• konuşmak insanın biyolojik özelliği.. insan bildiklerini ve duyduklarını birbirine aktarma yoluyla sosyalleşiyor.
    bu nedenle psikologlara göre bazı dedikodular "iyi" sınıfında yer alabiliyor. bir de kötü olanı var;

    "bir gün sokrates bir tanıdığına rastladı ve adam ona dedi ki;
    -arkadaşınla ilgili ne duyduğumu biliyor musun?
    *sokrates : bir dakika bekle. bana birşey söylemeden evvel senin kücük bir testten geçmeni istiyorum. buna “üçlü filtre testi” deniyor.
    -adam : üçlü filtre ?
    *sokrates : doğru. benimle arkadaşım hakkında konuşmaya başlamadan önce, bir süre durup ne söyleyeceğini filtre etmek, iyi bir fikir olabilir. üçlü filtre testi dememin sebebini birazdan anlayacaksın. şimdi birinci filtre; ‘gerçek filtresi’ bana birazdan söyleyeceğin şeyin tam anlamıyla gerçek olduğundan emin misin ?
    -adam : hayır. aslında bunu sadece duydum ve ….
    *sokrates : öyleyse , sen bunun gerçekten doğru olup olmadığını bilmiyorsun. şimdi ikinci filtreyi deneyelim, ‘iyilik filtresini.’ arkadaşım hakkında bana söylemek üzere olduğun şey iyi bir şey mi?
    -adam: hayır, tam tersi…
    *sokrates : öyleyse, onun hakkında bana kötü bir şey söylemek istiyorsun ve bunun doğru olduğundan emin değilsin. fakat yine de testi geçebilirsin, çünkü geriye bir filtre daha kaldı.’ işe yararlılık filtresi.’ bana arkadaşım hakkında söyleyeceğin şey benim işime yarar mı?
    -adam : hayır, pek değil.
    *sokrates : iyi, eğer bana söyleyeceğin şey doğru değil, iyi değil, işe yarar ve faydalı değilse bana niye söyleyesin ki ?"

    bu, aslında erdemli olmakla ilgili bir hikâye..
  • bir orhan veli şiiri

    dedikodu

    kim soylemis beni
    suheyla'ya vurulmusum diye?
    kim gormus, ama kim,
    eleni'yi optugumu,
    yuksekkaldirimda, gupe gunduz?
    melahat'i almisim da sonra
    alemdar'a gitmisim, oyle mi?
    onu sonra anlatirim, fakat
    kimin bacagini sikmisim tramvayda?
    guya bir de galataya dadanmisiz;
    kafalari cekip cekip
    orada aliyormusuz solugu;
    gec bunlari, anam babam, gec;
    gec bunlari bir kalem;
    bilirim ben yaptigimi.
    ya o, mualla'yi sandala atip,
    ruhumda hicranin'i soyletme hikayesi?
  • “kimin bacağını sıkmışım tramvayda” dizesini yıllardır kimin bacağına sıkmışım tramvayda diye anladığım orhan veli'nin yazdığı, levent yüksel'in seslendirdiği süper şarkı. şiirdeki/şarkıdaki herifi de bu yüzden 1930'larda istanbul'da yaşamış beyoğlu'nun altını üstünü getirmiş eski model genç bi kabadayı, gangster falan zannederdim. bu yüzden bu şarkının gözümde goodfellas karakteri gibi karizması vardı, bugün duruma ayıktım milletin bacağını sıkıyormuş zampara ashgfhjdfhghk.

    neyse ama şarkı güzelliğinden bişi kaybetmedi, levent yüksel'i de hala çok severiz.
  • "kırgınlık hissettiğiniz bir arkadaşınızla kırgınlığa yol açan meseleyi konuşmanız bazen zor ve gerginlik yaratıcıdır; çözümlenmeyebilir. kırgınlıkları, küskünlükleri provoke edebilir. bu yüzden bunun yerine çoğunlukla insanlar başkaları üzerinden rahatsızlıklarını, kırgınlıklarını, beklentilerini ifade ederler. kendilerini değil de x kişisinin yapıp ettiklerini konuşurlar, böylece kendi yaşadıkları hikayeyi pas geçerler. topu dışarıda dolaştırmak her ikisi için de güvenliklidir. gerginlik riskini almamış olurlar. dolaylı şekilde, kısmen başkası üzerinden meseleyi konuşmuş olurlar ki buna da dedikodu diyoruz." -doğan şahin

    yani yakın arkadaşınızla görüştüğünüzde kendiniz hakkında değil de sadece başkalarını konuşuyorsanız, onu bunu çekiştirip dağılıyorsanız belki de asıl mesele başkasının yapıp ettikleri değil de sizsinizdir, birbirinize söyleyemediklerinizdir.
  • iletişim eksikliğinden muzdarip, yüzyüze konuşmaya cesareti olmayan, sorunu yerinde ve zamanında çözemeyenlerin boşa çene yorup kendini rahatlatma çabasıdır. şu dünya üzerinde açık ara en nefret ettiğim durumlardan biri de iş yerinde konsantre olmuş çalışırken ya da sakin bir yere gidip kafa dinlemek için kahveden ilk yudumu aldığım an, arka planda dedikodu yapan insanlara maruz kalmak. anlamaya çalışmadan, durumu düzeltmeye uğraşmadan sadece kim ne demiş, ne yapmış, o yanlışsa bu doğru diyerek kıymetli vaktini neden öldürür ki insan? yapanla arama net mesafe koymak tek çözüm yolum, bir de iyi ki kablosuz kulaklık var!
  • bir yerlere varabilmek için kimi zaman başka kapılardan geçmek zorundayızdır. dedikodu, gizli bir geçit gibi, bu yönüyle. kimsenin bilmediği yolun sessiz iki yürüyeni gibidir failleri. başka hiçbir yerde görülemeyecek bir uyumla bağlanırlar birbirlerine. insanın kendi hakkında konuşsa bir gram ilgi göremeyecekken "şu işe yeni başlayan sıska yok mu, hani uzun saçlı..." ile dikkatleri toplayabilmesi, "sizin işiniz gücünüz yok mu kardeşim?"in acınası çıkış noktasıdır. işimiz gücümüz olsa gider onu yaparız herhalde amca, ne bağırıyorsun?

    benim dedikodu ile tanışıklığım, 3 yıl öncesine dayanır. ne yalan söyleyim, ağzı var dili yok, vur ensesine al lokmasını, efendi bir insandım. hele bir de, işe yeni girmiş, acemi hallerimi de eklersek tablomuz için tek eksiğimiz kenarlara biraz daha mavidir, o kadar. biz üç bayan birkaç haftalığına bir iş gezisine çıktık. mesaiden arta kalan zamanlarda, onların da ısrarı hatta baskıcı tavırları yüzünden birlikte takılıyorduk. ben her zamanki gibi konuşacak bir şey bulamıyordum. sadece ismimi söyler bırakırım: fix menü. tabii, sürekli bir aradalığın getirdiği "aman sen de hiçbir şey yemiyorsun, gömleğini nereden aldım demiştin, şu adam sizce buraya mı bakıyor?"larla başlayan serüvenimiz "birer çay daha içsek mi, bu gömleği çok severek giyiyorum şekerim, bu adam resmen bize bakıyor yeaa"ya doğru yol aldı. biri evli barklı, diğeri evli barklı ve çocuklu bir diğeri de bendeniz olan bu sağlam yapının harcı, başlarda ne kadar direnmiş olsam da dedikoduydu. aman allahım, deli gibi dedikodu yapıyorduk! önceleri bir başlarına yaptıkları tatsız tuzsuz değerlendirmeler, benim zengin hayal gücüm ve zincirleme isim tamlamalarımla birleşince dünya bize hammadde üreten verimli bir pazar olmuştu: keyfimize diyecek yoktu.

    nelerden bahsetmiyorduk ki? bölge müdürünün gizemli telefon konuşmaları, tahakkuk memurunun öss'de derece yapan oğlu (ki bizce odtü'yü yazmalıydı), şoförün keyfekeder halleri, mesleği bırakıp kameraman olma hayalleri, çaycının yalap şalap yıkadığı bardaklar, otel sahibinin elini nereye koyacağını bilemeden gerçekleştirdiği konuşmalar, yoldan geçen kadın, kapıdan giren adam. ezcümle ne işime gerek her hal ve vukuat. sürekli konuşuyorduk. hatta yetinmeyip akşam odamda gurbetten sılaya bile bunlardan bahsediyordum. annem nezaketle beni dinlerken en yakın arkadaşım çok değiştiğimden dem vuruyordu. bir allah'ın kulu da çıkıp "sana ne be kadın!" demiyordu. gurbetin hafifletici etkisi.

    bir süre kendime gelemedim. geceleri neciymiş neciymiş diye sayıkladım. artık her şeyi bilmek, herkese anlatmak istiyordum. en sevdiğim pozisyon birinin kulağına eğilip "biliyor musun, x şunu demiş." olmuştu. değiştiğimi de pek sanmıyorum esasen.

    demem o ki; eğer bir sırrınız varsa, benden uzağa gömün.
  • ilk cümleyi, o vazgeçilmez ve erişilmez lezzetine rağmen, yutabiliyorsan gerisinin gelmesi zor oluyor. diyelim ki yuttun, bu sefer de hazmı zor. işte orada dilini damağına yapıştıracak ve susacaksın. ağzını açmayacaksın. o zehirli lezzete karşı irade gösterebildiğin müddetçe insan olacaksın.

    iş bu entry sadece kendime ithaf edilmiştir.
  • orhan veli'nin şiiri olan haliyle, (ki kendisi "kimin bacağını sıkmışım tramvayda?" dizesiyle uyanış seyansımın pistolü iteneği olmuştur içinde bulunduğumuz tarih itibarı ile) sezen aksu tarafından bestelenen levent yüksel tarafından da icra edilen leziz bir şarkıdır.
  • küçükken levent yüksel'den dinlediğimde sürekli "yazık ya iftira atıyorlar adamcağıza." dediğim ve ancak büyüyünce iftira miftira olmadığını kavradığım şarkı.
  • kendisini aklamak için başkasını boklayanların işidir.

    bal gibi tatlıdır: iki ve daha fazla insancık bir araya gelince sessiz kalmaya dayanamazlar, anlatacak hikayelere ihtiyaç duyarlar. anlatılan şeyin iki taraf için de anlamlı olması için ortak bir zemin bulmak şarttır. kapasite eksikliğinden muzdarip olan birey, bu zemini en kolay ortak tanıdıklar üzerinden konuşmakta bulur. zira ortak tanıdık kendisi kadar karşısındakini de ilgilendiriyordur.
    daha makro bakarsak magazin dediğimiz hadisenin insanlara anlatacak hikayeler vermek için dedikoduya başvuran hastalıklı bir yapı olduğunu görebiliriz.

    hastalığı ortaya koyduk, şimdi çözüm önerilerine geçelim;

    dedikodudan uzak durmak için anlatacak daha değerli şeylere sahip olmanız gerekir. kısa yoldan sahip olmak istiyorsanız, wikipedia okuyun ve fakat, konuşmalarınız copy paste entrylere benzemesin. mutlaka kendi yorumunuzu, bakış açınızı ekleyin. yorumlayamadığınız konularda konuşmayın.

    bulunduğunuz ortam dedikoduya sarmaya meyilli ise, önlem olarak yanınızda kulaklık ve taşınabilir müzik oynatıcı/müzk çalan cep telefonu bulundurun.
    bunu kaba bir davranış olarak görüyorsanız, dedikodunun başladığı anda tuvalet vb. bir bahane bularak ortamdan bir süreliğine uzaklaşın. döndüğünüzde sohbet devam ediyor olsa bile korkmayın. başını kaçırdığınız filmlere karşı hissettiğiniz yabancılaşma duygusunu dedikoduya karşı da hissediyor olacaksınız.

    meselenin özü bu: dedikoduyu yabancılaşma duygusuyla özdeşleştirmek. konuşmalarınız insanlar, olaylar vb. uçucu şeylerden ziyade bilgi ve fikirlere odaklı olsun. bunu yaptığınızda dedikoducular da size yabancılaşacak, birlikte zaman geçirdiğiniz insanların sayısı hızla azalacak, sabun köpüğü ilişkileriniz istatistiksle olarak dibe vuracak.

    bir dönem kendinizi yalnız hissedebilirsiniz. bu illüzyona aldanmayın. kütüphanenizde yüzünüze hasret kalmış, sizinle bir saat geçirmek için can atan büyük beyinler var. dünyanın en büyük beyinlerinden bahsediyorum.
    gidin onlarla arkadaşlık edin. dostoyevski'yle kahve için, hayyam'la şarap için, nabokov'la satranç oynayın.

    uzun zamandır içinizde bir yumru gibi duran, bilinçaltınızda gezinip duygu dünyanızı karıştıran, karın ağrısı yapan "içinizdeki boşluk"un dolmaya başladığını hissedecekseniz.

    "ne yumrusu, ne karın ağrısı yahu?" diyenlerdenseniz çıkmak için 9'u tuşlayın.
hesabın var mı? giriş yap