• albert camus'den bir alıntıyla başlayıp alıntının hakkını fazlasıyla veriyor.

    "günümüzde size kadınların orospu olduğu söyleniyor. sürtük oldukları, onları becermeniz, dövmeniz, aşağılamanız, onlardan utanmanız gerektiği söyleniyor. kadınlar, bir pazarlama kurbanı. her gün 24 saat, hayatımız boyunca, bazı güçler, ölene dek bizi aptallaştırmak için sürekli çalışacak. bu yüzden kendimizi savunmak ve bu saçmalığı beynimize sokma girişimleriyle mücadele etmek için hayal gücümüzü canlandıracak, vicdanımızı ve inanç sistemimizi geliştirecek tarzda okumayı öğrenmeliyiz. zihnimizi savunmak ve korumak için okuma alışkanlığı kazanmalıyız."
  • çok güçlü bir film. kelimelere sığdırmayı becerememekten korktuğum kadar...

    sıradan insanların olağan hikayelerinin olağanüstü biçimde aktarılışı dersem biraz olsun yaklaşırım belki zihnimdekilere.

    dalga geçtim, dalga geçildim... tacize uğradım farklı şekillerde. ailenin sevgi yuvası olduğu kadar insanı örseleyen bir yanı da olduğunu çok çabuk keşfettim.

    neden bu kadar ayıp güçsüz olmamız?

    "ezik"

    böyle bir tabir var. biz duygusal teröristleriz. hepimiz. birbirimizi bıçaklayıp duruyoruz. birlikten kuvvet değil sınırı olmayan bir katliam çıkıyor.

    yeterli sayıdaysak, lime lime edebiliriz karşımızdakileri.

    kaç çocuk dayanamadı da gitti bu diyardan biliyor musunuz? karne notu korkusundan, arkadaşlarıyla uyum sağlayamamaktan...

    bu vahşiliğimizin nedeni kendini bilmemek, bilmek için de uğraşmamak.

    izleyin filmi. bir yumruk gibi otursun midenize. imkanlarınızı düşünün, size sunulanları ve kendi kazandıklarınızı...

    pes edişlerinizi ve hiç vazgeçmeyişlerinizi düşünün.
    aile hakkında düşünün: kendi aileniz ve tüm diğer aileler. hatta aile kurumunun kendisi...

    okulunuzu düşünün, öğretmenlerinizi... okulun dışındaki hayatlarını...

    hayatımın en acayip günlerinden birini, derse giren öğretmenimizin sınıfta ağlamasıyla yaşadım. kadıncağız oturdu masaya, bir anda hüngür şakır vaziyette darmadağın oldu.

    duygusal setimizde böyle bir bilgi yok. bön bön bakıyoruz. öğretmenin insan olduğunu idrak etmek zor geliyor. ağlamak; o dekorun, o sahnenin içinde beklenmedik bir şey.

    çok tuhaf değil mi?

    özür dileyerek çıktı sınıftan. sonra da okuldan ayrıldı. çok tatlı bir kadındı, kim bilir nerededir şimdi; ne yapıyordur? hayatta mıdır? hiç bi fikrim yok.

    bizim ne zaman böyle, insansı bir öğretmenimiz olsa; bizi müfredatın dışına çıkartsa; bize insan gibi davransa ya okuldan kovuldu ya da kendisi dayanamayıp terk etti bizi.

    hapishanede gibi hissettim kendimi hep. her gün tornada yontulan bir plastik bebek gibi ordan oraya savruldum.

    neyi, ne kadar ve nasıl öğreneceğime başkaları karar verdi.

    yerimde oturmayı sevmezdim, konuşmak isterdim, deli gibi soru sorardım. sorularımdan ilk önce arkadaşlarım sıkılırdı sonra da öğretmenlerim. çünkü konuyu uzatıyordum. oysa müfredat...

    bize enlemleri, boylamları çok güzel öğrettiler. mercidabık savaşı'nı çok güzel öğrettiler. fakat yas tutmayı öğretmediler. ilk aşk bittiğinde, ayrılık acıyla baş etmeyi öğretmediler. evde şiddet gören bir insanın farkına varıp ona yardım etmenin yollarını öğretmediler.

    şişman bir kız çocuğu olarak okul hayatımın nasıl geçtiğini aşağı yukarı tahmin ediyorsunuzdur. bunun yanına bir de yaşıtlarından farklı düşünen, farklı hisseden bir insan olduğunuzu ekleyin... evet, mini kabus.

    sınıfta tek başıma yemek yerdim. kütüphaneye giderdim. bende ne sorun var diye sorardım. neden mi? çünkü ailem de aynı soruyu sorardı bana. biraz daha bi şey olsam, daha iyi olmaz mıydı?

    sonra işler düzeldi. nasıl oldu biliyor musunuz? ben "düzeldim". kilo verdim, marka kazaklarım, çoraplarım, botum, montum...hepsi vardı artık. biraz daha onlara benzedim nihayet.

    eskisi gibi durduk yere şarkı söylemeyi kestim mesela, çok cool bi şey değildi. daha az soru sormaya başladım. insanları rahatsız etmemek gerektiğini öğrenmiştim artık. kitaplardan, şiirden ve varoluşsal meselelerimden insanlara fazla bahsetmememin daha iyi olacağını fark ettim. kulüp seçerken, kendi isteğimi bir kenara bırakıp, arkadaşlarımla birlikte olacağım kulübü seçtim.

    çünkü "ezik" olmaktan çok sıkılmıştım. ben artık "cool" bi kız olucaktım, bir daha yalnız yemek yemeyecektim. erkekler beni de beğenecekti.

    sonunda bir sevgilim oldu. hem de baya seksi ve yakışıklı bir sevgilim oldu. öyle ki ben bile inanamadım adamın sevgilim olduğuna zira okuldaki kızlar adamın peşinden koşarken adam "benle" beraber oluyordu.

    o kızlar dururken, bende ne bulduğunu düşündüm.

    öyle ya da böyle, işlem tamamlanmıştı. bir daha yalnız yemek şöyle dursun, etrafım insanlarla doldu hep. partiler, gezmeler, tozmalar...

    seneler sonra, boş bakan suratımla beraber, bir psikoloğun odasındaydım. hoşgeldiniz faslından sonra, neden ona geldiğimi sordu. ağzımdan tek cevap çıktı:

    - kim olduğumu bilmiyorum.

    lütfen bu filmi izleyin. mutlu son yok, söz veriyorum. sadece anlamaya bir adım daha yaklaşmak var. düşünmek mecburiyeti var.

    öğretmenseniz, gözünüzü açık tutun.
    anne babaysanız çocuklarınızın dünyasını ıskalamayın.
    çocuksanız da kendinize sahip çıkın, aklınızı ve ruhunuzu kanınızın son damlasına kadar savunun.

    yoksa kendinizi ya mezarda bulursunuz (ki orada olmamam mucize diye düşünüyorum bazen) ya da kim olduğunuzu tamamen kaybetmiş halde, bir psikoloğun, psikiyatristin odasında.

    böyle bir durumda ikincisini tercih etmenizi salık veririm. zira ilkinden dönülmüyor bildiğim kadarıyla.

    bu kadar şeyi niye anlattım?

    "ezik"tim ben. şişman, sivilceli, kıllı bir kız çocuğuydum. kendimi doğru şekilde sevmeyi bilmiyordum.

    öte yandan çok sevgi doluydum, harika bir okuyucuydum, güzel yazılar yazardım, sesim güzeldi, hayvanları çok severdim, yürüyüş yapardım deniz kenarında ve taş toplamaya bayılırdım. yağmur yağdığında şemsiyesiz olarak kendimi dışarı atar ve dans ederdim tek başıma.

    şu an böyle birini görseniz ne yaparsınız? ne dersiniz?

    deli? ezik?

    öğrenmeyin böyle şeyleri. ezbere yaşamayın. insanları etiketlemeyin. içinizdeki "freak show"a izin verin. biricikliğiniz, "kusur"larınızda gizli.

    n'olur sabredin. düze çıkıyor hayat. kendiniz oldukça, beklentilerden sıyrıldıkça, herkesin yaraları olduğunu anladıkça...

    bak bi filmden nerelere geldik okur... yaşasın sanat!
  • daha ilk alıntısı ve her dakikasıyla sarsan film. adrien brody'den başkası olmazmış. müzik, içerik, yönetmen hepsi ayrı güzel. yerimden kımıldamadan, ne kadar kalmış acaba demeden seyrettirmiştir.
  • her bir sahnesinin ayrı ayrı alıntılanıp, ders olarak veli toplantılarında izletilmesi gereken, didaktik olmadan pamuk gibi saran tony kaye filmi.

    "anne-baba olmanın bir ön koşulu, ön şartı olmalı"

    ha bi de;

    --- spoiler ---

    henry: "that bag... it doesn't have any feelings. it is empty. i don't have any feelings that you can hurt either."

    --- spoiler ---
  • tony kaye'nin bomba gibi döndüğü film. wire'ın 4. sezonundan beri gördüğüm, amerikan eğitim sisteminin rezilliğini gözler önüne seren belgesel niteliğinde sert film.

    --- spoiler ---

    fakat filmdeki asıl konu ebeveynliktir. okullar üzerinden çocukların ana-babaya ne kadar ihtiyaç duyduklarını sorgular. okulun eğitim değil, öğretim yuvaları olduğunu gözler önüne sert bir şekilde serer. çünkü her öğretmenin bir derdi vardır. kimse kimseyi eğitmek zorunda değildir. fakat bir şeyler öğretebilir ki öğretmenler bunun için vardır. tek öğretimi çocuk, aileden alabilir. günümüzde de evlenmek, çocuk doğurmak resmen bir gereklilik halini aldığından bu film tam onlara göre fakat ekşi sözlükte bile 2 sayfa entry girilmişse daha fazla söyleyecek bir şey yok.

    ayrıca wire izleyenler bilir, dizi tarihinin en pislik karakterlerinden biri olan clay davis'in de filmde bir rolünün olduğunu görmek hakkaten güzeldi. aynı pisliklerine burada da devam etti...

    --- spoiler ---
  • filmi izledikten sonra, heralde kafka öğretmen olsaydı henry barthes olurdu dedim ki yazarımız da kafka'dan çok etkilenmiş ve hatta benim dediğim gibi bir çıkış noktası yakalayıp yazmıştır senaryoyu. tabi böyle dramatik bir senaryo tony kaye'nin eline geçince tüm yaşam enerjinizi, mutluluğunuzu kaybettiriyor insana. filmin diğer muazzam yanı ise oyunculuklar, adrien brody'den bahsetmeye bile gerek yok tartışmasız en iyi performanslarıdan birini sergilemiş, lucy liu ise kısa rolünün altından laikiyle kalmış bence ama asıl bir performans var ki; sami gayle bana performansıyla leon'daki natalie portman'ı hatırlattı. yeni izledim filmi tanıdık, eşi dostu arayıp izleyin diyorum o derece(abarttıysamda kusura bakmayın, ama izleyin)
  • (bkz: kopma)

    öğrencilerle birebir ilişki kurmakta çok başarılı olan fakat “geçici öğretmenlik” yapan henry barthes’in, tabir-i caizse ruhu gitmiş, ölmek üzere olan bir devlet okuluna kadrolu bir öğretmen gelene kadar “yedek öğretmen” olarak atanmasını konu alıyor. henry, okulda sadece öğrencilerin değil, öğretmenlerin de bu karamsar dünyaya teslim olduğunu görecektir. içinde bolca yakın plan, flashback, zoom-in, zoom-out ve sıçramalı kurgu barındırarak baştan yabancılaştırıcı bir etkiye bürünen film, öğretmen-öğrenci ilişkisini pastel renkleri öne çıkaran çarpıcı görselliği eşliğinde irdeleyip, eğitim sistemi eleştirisinin yapı bozucu bir temsilini sunmasının başarısıyla çeşitli festivallerden toplam 8 ödülle dönmüştür.

    --- spoiler ---
    adrien brody'nin performansı çok başarılıydı, tıpkı film gibi. oyunculuk ve eleştiri kısmı oldukça güzel.
    ilk izlenimim, "hee sıradan öğretmen-öğrenci filmi aga bu. yedek öğretmen olarak gelecek sonra, herkes hayran kalacak kendine vs." idi. ama olay çok farklı ve güzel işlendi. ben pek bi' sevdim. amerikan rüyasını(gençlerin hep eğlenmesi, sevişmesi mutlu olması vs.) ve kapitalizmin kadını nasıl meralaştırdığını eleştirmesi bakımından çok gerçekçi ve tatmin ediciydi...

    erica adlı hatunun, henry'den ayrılış sahnesi ile meredith'in intiharı oyunculuk adına aklımda kalan sahnelerdi. henry'nin dedesi ile konuşmları da bi o kadar başarılı ve etkileyiciydi.

    hissiz olmak kolaydır; bir şeyi önemsemek cesaret ve ahlak ister.

    --- spoiler ---

    imdb puanı 7.7.
  • rahatsız edici bir film. amerikan gençliği sahiden bu durumda mıdır bilmiyorum ama bizim gençlik ve eğitim sistemimizin çok değil en fazla 5 yıl sonraki hali budur. film çok kasvetli ve huzur bozucu olmasına rağmen verdiği güzel bir mesaj var. biraz sevgi ve biraz ilgiyle birilerinin hayatlarını değiştirebiliriz. fakat daha fazlası değil.
    bu arada filmle ilgili oyunculukların hemen hepsi iyiydi ancak adrien brody bir erkek olmama rağmen baygın bakışlarıyla beni bile etkiledi.
  • bir fark yaratmaya çalışan, kendi içinde mutsuz ve hatta umutsuz bir öğretmenin hikayesi.

    o kadar çok şey var ki yazılacak. zaten albert camus'nun "hiç bu kadar tek parça, aynı zamanda da kendimden kopmuş ama dünya içinde var olduğumu hissetmemiştim" alıntısıyla başladığında anladım öyle böyle bir film olmayacağını ama bu kadarını da beklemiyordum.

    detachment * hissini, dünyanın ne kadar boktan olduğunu bir tokat gibi değil de zehir gibi kanıma enjekte ederek yaşatmıştır. izledikten gerçekten bir süre kendime gelemedim.

    öğrencilerine edgar ellan poe okuyan ve bin dokuz yüz seksen dört'teki çiftdüşünden bahseden bir öğretmen bana kendi eğitimciliğimi sorgulatmıştır. hem çocukluğundan itibare maruz kaldığı bunca iğrençliğe ve etrafındaki bunca şiddet ve velvelenin içinde nasıl bu kadar naif kalabilmiştir bu öğretmen?

    ve elbette benim için filmin en can alıcı noktası. tam olarak bu haliyle düşündüğüm ama doğru kelimelerle bir türlü ifade edemediğim "okumanın gerekliliği hatta zorunluluğu" ancak böylesine çarpıcı ifade edilebilirdi:

    "her gün 24 saat, hayatımız boyunca, bazı güçler, ölene dek bizi aptallaştırmak için sürekli çalışacak. bu yüzden kendimizi savunmak ve bu saçmalığı beynimize sokma girişimleriyle mücadele etmek için hayal gücümüzü canlandıracak, vicdanımızı ve inanç sistemimizi geliştirecek tarzda okumayı öğrenmeliyiz. zihnimizi savunmak ve korumak için okuma alışkanlığı kazanmalıyız."
hesabın var mı? giriş yap