• biseksüel, evli, sadakatsiz göçebe karin (hanna schygulla) bir soruya şöyle yanıt vermeyi yeğler:

    "filmlerden çok hoşlanırım. özellikle tutkuyu ve acıyı anlatan filmlerden."

    fassbinder'in hareketli sinema serüveninin yalın bir özetidir bu. aynı zamanda petra von kant'ın acı gözyaşları'nın da bir özeti hükmündedir. fassbinder bu örnekte olduğu gibi filmleri aracılığıyla kendi sinemasına referans vermeyi sever, sevmiştir. aslında bu, keşfedilecek birçok kör nokta ihtiva eden yeni alman sineması'nın ortak bir özelliğidir. misal wim wenders bütün bütüne özbilinçlilikle birbirinden güzel filmler çekmiştir. arada başvurduğu üçleme tercihleri de bunun bir başka göstergesidir.

    denebilir ki petra von kant'ın acı gözyaşları da tutku, acı, aşk, yalnızlık, yabancılaşma, iletişimsizlik, parçalanma üstüne bir filmdir. hikâyenin tamamının petra'nın kutu-evinde geçmesi fassbinder'in filmi bir tiyatro oyunu gibi tasarlamasının yanı sıra (zaten filmi kendi tiyatro yapıtından uyarlamıştır) izolasyona vurgu yapmasının bir sonucudur. nitekim petra von kant kendi kabuğundaki bir istiridye gibidir. evin haricine adım attığında tutkularından, acılarından soyutlanabilecek izlenimi verir. bu aynı ölçüde narkissos'un sınırlı yaşamına bir övgüdür; her ne kadar acıdan ve iç parçalanmadan mürekkep bir varoluş olsa da. fassbinder'in kahramanları acıyı olumlamış, bazan da bir yaşama biçim olarak kabullenmişlerdir. acı, tutku, yalnızlık vardır ve olacaktır; insan bunları içselleştirebilmelidir, çünkü sanat da bütün bunlardan doğacaktır. sanatçı-özne petra von kant her yeni acıdan sonra derin bir uykuya dalacak ve acının kuyusundan gün ışığına yeniden merhaba diyecektir. aksi takdirde sıradan bir sanatçı olacağının bilincindedir.

    aynı ahval fassbinder için de geçerlidir. o da dalgalı sanatçı kahramanı petra von kant gibi coşkuludur, asabidir, şiddete eğilim gösterir bazan, her şeyi uluorta yaşamayı tercih eder. bu yanıyla petra von kant fassbinder'in anima izdüşümüdür.

    petra von kant'ın kutu-evi son planda karanlık ve tekinsiz bir mezarı andırır. tüm dirilişlerin mezarlardan doğru olması tesadüf değildir. ölümlerin olduğu yerlerde yeni yaşamlar da mümkündür çünkü. fassbinder modern daireyi gösterişli bir sanatçı uzamı gibi gösterir, sonra dekor değişir, tıpkı tiyatroda olduğu gibi, birden, duvardaki resim hariç yatakların kaldırıldığını, diğer eşyaların da ortadan kaldırıldığını görürüz. işte fassbinder'in imgelemi: eşyalarla tıkış tıkış daire görüntüsü sanatçı-kahramanın zihninin doluluğunu, keşmekeşliğini, hülasa psikolojik kaosu ifade ediyordu. şimdiyse boşluğun kendisi bir zaruriyet olarak yüzeye çıkmıştır. alkol ile gelen zihinsel uyuşma bile nihai varoluşsal boşluğun yerini dolduramayacaktır. savaş sonrası alman melodramlarının karakteristik nesnesi: içki şişeleri.

    dairenin görüntüsüyle beraber petra von kant'ın fiziki görünüşü de değişir. saçları da değişir, hatta yüzü de. artık makyajından arınarak kendi içene bakar petra von kant. acıyla, tutkuyla, aşkla, imkânsızlıkla özdeşleşmiş, her şeyi kabullenmiştir. aşk ve tutku tarafından yönetiliyordu. şimdiyse zor da olsa özgürleşebilmiştir. böylelikle karin'den gelen son bir telefon hiçbir anlam ifade etmez. acılar ve tutkular geride bırakıldığında aşk da imkânsız bir renge bürünmüştür. petra bunu anlamış olmalıdır.

    şöyle de diyebiliriz: aşkın, birlikteliğin mümkün olabilmesi için bir parça tutku ve acı da gereklidir insana. ötekisi sıradan, palyaçovari bir varoluşun mutluluk taklidi yaptığı bir sirkte yanılsamalarla birlikte yaşamasından daha farklı bir durum değildir.

    petra'nın şu sözü de şöylediklerimizi doğrular bir bakıma:

    "insanlar korkunçlar, karin. her şeye dayanabiliyorlar. insanlar zor ve acımasızlar. herkesin yeri doldurulabiliyor. herkesin! bu, insanların öğrenmek zorunda oldukları bir şey."

    petra von kant'ın yeri doldurulmuştur; derin bir melankoliyle ayırdına varır bunun. ama artık karin'in de yeri doldurulmuştur. onun yerini yine öznenin bizatihi kendisi almıştır. petra von kant; karin ile birlikte ailevi değerleri de hiçlemiş, dostluk biçimlerini bir ikiyüzlülük maskesi biçiminde okumuştur. öyleyse anne olmak, arkadaş olmak, kadın olmak da bir ikiyüzlülük timsali değil midir? petra von kant böylesi bir sonuca varmıştır belki de. modern yaşam yalanı, ikiyüzlülüğü öğretti bize her şeyden evvel. nasıl yaşamamız gerektiğini öğrenemeden evvel ötekine karşı nasıl rol yapmamız gerektiğini öğrendik. petra von kant işte buna karşı asabi bir savaş açar.

    son plan belki de bu minvalde çift anlamlıdır: petra von kant ya intihar uykusuna daldı ya da yeni bir günün sabahına uyanmak için gözlerini yumdu. ben ikinci seçenekten yanayım çünkü petra von kant gibi tutkulu bir yürek için intihar fazlasıyla basit bir tercih olurdu.

    işte bundandır ki dilsiz-köle marlene bavulunu toplayarak kutu-evin haricine çıkmayı yeğler. çünkü efendi-köle diyalektiğinin rengi değişmiştir artık. karin sahneyi doldururken bir köle, bir uşak, platonik aşkın müsebbibiydi; şimdiyse özgür biridir artık. bu nedenle bavuldaki eşyalardan biri de bir tabancadır. yani ölümü yeğleyen sanatçı-özne petra von kant değil, köleliği içselleştiren marlene'den başkası değildir.

    bütün iyi filmlerde karakterlerin dönüşümüne tanık oluruz. bu film de o halkanın güzide bir örneğidir. dönüşüm ise içeriden dışarıya doğrudur. son tahlilde petra von kant aşkın karanlık gecesinden özgürlüğün ışıktan sabahına upuzun acı gözyaşları akıtarak sürüklenir: yaşam ölümden bin kere daha değerlidir. ölümden medet uman, bu duyguyu sömüren, ölülerden prim yapan aşağılık soy ise türünün yüz karasıdır. gerçek ölümler zihinseldir çünkü.

    son söz petra von kant'a ait olsun:

    "...insanlar birbirlerine ihtiyaç duysunlar diye yaratıldılar; fakat birlikte yaşamayı hiç öğrenemediler."

    ikiyüzlü modern varoluşların yalın bir özeti.
  • faşizmin insanın içindeki köklerine dair...

    alman sinemasının dahi çocuğu rainer werner fassbinder imzalı filmde toplumsal faşizmin zihinsel tohumlarına bir bakış atılıyor. hikayemiz başarılı modacı petra von kant'ın ikili ilişkilerine odaklanıyor. filmin tiyatro oyunundan devşirme senaryosu güç-faşizm denklemini çok doğru bir yere oturtuyor.

    evrensel kural değişmiyor, güce sahip olan kuralları da koymak ister. zoraki değiştirilen kurallar ise insan ilişkilerinin mayası olan dramı 3. sınıf bir trajediye dönüştürüyor. muktedirler yanılmadıkları sanrısıyla yaşarlar, ezilenlerinde sanrısı ise yanılmaktır. bize böyle bir sinema meyvesi veren ülke ise, yakın bir zaman önce dünyayı -yanılmadığına ikna ederken- kan gölüne çeviren almanya zaten.

    sinema toplumsal yaraları iyileştiren bir merhem olmadı hiç bir zaman, o daha çok aynı yaraların yeniden açılmasını engellemeye dönük bir ruh eğitimi faaliyeti oldu; ve böyle ölümsüz eserlerler verdikçe insanlığa olan inancımız asla bir sanrıya dönüşmeyecek.
  • tum zamanlarin en iyi sanat yonetimi ve kostum tasarimlarindan birini gorebilirsiniz bu filmde.
    bir digeri icin (bkz: the cook the thief his wife and her lover)
  • petra von kant kocasından yeni boşanmış duygu karmaşaları yaşayan, zengin, güçlü, bağımsız ve entelektüel bir moda tasarımcısıdır. çevresine, özellikle de ona aşık olan hizmetçisi, sekreteri marlene’e hükmetmeyi, baskı altında tutmayı seven petra, marlene’nin aşkına karşılık vermediği gibi, herkesin içinde onu küçük düşürüp ezmekten, marlene’nin aşkını ona karşı kullandığı bir silaha dönüştürmekten de asla çekinmemektedir. merlene için ise pedra onun en büyük zaafıdır... küçük dünyasında sadece pedra vardır ve onu, yaptıklarına rağmen terk edemediği gibi bunu gerçekleştirmeye gücü de yoktur.

    bir gün petra karin adında model olmak isteyen genç güzel ve tutkulu bir kadınla tanışır... ve filmimiz bu noktadan sonra petra’nın karine olan derin aşkını anlatan bir çığlığa dönüşür… biz seyirciler ise karin’nin, petra’nın ona karşı hissettiği aşkı nasıl kendi çıkarları için kullandığına, petra’nın o güçlü karakterinin bir aşkla nasıl yerlebir olduğuna ve petra’nın hırsları ve egoları yüzünden sonunda nasıl yapayalnız kaldığına film boyunca tanıklık ederiz…

    rainer werner fassbinder izleyiciler için izlemesi oldukça güç bir filme imza atmış. kendi yazdığı bir oyunu beyazperdeye aktaran yönetmen, filmi tamamen tiyatral bir zemine oturtmuş. tek bir mekanda ( petra’nın yatak odası ) 5 ayrı bölümden oluşan film tamamen monologlarla dolu… bu durum da izleyicide çoğu zaman sıkıntılı bir ruh haline soksa da ( özellikle ilk yarım saat veya kırk dakika) sonradan filmimiz biraz da olsa hareketleniyor. gerçi hareketleniyor sözü biraz zorlama bir ifade oldu sanırım zira film oldukça durağan kesinlikle akıcı değil bunun yerine biraz daha merak uyandırıcı oldu demek daha doğru olabilir.

    filmdeki tonaj, renk kullanımı ve kostümler filmin nazarımda en can alıcı noktası olduğunu da unutmadan eklemem gerek… netice itibariyle birçokları açısından fassbinder’in en iyi filmi olarak kabul edilen petra von kant’ın acı gözyaşları benim tarafımdan çok da yüksek bir beğeniyle seyredilmedi ne yazık ki … ancak yönetmeni açısından yine de görülmesinde fayda var kanaatindeyim…
  • bu filmde fassbinder alternatif bir bergman. yalnız fassbinder filmlerinde çözüm bergman'ınkiler gibi anlama oranı ve derinliğinin artmasıyla değil, çelişkiler ve otorite/güç ilişkilerinin netleşmesi veya karmaşıklaşmasıyla dinamik yumaklanma ve yırtılışlar halinde bulunur, en azından aranır.

    "inanmak mı? bunun inanmakla ilgisi yok. elbette beni sevdiğine inanıyorum.
    ama beni sevmediğini sanıyorum."

    çok sağlam film. tabii klostrofobik, yavaş, diyaloglara, duyguların yapısına dayalı bir film. zamanında üniversite başında grupça izlemiş ne anlamış ne zevk almıştık, hatta travmaydı. bizim için ağırmış. sıkılmışız. yaşam hakkında ne biliyorduk? göz ve sanat disiplinimiz yoktu. film aşkın ve aşktaki acımasız eşitsizliğin üstüne kurulu. bu filmde tam tipik fassbinder olmaya başlamış. klostrofobik olduğu halde canlı renkli. flu veya soğuk değil, karanlık değil. adeta gizlemek değil açmak, açıklamak, göstermek, herkese anlatmak istemiş. tane tane, diyalojik, sıkıcı tarafları olmakla birlikte aşkın ruhunu, ilişkinin dehlizlerinde aşkın nasıl sersefil olduğunu göstermiş. tane taneliğine bir gösterge de hanna schuygulla'yı açıkça olumsuz bir rolde kullanması. sevmeyen, seveni kullanan rolünde. bencil, çıkarcı, kariyerci. a, tabii bir de kadın kadına aşık oluyor, çekimine kapılıyor ve hemen dengeler altüst. dolayısıyla film zamanında olasılıkla lgbt/lgbti kitleyi çok olumlu etkilemiş, görünürlüklerine destek olmuştur. sakin soğuk bir ilişki gibi başladığı halde. sonunda eve annesi de geliyor ve petra kızının karin kıza aşkını hazmetmek zorunda kalıyor. tabii aşık olan sözünü sakınmaz, hem çevresindekilerin ikiyüzlü maskelerini alaşağı ediyor hem köpek gibi özürler diliyor, yeniden yaltaklanıyor. acı acı da terk edilmek zorunda kalıyor. sevdiğinden gelmedikçe onu arayan bütün mesajları yüzgeri çeviriyor. başa dönüp anımsatalım, baştan sona hep göz önünde olan bir hizmetçisi marlene var, o da kadın ve petra marlene'e sert davranıyor, aşağılıyor. emir kipiyle konuşuyor. hizmetçi hırslı ve onun her şeyini biliyor ama, hep hırsını saklıyor; dilsiz uşak gibi her emri sineye çekiyor. bütün maceralarına tanık. sanki becerilerine ortak, petra desen çiz diyor, kadın kendisi modacı, çiziyor. hizmetçi marlene sessizce hem onu dinliyor hem denileni yapıyor. hem içkisini getiriyor hem sevişmesini izliyor veya dinliyor, hem daktilosunu yazıyor. petra'nın kendi kızı ancak doğum gününde görünüyor, yan unsur. filmde sadece kadınlar oynuyor, modacı petra sık sık peruk değiştiriyor, mekan tekliği var zaten demiştik. erkeklerden bahis var ama oyuncu yok.

    bu aşk hikayesi zihin* içinde geçmekte. tüm karakterlerin kadın oluşu bunların parça kişilikler olduğunu ve birliğin kişi/zihin birliği olduğunu gösteriyor. elbette aynı anda dış dünya ve dış ilişkiler de geçerli olabilir, engel yok. bu alternatif bir okuma. içimizde mikrokozmos var. bir ek tahmin, fassbinder acılı ve kokainman, uyuşturucu bağımlısı ya. aşkı uyuşturucu kriziyle, uyuşturucu yoksunluğunu aşkla anlatmış. uyuşturucunun romansını, umut evresini kısaca anlatıp sonra sanat ağırlığı ve odağını bağımlılık dehlizlerine ve yoksunluk krizine vermiş gibi. aşk ile uyuşturucu öyle de cuk oturuyor ki birbirlerine. bazı insanların aşktan öcü gibi korkması boşuna değilmiş.

    fassbinder uyuşturucu madde temsili olarak zihinde sevileni (karin) koyuyor. sevilenin yaşam öyküsünde dikkat uyarısı var. filmde babam diyor sevilen, yok yere işten atılınca annemle geleceklerini göremedi; annemi öldürdü, kendini de astı. (bana yaklaşma, kırmızı alarm.) fassbinder kendi geleceğini bilmekte veya korkmaktaymış. kim korkmaz? hem duyarlı hem bağımlısın, her yerin de çelişki ve muhalefet kaynıyor.

    bu bakışa oranlayınca filmi fazlaca umutlu bitirmiş. yoksunluk krizinden geçen demedik ve yapmadığını bırakmayan petra yatışıyor, düze çıkıyor, herkesi savalıyor. en sonda marlene hizmetçiye alıcı gözle bakıyor. özür dilemeliyim ve yeniden başlamalıyız diyor. özgür bırakacağını ima ediyor. sevinen hizmetçi (yeni kontekstin gereği terk veya ortamı boşaltma, sadeleştirme olarak) hızla bavulunu hazırlıyor, ilk defa evden uzaklaşacak. izinli veya özgür olarak ilk. yorgun ve mutlumsu suratlı petra o giderken huzurlu bir uykuya dalacak gibi. yeni terkin dehşetini filan görmüyoruz yüz ve hareketlerinde. iç dairede sukunet sonunda sağlandı, kriz atlatıldı, kafanın içindeki hayaletler, yarı kişilikler gönderildi. o bakımdan fazla bir umut. ama yoksunluk krizi atlatan herkes cidden büyük özgüven ve umutla dolar. onları çeldiriciler, tökezleticilere karşı uyarmak çaba gerektirir.

    edit: filmde arka fonda pek çok sahnede görünen resim fransız nicolas poussin'in 'midas and bacchus' resmi. demek ki neymiş, dionysos eşşek kulaklı krallari bile delirtebilirmiş. tabii o resmin yorumlanması, filmin anlamına eklemlenmesi gerekiyor.

    ***
    yıllar sonrasının siyah beyaz filmi brd trilogy'nin ikinci sırasındaki die sehnsucht der veronika voss (1982) havasıyla, ruhuyla petra von kant'ı hemen anımsatıyor, çağrıştırıyor. hatta biri diğerini anlamada benzerlikleri ve farklarıyla birlikte kılavuz olabilir görünüyor.
  • zayıf görünenin, iktidarı kullanmayı daha iyi bilen taraf olduğunu teşhis etmiş fassbinder 'in enfes filmi.
  • tamami ic mekanlarda gecen, ve her fassbinder filmi gibi kole-efendi iliskisini irdeleyen alman filmi. agirligina alisildigi ve sikinti ile hiperaktivite triplerine girilmeyip sakince izlenildigi zaman izleyenin suratina tokat gibi inmesi dogal olan sinema hedesi. (bkz: angst essen seele auf)
  • perihan magdenin piyasa olup bayginlik vermeden onceki doneminde yazdigi kitabi refakatcide bas karakterin rainer werner fassbinder sinemasi isimli, butun gun fassbinder filmleri gosteren sinemada seyrettigi ardindan uzun zamandir gormedigi bir arkadasina rastlayip cingene palamudu, roka falan yiyerek icmeye gittigi veya gitmeyi icinden gecirdigi filmdir ayrica. neymis (bkz: bir cop kutusu olarak hafiza)
  • film toplam 5 sahneden olsur. rainer werner fassbinder uzmani oldugu, insan iliskilerindeki iktidar cekismesi ve bu hususta cinselligin etkisi uzerine en etkileyici cikarimlarindan bazilarini yapmistir. petra von kant rolundeki margit carstensen ve karin rolundeki hanna schygulla superlerdir ama esas fenomen sekreter rolundeki irm hermann'dir. haaa bir de francois ozon'un fassbinder uyarlamasi kizgin taslara dusen su damlalari'nin sadakati ve basarisini takdir etmek icin donup bu filme bakmak yeterlidir.
  • 1971 yapımı ve yaklasık iki saat süren bu film beni öylesine benden almıstı ki iki ay süreyle her yerde almanca duymus ve almanca rüya görmüstüm, o zamanlar bildigim iki cümle*** almancaya ragmen...
hesabın var mı? giriş yap