• savcısının suç icad etme çabasındaki mizahi sıçramalarına şahit olduğumuz davadır. özellikle akın atalay'a isnat ettiği suç delilleri ve buna yönelik sorularıyla "keşke bütün zekayı kendini sağlama alma ve/ya göze girme çabasına harcamasaydın" dedirtmiştir. mealen şöyledir: "6,5 yıl önce evine parke yaptırıp kendisine 2500 tl ödediğin şahsın oğlu bi gün bursa'da bi restoranda yemek yemiş. bu restoranın işletmecisi şirket ve sahibi hakkında masak raporu var. hadi ver bakalım savunmanı!"
    muhakeme yeteneğini henüz kaybetmemişlerde boş boş bakma şeklinde tepkiyen bu suçlama karşısında atalay "mantıklı ya da değil ama bu da bi suçlama biçimi" şeklinde bunu ciddiye alıp izah etmeye ve savunma geliştirmeye çalışmış ama olduramamıştır.

    "ülke bölünsün istiyorum,
    yandaş, yalaka ve yavşaklar bi tarafa..
    onurlu,şerefli,emekçi ve vatansever insanlar bi tarafa..."

    canı gönülden be can baba!
  • "her dönemin 'suçlusu' olmayı başardım; kızıma bırakacağım bu mirastan gurur duyuyorum" diyerek cümle aleme ayar veren ahmet şık ile tekrar ışık bulan davadır.

    kaynak
  • iddianamede yer alan ve sayın savcımız tarafından kadri gürsel'in darbenin sinyalini verdiği şeklinde lanse edilen köşe yazısı şudur: http://www.cumhuriyet.com.tr/…iz_olmak_istiyor.html

    heralde bunun üzerine bu davanın ne olduğuyla ilgili fazla bir şey söylemeye gerek yok.

    emeği geçen herkesin allah bin türlü belasını versin.
  • eksi sozluk te nasil bu kadar az gundemde oldugunu hic anlayamadigim davadir. seyma subasi nin evi haktan hukuktan daha onemli haklisiniz.

    savcinin mutaalasini verdigi ve 1.5 saat sonra ara kararin aciklanacagi davadir. umarim herkes serbest kalir.
  • yemin ederim hukuk fakültesi gibi dava.

    iddianameyi zaten okumuştum, şimdi de sanıkların sözlü savunmalarını okuyorum.

    ceza yargılama usûlüyle ilgili saçmalıkların ve bu vesileyle öğrendiklerimin haddi hesabı yok zaten de, bak daha savunmaların yarısındayım, nelerin üzerinden geçildi:

    - güveni kötüye kullanma suçunun unsurları
    - kamu görevini ihmal veya yine kamu görevini kötüye kullanma
    - basın kanununa göre kıdem tazminatı
    - basın kanunundaki sorumluluk halleri
    - zaten genel olarak basın hukuku
    - vakıf hukuku, vakıfların seçim ve malvarlığı üzerinde tasarruf etme usûlü
    - vergi hukuku, taşınmaz satış gelirinin vergilendirilme usûlü
    - şirket yönetim kurulunun toplanma ve karar verme usûlü
    - resmi belgede sahtecilik

    devamında başka konulara girdikçe onları da ekleyeceğim.

    demokrasiydi efendim basın özgürlüğüydü falan konularından zaten bahsetmiyorum onlar zaten bambaşka hadise.

    bu davanın kitabı çıkacak. ve eğer hukuk fakültesi öğrencisiyseniz sizin o kitabı özellikle alıp okumanız gerekecek.

    inanılmaz bir dava bu. o kadar katmanlı ve bilgiyle dolu ki, öyle güzel bir tavır var ki bu davada, hakim savcı değil avukat olduğum için, hatta başka hiçbir şey değil fakat avukat olduğum için, bunları görüp okuduğum ve anladığım için, allahım sana şükürler olsun. sana şükürler olsun ki bugün de "hukukçuyum" diye dolaşırken kendini rezil edenlerden olmadık.
  • hukuksuzluğun bugün de devam ettiği dava.
  • "ben bunu nasıl söyleyecegim çocuğa?" dedi anne. kendimi çaresiz hissettiğim ender anlardan...

    kararlar onanmış. yeniden cezaevine giriyorlar.
  • abd'nin 50 yıl önce vietnam savaşı skandalında (pentagon belgeleri) yüzleşmiş ve aşmış olduğu basın özgürlüğü davasının türkiye versiyonu. biz yüzleşemedik maalesef.

    #86870020
    #86868428
    #86864386
    #86849925
    #85952186
  • hakkında bugüne kadar okuduğum en güzel yazıyı ayşen şahin aksakal yazmış:

    --- alıntı ---
    napolyon’dan diderot’a adalet ve ayıp üzerine

    bir savaşı kazanmak için gerekli üç şeyi “para, para, para” diye açıklayan, kendisini ömür boyu konsül, ölene kadar fransız imparatoru, italya kralı ilan ettiren, hayatının aşkı josephine’i varis isteği yüzünden boşayan napolyon bonapart, “bir insan, hakları için değil, çıkarları için daha büyük bir savaş verir” diyordu.

    bu savaş, sadece meydanlarda kılıçlar, süngüler ve tüfeklerle değil insanın var olma amacı ile var oluşu arasında da geçebilir.

    inandığı tüm değerlere karşı çıkarları da insanda içsel bir savaşa sebep olabilir. ömrüne 60 kanlı savaş sığdırmış, avrupa'dan mısır'a kadar ilerlemiş napolyon'un eminim ki bunu söylerken bir bildiği vardı ama durduğu yer de şüphesiz “napolyon” olmaktı.

    napolyon'a şirk koşmak gibi anlaşılmasın da ben olsam şöyle kurardım bu cümleyi: çıkar için verilen savaşta, onur baştan kaybedilir, hak için savaşta insan yenilse de onur saklı kalır, hatta büyür.

    kendinizi hiç yokladınız mı hangi çıkar için ne kadar yalan söyleyebileceğinize dair? arkadaşlar arasında hiç şakasını yaptınız mı mesela: 1 milyon verseler dört ayak üstünde durup birini eşek gibi sırtında bir yıl işe getirip götürür müsün? 2 milyon verseler bir daha anneni görmeyeceksin deseler kabul eder misin?

    mesela hangi çıkar için ya da kaç paraya mazluma suçlu derdiniz, gözleriniz göre göre, vicdanınız bile bile?

    hiç kanun olmasa mesela, hiç ceza olmasa, hangi suçları işlemeyeceğinizi bilir misiniz? ne kadar kötücülleşebileceğinizi tahmin edebilir misiniz?

    ya da temiz ve masum kalacağınızı garanti edebilir miydiniz?

    napolyon ile aynı dönemlerden yazar, filozof denis diderot “adaletin aklını kaybettiği yerde felsefe susar” diyordu.

    bir ihtimal ola ki yakındır felsefeyi kaybetmemiz diye vakit varken bu mevzuları tartışalım isterim.

    hatta diderot ile açalım, rameau'nun yeğeni kitabından alıntılıyorum: “... genel bir yargıyı yok eden yahut büyük bir gerçeğin ortaya çıkmasını sağlayan dahi, bizim saygımıza daima layıktır. bu insanların, peşin hükümlerin veya yasaların kurbanı olması mümkündür. fakat iki türlü yasa var: bazıları sınırsız, adil, değişmez, evrensel, bazıları ise tesadüfi, yerel, geçicidir ve güçlerini istisnalardan veya dönemin koşullarından alırlar. bu çeşit yasalar onları çiğneyen suçluyu geçici olarak lekelese de zaman bu lekeyi silip yargıçların ve içinde yaşadıkları milletlerin üstüne, hem de hiç silinmemek üzere atar. sizce sokrates mi, yoksa ona baldıran zehrini içiren mahkeme heyeti mi daha onursuzdur?”

    adaletin aklını kaybettiği durumlarda, bu adalete karşı suçlu sayılan, evrensel değerlere göre de suçlu mudur?

    kısasa kısas, modern dünyada bir cezalandırma yöntemi olabilir mi yoksa ahlakın tamamen çöküşü müdür?

    bunu tartıştıran bir film izledim bu hafta: celda 211

    işe yeni başlamak üzere olan bir gardiyan, cezaevini tanıma aşamasındayken kendini mahkumların çıkardığı isyanın tam ortasında buluyor.

    en azılı adli mahkumların yarattığı vahşetin ortasında, hayatta kalmasının tek yolu mahkum gibi davranmak. bunca zaman bir tehdit olarak gördüğü, tam karşılarında yer aldığı bu kitlenin haklı olduğu noktalarla yüzleşmesini, bir mahkum olarak içeride yer almanın ne anlama geldiğini acıyla tecrübe etmesini izliyoruz.

    aklını yitiren adalet, kendi savunucusundan bir suçlu yaratıyor. oysa suçlunun suçu, adaletten ümidi kestiği noktada ortaya çıkan bir kısasa kısas mevzusu.

    filmi izlemenizi isterim, bu sebeple çok detay vermeyeyim dedim. haksızlığın, insanların içine ektiği öfke tohumlarının nasıl hızla patlayıp devasa filizler verdiğini dehşetle izledim.

    burada yeri gelmişken bir alıntı da bernard shaw’dan yapalım: “kaplan adamı öldürmek isterse adı vahşilik, adam kaplanı öldürmek isterse adı spor olur. suç ile adalet arasındaki fark da bundan büyük değildir.”

    adaletin sadece türediği kelime değildir adil, öyle olması gerekir.

    bunca satırı hangi vaka üzerine yazdığımı tahmin edersiniz. tacize uğrayarak, tacize uğrayana empati yaparak, tacize uğrayana mikrofon tutarak, insan hakları evrensel beyannamesini hatırlattığımız için ya da belki sadece "yazıklar olsun" dediğimiz için suç işleyebileceğimizi, bizi bölmeye çalışan soğan terörü kadar azılı bir suçlu addedilebileceğimizi deneyimlediğimiz bir hafta geçti.

    bundandır yüreğimizden geçenleri dünyanın diğer coğrafyalarındaki gibi açıkça söyleyebilmek yerine kelimelerle bunca dans edişimiz, edebiyata sığınışımız.

    bugün bindiğiniz taksinin şoföründen her gün selam verdiğiniz bakkalınıza kadar, susuyorsa insanlar, eleştiriden korkuyorsa, kelimeleri yutmaya alışmaktan utanıyor ama hayatla bağına da utancından fazla önem veriyorsa, lal olmak değil çözüm, anlatmanın yordamını bulup, izahattan vazgeçmemekte.

    ayıba ayıp demeye devam etmeli, edebimizi koruyarak. ayıbı savunurken çekilen kılıçlar, kaplan kadar adamı da yaralar.

    cumhuriyet davası üzerine ahmet şık şöyle diyordu mikrofonlara: “bir laf vardır ya, yatacak yeri yoktur diye. iddia ediyorum, hepsinin yatacak yeri var. o hapishaneye en tepeden başlayarak onları da sokmazsam namerdim. yardım etmezseniz siz de namertsiniz.”

    bugünlerde hâlâ denis diderot okuyorum da unutmuşum tarih bilgimin çoğunu. napolyon'dan sadece eli ceketinin düğmeleri arasında resmi ile “para para para” dediği kalmış aklımda.

    açtım baktım, şöyle yazıyor tarih: “... saint helena adası’na sürüldü ve altı yıllık acıklı bir esaretten sonra 1821’de 52 yaşında öldü. 1840’ta külleri törenle fransa’ya getirildi ve paris’te ınvalides’e gömüldü.”

    bir gün hepimiz toprak olacağız, bazıları namert, bazıları cesur olarak.

    kimimizden, bir kepçe darbesine bakar beton yığınları kalacak, kimimizden geriye dilden dile çevrilen satırlar.

    ben çok düşündüm, ayıba bedel biçemedim. napolyon'a inat, hak tarafını seçelim derim.

    adil pazarlar dilerim.
    --- alıntı ---

    kaleminize sağlık sevgili ayşen...

    orjinali için buradan.

    edit: yazının başlığını ekledim.

    edit 2: hala bu gazetede yazan bağzı(!) gazetecilere kapak olmuş yazı ayrıca.
    not: insandan saydıklarım için söylüyorum bunu tabi.
hesabın var mı? giriş yap