayrı alıyor insanı;
    film boyunca van gogh tabloları içinde dolaştırıyor sizi diye iddia etsem başım ağrımaz.

    "bir kopyanın da, orijinal eser kadar sanat değeri taşıyabileceği" ile ilgili iddia üzerinden başlıyor her şey,
    derken bunu herkesin en iyi bildiği şey olan kadın - erkek ilişkisi üzerinden örneklemeye çalışıyor.

    --- spoiler ---

    juliette binoche ablamız, orijinali taklit eden kopya. rol yapan aslında sadece binoche; kopyaya verdiği tepkilerle onu certified eden, yani noterimiz de abimiz william shimell.
    kitabın ve iddianın sahibi her ne kadar adam da olsa, kadın kitabı beğenmiyor aslında. fikri destekliyor ama geçtiği, adamla izledikleri yollar aynı değil.

    adam, her eserin bir değeri olduğu kabulü ile bunu iddia ediyor; "çünkü her nesne, benzerinden - türdeşinden farklıdır, illa ayrıldığı noktalar vardır (birbirinin aynı değildir); bu yüzden de orijinaldir. ve orijinal olan şey değerlidir" diyor.

    kadın, bir kopyanın da, orijinal eser kadar sanat değeri taşıyabileceği fikrine katılıyor;
    ama bu seferki "değer"in, onu taklit etmekteki ustalıkta yattığını söylüyor. ve diyor ki "eğer, orijinal eser ile kopyası; ona bakanlarda aynı fikri-hissi oluşturuyorsa, kopya için harcanan emek de bir sanattır ve 2 eser arasında fark olduğunu iddia etmek de saçmadır. istersen sana ispat edeyim"

    diyor ve adamın boşandığı karısını oynamaya başlıyor. adamı sinirlendirdikçe, veya onu sakinleştirdikçe; başarıya ulaşıyor, yani "onay"lanıyor.

    oyun oynayanın sadece juliette olduğunu; zaman zaman adama bakıyor diye kameraya bakarak oynayan tek kişinin kadın olmasından da anlayabiliyoruz;
    yani yönetmen bizim gözümüzle adamın gözünü eşitliyor; izleyeni işaretliyor.

    bir de bonus: şu fani dünyada kadın ve erkeğin aslında aynı şeyi farklı yollarla söylemesine de dokunmuş oluyor yönetmen.

    ve filmde orijinal olmayan tek şey; "kadın ve erkek imajı". çok klasik bir kadın çizdirmiş juliette'e yönetmen; aynı şekilde erkeği de belli-standart kalıba sokmuş.
    "genel, bilinen kadın - erkek ilişkisi" üzerinden gitmesi gerekli miydi bilemem ama bence maalesef işin bu kısmı; gitarın kopan teli;
    ya da "orijinal diye bir şey de yok aslında" demiş amca.

    --- spoiler ---
  • izlerken başlarda sıksa da ilerledikçe ilginizi çekmeye başlayan ve dikkatle izlenilmesi, üstüne düşünülmesi gereken bir film olmuş. oyunculuklar harika üstüne bir laf etmeye gerek yok ama filme dair bir iki laf etmek gerek.

    --- spoiler ---

    film bittiğinde hee bunlar eski karı kocaymış, çan da 8 kere çaldı demek ki saat 8 ve adam 9'daki trene yetişir gider gibi düşüncelere dalmışken, üstüne biraz düşünüp izleyenlerle konuşunca aslında olayın bunlarla hiç alakası olmadığını, tamamen orijinal ve kopya üzerine bir film olduğu kanısına vardım.

    adam kopyanın her ne kadar orijinali taklit etse de aslında orijinalden farklı olduğunu (ufak da olsa), bu yüzden kopyanın da bir değeri olduğunu savunuyor. kadın da kopyanın farklılıkları nedeniyle değil, insanların kopyaya baktıklarında orijinalin yaşattığı ile aynı duyguyu yaşayıp yaşamamalarına göre bir değeri olacağına inanıyor. bunu gittikleri müzede yıllarca orijinal sanılarak sergilenen ama aslında kopya olan bir eseri örnek göstererek anlatıyor.

    zaten bu müzenin çıkışında da bir anda adam eski kocasıymış gibi davranmaya başlıyor. aslında kadın adamın boşandığı eşi taklidi yaparak, yani kendisini bir kopya yerine koyup, adamda aynı duyguları uyandırma çabasında. bence bunu da başarıyor.

    hiçbir zaman evli olmadıklarını, adama balayı yaptıkları oteli sorduğunda da anlıyoruz. balayı yaptıkları otelin önünde olup, oteli hatırlamaması biraz zor. adam başka bir oteli gösterirken, kadın önünde oturdukları otele girip, biz bu otelin 9 numaralı odasında balayı yapmıştık diyor ve anahtarı istiyor. bunu demeden önce de anahtarların asılı olduğu yere bakıp, boş olan bir odayı seçtiği görülüyor. yani o odada balayı yapmadıkları da buradan anlaşılabilir.

    aslında her şey kadının kurgusu ve adama kopya olarak aynı duyguları yaşatmayı başarıyor.

    tamamen götümden attığım, bana mantıklı gelen açıklaması bu oldu filmin. çünkü bunlar evliymiş aslında diye düşününce filmde çok büyük boşluklar oluşuyor. filmi kadın erkek ilişkisinden çok, orijinal ve kopyanın değeri üzerine bir film olarak düşününce daha çok sevdim açıkçası.

    --- spoiler ---
  • juillette binoche filmde, toscana'da küçük bir lokantada garson ya da mekan sahibi kadınla başlattığı sohbet ve devamında sergilediği oyunculukla akılları başlardan alıp götürmüş, özellikle karanlık otel odasındaki "kal, lütfen kal" diye yakınarak gözleri yaşartmıştır. film bittiğinde ayağa kalkıp, alkışlama isteğime engel olamadım.
  • before sunrise ile viyana'ya aşık olduk bir amerikalı ve fransızın aşkından. before sunset ile aynı duyguları paris için yaşadık, büyülendik. bu film ile de toskana'nın güzelliklerini bir fransız ve ingiliz'in gözünden izledik. her hikaye de 10 yaş kadar daha yaşlanıyor çiftler. duyguları ve diyalogları ise hiç yaşlanmıyor, aynı doğallığında. avrupa'nın cıvıl cıvıl, insanın iç ısıtan, tarihi güzelliklerle dolu şehirleri ise dünya kirlendikçe ve sistem insanları daha da içine aldıkça, yaşlandırdıkça daha da güzelleşiyor sanki. diyalogların bol olduğu filmler genelde güzel olur, italya'da çekilen filmler genelde ilgi çekici olur, iranlı yönetmenlerin çektiği filmler genelde sıradışı olur, işte bu film her üçünü de birden toparlamış ve juliette binoche'unda o hayranlık duyulacak oyunculuğu ile birleştirince ortaya izlenesi görüntüler çıkmış.

    ana karakterler olan kadın ve adamın aslında evli olmamasına rağmen zamanla kendilerinin ve izleyicinin bile onların evli olduğuna inanması, bende de alakaları olmamalarına rağmen bu filmin before sunrise serisinin devamı olması düşüncesine inanmayı sağladı ve sanki öyleymiş gibi izledim film ilerledikçe. çünkü orjinallerinden farkı olmayan duygular, nesneler, insanlar, eserlere kopya demek sadece beyindeki algıdan ibarettir filmin de anlattığı üzere. izlenip izlettirilmesi gereken tek günlük bir hayatı akıcı dilde anlatan, hayattaki birçok kavramı sorgulatan bir film aslı gibidir. festivalde kaçırıp da üzüldüklerimdendi, üzüntüm böylece sona erdi.
  • orijinal diyaloğu tam olarak hatırlamasam da filmin sonlarında geçen şu cümle filmi izlemek için yeterli bence:

    --- spoiler ---

    "eğer birbirimizin hatalarına biraz daha toleranslı olabilseydik daha az yalnız olabilirdik."

    --- spoiler ---
  • dil kursu gibi film. diyalog devam ederken, arka arkaya ingilizce, fransızca, italyanca konuşuyor çiftimiz. bu meseleler, dünyanın tüm dillerinde dile getiriliyor, demek istiyorlar sanırım. "tek derdimiz aşk demiştim". bu yüzden kesinlikle dublajlı izlenmemeli.
  • filmde geçen “the garden of leaflessness: who says that it isn’t beautiful” alıntısı mehdi akhavan sales adlı iranlı şaire aitmiş. başlamışken the garden adlı şiirinin ingilizce çevirisini de ekleyelim. *

    "my garden

    its sky is embraced tightly
    by wet thick coat of clouds.
    the leafless garden
    is lonely night and day
    in a sad innocent silence.
    it has rain for an instrument and wind for voice.
    its garment is nakedness,
    or if it needs any other garment
    it has been woven from golden threads by the wind.
    "let them grow or not grow, anyone anywhere it wants or does not want"
    there is not a gardener or a passer by.
    the garden of the hopeless
    is not waiting for a spring.
    if there is no warm glow in its eyes,
    and if no leaf of smile grows on its lips,
    who says the leafless garden is not beautiful?
    it is telling the story of the hight up in the sky fruits which are now buried in the lowly coffin of the soil.

    the leafless garden
    its smile is tear and blood.
    forever trotting on its long haired yellow horse in it is,
    the king of seasons, autumn"
  • juliette binoche'un harika oyunculuğu ile aldığı ödülü hak ettiği film. konu itibariyle tamamen farklı da olsa before sunrise - before sunset tarzı, diyalog üzerine kurulu filmlerden hoşlananların sevecekleri türden..
hesabın var mı? giriş yap