• "sağanaktan sonra açan hava
    ve bir süre
    çevreyi saran alıç kokusu."
    (basho, "haiku'lar"dan)
  • arka bahçede piknik yapmaya katlanamayacak kadar az, dağ bayır aylarca yol alabilecek kadar çok seviyorum doğayı.
  • biçemlerin ustası salah birsel, 1992 yılı güncesi "yanlış parmak"ta (adam yayınları, 1996), 2 mart pazartesi gününe şu güzellemeyi yakıştırmış (s. 25-26):

    *

    "kimileri gönüllerini dünya sevgisinden kurtarmaya, bir köşede kuru başlarıyla yaşamaya bakarlar.
    bunlar, çokluk, daha körpe yaşlarda, pilleri bitmiş kişilerdir.
    denizlere, ormanlara, dağlara, ırmaklara, çiçeklere, hayvanlara, gülmeşeker insanlara başlarını döndürüp bakmazlar. onlara 'hudey, hudey dostlar, hudey' diye seslenmek istemezler.
    oysa, doğanın kütüğünü eşelemekte, sevgi odaklarının haritasını çıkarmakta büyük bilim, büyük mutluluk vardır. çünkü kuşlar, çünkü ağaçlar, çünkü ırmaklar, çünkü çiçekler, tanrının günü, bize beş bin altınla selamlarını yollar.
    eskiler, peşkirlerin adlarına bile gül kokuları, narlı bahçeler, gelin başları, bülbül çiçekleri, 'sev beni' çığlıkları ve de menevişler boca etmişlerdir.
    nerdesiniz? ne yapıyorsunuz?
    bahçelere dalıp, ya da yolunuz üstündeki bir yeşilliğe yaslanıp karanfilleri, leylakları, gülleri, sümbülleri, mustafaçiçeklerini, tilkişenleri, yaseminleri, hanımellerini seyre durursanız içinizi koyu erguvaniler, kanarya sarıları, tirşeler, al ebruliler, vanilya morları, sütbeyazı, tarçın kırmızıları, hünnabiler, açık allar, nohutiler, havai maviler, cam göbekleri ile boşaltır ve doldurursunuz.
    renk, renk, renk.
    deniz kıyısına inip, gökyüzüyle birlikte, sonsuz ışıkları gözlem altına aldığınızda da çin mavisi, saksonya mavisi, kral mavisi, prusya mavisi, kurşuni mavi ve de 'bleu turquoise' yani türk mavisi ile ışınlanırsınız.
    ama siz acele etmeyin. nafile yorgunluk almayın.
    akşam, akşam yine akşamı bekleyin.
    gökkubbenin gelip kendini denizin kollarına bırakıvermesini kollayın.
    işte o zaman, edirne kırmızıları, gül kuruları, şarabiler, firfiriler yani parlak kızıllar, nar kabukları size, içi ve dışı bayındır bir şölen çekecektir.
    siz de, isterseniz, göllerde kamış olabilirsiniz."
  • (bkz: aldo leopold)
  • canlıların en geniş yaşam alanı, varlığın bütününe duyulan sevgi, içimdeki şey.

    bunda ailemin ve elbet doğu karadeniz'in payı çok büyük. orada doğdum, büyüdüm. çocukluğum bağ, bahçe, dere, bayır, toz, toprak, yağmur, içinde sürüp giderken; anne babalarımız üzerimizi kirletmememizi, evden uzaklaşmamamızı öğütlememişlerdi hiç. evvet küçük bir ilçede büyüyorduk ama asıl sebep onların da orada büyümüş olmaları ve çocukken böyle öğütleri duymamış olmaları idi sanıyorum. hep doğa içindeydik, dedemlerin o metrelerce yüksek toprak duvarlarında az tırmanmadık, evimizin önünde akan derede yağmur filan dinlemeden yüzdük, denizde güreşirken, bir yandan viya yapan insanları izledik, derenin yamacında kumu üzerinde bahçelerden aşırdığımız mısırları közledik, patikalarında bisiklet sürdük, mahalle(köy diyen de var)de bahçemizdeki çeşitli meyve ağaçlarında şarkılar söyledik ve hasat zamanında onlardan dinledik, fındık ağaçlarında daldan dala zıpladık; sohbet ettik, çay bahçelerinde saklambaç oynadık, ormanında öten guguk kuşları ile yarıştık, geceleri el ayak çekilmişken ateş böceklerinin ışıkçılığı üstlendiği, çok sesli çekirge korosuna nail olduk, yağmurunda ıslanmayı hep sevdik ama bazen de o devasa kabak yapraklarının altında bekleştik, çatıya düşen yağmur damlalarının sesi ile mışıla daldık, bazen hiçbir şey yapmadan sadece baktık, dinledik. bu da ''bir şey yapmak'' idi ya bize. hal böyleyken nasıl sevmem ki doğayı? sevgim, salyangoz sonsuzluğunda evvet.

    ''doğayı seviyorum'' demekle, doğa sevgisine sahip olamaz insan. onu sevmek; ona emek vermek, ona karşı sorumluluk hissetmek, onu oluşturan tüm unsurların varlığından mutluluk duymaktır. şahit olduğum kadarıyla, insanların doğa sevgisinden anladığı çoğu vakit yeşillik alanlarda oturmak, oyun oynamak, mangal yapmak, ... üstelik arkalarında bir yığın çöp bırakarak...
  • hakkında ne kadar az yazıldığını görüp şaşırdığım.
    derim ki, doğadan uzak olan, kendi özüne uzak olandır.
  • spinoza'ya göre insanın özgürlüğünün temelinde yatar. insanlar doğanın bir parçası olduğu için de doğayı seven insanı da sever... ayrıca sevmek anlamaktır. yani bilge insan iyi insandır.
  • doğa da en temiz enerji yüklemesi olur. bundan dolayı insan doğada huzur bulur. şarjı dolar ve hayata daha pozitif bakar. negatif enerjiden uzakşılır. bundan dolayı bu duyguyu yaşayan insanlar hep doğada olmak isterler. ben yıllarca doğada yaşasam, şehir hayatına asla geri dönmem. doğa insanı kendine getirir. kendini tanımaya başlarsın doğa ile. benlik denilen ilkellik meydana çıkar. içinizdeki ruhunuz aydınlanır. uçsuz kişiliğiniz daha güzel şekle girer. kendinize ben böyle miyim? diye sorular sorarsınız. özdür ve hammadde haline burunur benliğiniz. özünüzü yakalarsınız.
  • bir tür infantalizmdir. aslında doğa diye sevilen şey ağaçlar çimenler falandır. salgın hastalıklar, virüsler, açlık, yaşlanmak, avlanmak, parçalanmak gibi doğanın en vurucu kısımları doğayla özdeşleştirilmez.

    doğa sevgisine sahip insanlar doğanın döngüsünden bahsederler. bir şey doğal döngüye aitse o mutlak haklılık payına sahiptir. tabii ki doğal döngüyü sevecektir çünkü kendisi bir insandır ve besin zincirinin en tepesinde yaya yaya oturmaktadır.

    besin zincirinden memnun musun diye bok böceğine sormuş mudur? hayır, en çok av olan ve kendisi de dışkı yemek zorunda olan böceğin halini düşünmemiştir. bir insanın doğal döngüyü övmesi zenginlerin kapitalizmi övmesi gibidir.

    doğayı savunarak doğadan onay almayı bekler. doğa ana der, gaia der, bir nevi engin bilge yüce doğa ruhu onu takdir edecek zanneder. bütün haklılığını bu tarafa dayandıracaktır ama o çok sevdiği doğa ana onun etini lime lime etmek için fırsat kollamaktadır.

    zevk için can alan tek varlık insan der. heralde hayatında hiç kedi beslememiş, sırf oyun olsun diye farenin böceğin madara edilişini seyretmemiş, hiç ihtiyacı olmadığı halde katır kutur civciv çiğneyen at görmemiş, komşu kabilenin yavrularının kafatasından kan içen şempanze sürüsünün belgeselini izlememiş, bir maymunun bir kurbağaya neler yapabileceğini seyretmemiştir.

    kötülüğü sadece insana ait bir özellik gibi görüp doğada halihazırda var olan kötülüğü algılama kapasitesinin sadece insanda olduğunu düşünemez. doğa en şiddetli ızdırapları kürdan niyetine kullanırken masumların kanı nehir olup akmaktadır. insanoğlunun evrimleştikçe bu kabus gibi düzene alternatif icat edip adına da "iyilik" dediğini anlayamamıştır. insanoğlunun da en kötü özelliklerinin zaten doğadan kalma şiddet dürtüleri olduğunu düşünmez. gerçek odur ki bir insan ne kadar doğal davranırsa o kadar kötüdür.

    bu düşüncenin en zararlı hali de doğallığı kaderle özdeşleştirmektir. başa gelen elim badireleri "olacağı varmış" diyerek geçiştirir. hastalıklara sırf doğadan geldi diye tepki vermez, iyileştirmeye çalışmaz, doğanın önüne attığı boktan engelleri aşmaya çalışmak yerine "doğal bu" diyerek bunları kabullenmeye çalışır.

    kara vebayla mücadele eden doktorlar "doğal bu" deselerdi bugün dünya üzerinde insan kalacak mıydı? bunları düşünmez. medeniyetin ya doğaya üstünlük sağlayarak ya da doğayı ıslah ederek gerçekleştiğini göremez.

    insan da doğanın bir parçası der. o halde doğayı yok eden insan, doğanın doğayı yok etmesi midir? bunu kabullenemez çünkü ona göre doğa yüce ahlaklı, müthiş etik, asla doğayı yok etmeyecek hikmetli bir ruhtur. tarihte daha önce birkaç defa doğanın kendi kendini yok ettiğini bilmez. çünkü doğayı sevmesi romantik bir hevestir. sevdiğini iddia ettiği varlık hakkında araştırma yapmamıştır.

    doğayı alt ettikten sonra kurulmuş olan medeniyetin nimetleriyle yaşarken doğanın iyi olup olmadığını sorgulamak mümkün değildir. o soru sadece kurt tarafından yenmek için dünyaya getirilmiş ceylana, beslenecek ağzı olmayan ipek böceğine, yavrularını yılanlardan koruyacak hiçbir özelliği olmayan tavşana sorulabilir.

    (bkz: terraforming)
  • (bkz: doga rutkay)
hesabın var mı? giriş yap