35 entry daha
  • ilk veda, ilk ayrılık, ilk gurbet.

    bana birçok konuda ilkleri yaşatan okulum. o yüzden ne kadar çok unutmayı istesem de unutamıyorum.
    madem unutamıyorum, o hâlde yazayım istedim.

    kendimi anlatmayı pek sevmem ama epey hırslı bir öğrenciydim. kendi şehrimde sınavlarda kazanmış olduğum derecelerim, başarı belgelerim vardı. o zamanki adıyla liselere giriş sınavı'nda iyi sayılacak bir sonuç almış yüksek puanlı bir fen lisesi'ne girmeye de hak kazanmıştım. birçoğumuz da böyleydi, genellikle alt-orta sınıf bir aileden gelen, bulunduğu bölgenin en parlak öğrencileri. henüz 13-14 yaşlarındaydık ve hayata dair pek bir fikrimiz yoktu.

    nasıl oldu bilmiyorum, yazılı test, sağlık muayenesi, sözlü mülakat vs. derken hepsinden geçtim. bu esnada etrafımda bulunan birçok kişi çeşitli sebeplerden elendi, tam hatırlamıyorum ama bazıları gerçekten çok basit sebeplerdi. sanırım kader dediğimiz şey tam olarak böyle bir şey. bazen birisinin ağzından çıkacak tek bir laf bile, tüm hayatınızı şekillendirebiliyor. işte tüm aşamaları geçtim ama olabildiğince tepkisizdim, ne yapmak istiyordum, sonrasında ne olacaktım.
    işte bunları düşünürken kendimi babam ve arkadaşları tarafından intibak kampına uğurlanırken buldum. son sözleri 'güle güle git ve bu şehre paşa olarak geri gel' oldu.
    tabii, ne ben o yolu güle güle gidebildim, ne de dönüşüm paşa olarak oldu. hatta geçtiğimiz günlerde çok sevdiğim babamı da kaybettim.

    ilk sene hazırlık sınıfıydı, haftada 30 saate yakın yoğun bir ingilizce eğitimi aldık. birçoğumuz devlet okullarından geldiği için ingilizce seviyelerimiz yeterli değildi. okula kayıt olurken çok yüklü bir tazminata imza atmıştık ve hazırlık sınıfında kalırsak direkt atılıyorduk. okulda çok anlamsız bir şekilde devrecilik ve üst sınıf hiyerarşisi vardı. üst sınıf baskısı, atılma korkusu ve gurbetlik derken sarılacak tek şey, yatağımızdaki yorganımız ve sınıf arkadaşlarımızdı.
    askeri okula ilk başladığım sene tv'lerde bu hanımeller reklamı yeni yeni dönüyordu. her gece başımı yastığa koyduğumda reklamlardaki o çocuk gibi kaçmayı düşlerdim. ama nereye kaçıyorsun, kapıda öyle şeker gibi bir bekçi abi de yoktu, silahla nöbet tutan asker vardı.

    hazırlık sınıfı, alışma dönemi çok zor geçirilmesin diye hiyerarşik düzenden biraz izole edilmişti, diğer sınıflardan ayrı bir yerleşkede okuyorduk. bu sebeple üst sınıf baskısının farkında olsak da tam anlamıyla hissetmemiştik. işte hazırlık sınıfını sağ salim atlatanlar lise 1. sınıfta kendisini tam da bu sert ve saçma hiyerarşik düzenin kucağında buluyordu. öyle bir sistem ki lise 3. sınıflar 'toplanak, allah diyek' modunda takılıyordu işte. lise 3'ten çekindiğimiz kadar subaylardan çekinmiyorduk. tabii, neredeyse tüm yetkiyi lise-3'e verdikleri için bu durum bir takım subayların da işine geliyordu. sabahlara kadar süren ceza talimleri, hafta sonu cezaları, şiddet olayları, boru-trampet takımı vs. derken yaşadıklarımızın isveç yapımı şu ondskan filminden eksiği yok, fazlası vardı. o küçük yaşlarda yaşanılan korku, üzerinden ne kadar zaman geçse de maalesef unutulmuyor. bu yaşıma geldim, hala çok kez rüyalarıma girer, kendimi tabura geç kalmamak için acele ederken bulurum.

    askeri okulda en basit kurallardan biri; hayaleti oynamaktır, yani varlığınızı belli etmemektir. böyle ortamlarda ön planda olanların ya da arkada kalanların başı dertten kurtulmaz. hayatta kalmak için dikkat çekmeyerek izinizi kaybettirmeniz gerekir. ben de her ne kadar bu kuralı şiar edinip sakin bir öğrencilik hayatı dilesem de o dönemlerde boyum diğer sınıf arkadaşlarımdan biraz uzun olduğundan dolayı mecburen ön sıralarda olup tüm törenlere katılıyordum. 6 ekim, 29 ekim, 19 mayıs törenleri derken dersten ve spordan kalan zaman, tören provalarında üst sınıflarla uğraşmakla geçiyordu. saatler süren provalar esnasında elimize verdikleri g-3 tüfeği, cılız kollarımızda adeta kemikleşiyordu, provalar bittikten sonra sol kolumuzu bir süre düzleştiremiyorduk.
    ama tören günleri bir başkaydı, inanın hiç yorulmazdık. babalarının omuzlarında bizleri parmakla gösteren küçük çocuklar, atatürk'ün çerçeveli resmini ellerinde gururla taşıyan dedeler, avuçlarını açıp bize doğru dua eden nineler. işte tüm bunları görünce sanki o tören asırlar sürse de hiç yorulmayacakmışız gibi gelirdi. bir adım atarken, içimizden göğe doğru bin adım daha atardık sanki. yani atımız olsa, binmeyi bilmediğimiz halde şaha kaldırıp dört nala gideceğiz, öyle bir coşku..
    bu güzel hisleri hiç unutmadım.
    ve bir de spor sahasına giderken sağ tarafta bir ekmek fırını vardı, o fırından yeni çıkmış ekmek kokusunu da.

    şanlı deniz lisesi,
    sana dair çok iyi düşüncelerim yok, maalesef seni çok iyi anamıyorum. mezuniyetimin üzerinden yıllar geçti, ama ben bir daha heybeliada'ya ayak bile basamadım, içimden gelmedi.
    ama itiraf etmeliyim ki, darbe bahanesiyle kapına kilit vurduklarında epey hüzünlendim, sanki o kilidi benim gönlüme de vurdular. olmasaydı sonumuz böyle.

    demiştim ya o ortamda sarılabileceğimiz bir tek yorganımız ve sınıf arkadaşlarımız vardı diye. işte yıllar sonra öğrendik ki; en zor anlarımızda o sımsıkı sarıldığımız, sabahlara kadar güzel hayaller kurduğumuz, kumanyamızı bölüşüp suyumuzu paylaştığımız sınıf arkadaşlarımızın büyük bir kısmı cemaatçiymiş, bir sümüklü hainin peşine takılan küçük ajanlarmış. her şey sahte ve yalanmış.

    heybeliada'ya bir gün giderseniz iskeleden ayrılıp hemen sol yanınıza baktığınızda bilmenizi isterim; orada sadece deniz lisesi değil, benim gibi onlarcasının mezar taşları da var.
    ziyan olmuş parlak bir neslin hayallerinin ve yarınlarının mezar taşları.
1 entry daha
hesabın var mı? giriş yap