• mevsufları.

    yani ilk bakışta görünen o. sıfatlar aynı, mevsuflar farklı; ikisi de doğal ama biri us, diğeri bilinç.

    peşin uyarı: yine uzatacağım.

    konuya geçmeden önce bu başlığı niye açtığımı açıklayayım. bu ve benzeri başlıkları açmamdaki gaye genelde rasyonalist felsefeyi, özelde ise aziz yardımlı’yı takip edebilmemize bir katkı sunmak. özelde aziz yardımlı’yı demem lafın gelişi, çünkü yeryüzünde türkçe konuşan tek felsefeci o, ve rasyonalist felsefeye değmenin onunla temastan başka bir yolu yok. türkçe’de rasyonalist felsefe demek, aziz yardımlı demek. o yüzden diline vs. takıp mızmızlanmanın alemi yok. felsefe yapmak istiyorsanız tabii. yok, benim öyle bir niyetim yok diyorsanız size hayırlı mızmızlanmalar o zaman.

    aziz yardımlı, bu ve bunun gibi bir sürü kalıp kullanıyor. ama laf olsun diye değil, hepsi içerikli kalıplar. nitekim aziz yardımlı’dan kaçmanın asıl nedeni de bu: yazdıklarının içerikli ve anlamlı olması. türkçesi farklıymış falan hepsi palavra. soruyorum doğal bilinç ve doğal usun neresi zor, neresi anlaşılmaz. doğal, doğal; us, us; bilinç, bilinç. bunların hangisi size anlaşılmaz ve kapalı geliyor? hepsi açık ve şeffaf sözcükler. yani bu tür söz öbeklerinde sözcüklerin kendilerinden kaynaklı hiçbir zorluk yok. dolayısıyla sorun semantik değil, kavramsal. bu söz öbekleriyle aziz hoca neyi murad ediyor, onun çözülmesi gerekiyor.

    bakın hegel’in felsefi bilimler ansiklopedisi dizgesel. dizgedeki ögelerin her birinin belirli bir yeri var. yani yerleri zorunlu olarak belirli. bir ögenin yerini değiştirmekle onu dizgeden çekip almanın arasında fark yok, her iki durumda da dizge çöker. çünkü dizge, her biri zorunlu ögelerin bütünü.

    dolayısıyla aziz yardımlı’yı anlamak için de onun kullandığı sözcüklerin dizgesel anlamlarını kavramak gerekir, aksi halde onu sonsuza kadar okursunuz da okuduklarınız yüksek sesle okumaktan öteye geçmez. bu, sadece aziz yardımlı durumunda değil, bütün bilimlerde aynı. çünkü bilim demek dizgesellik demek. o yüzden hangi bilim olursa olsun ilgilendiğiniz, o bilimin temel unsurlarını kavramak şart.

    bu kısa girizgahtan sonra konumuza geçebiliriz.

    önce doğayı aziz hoca hangi anlamlarda kullanıyor, ona bakalım biraz. doğa sözcüğünü tin karşıtı manasına kullandığı gibi öz manasına da kullanıyor. bu iki mana için müşterek bir sözcük olarak kullanıyor yani. dolayısıyla doğal, ilk kullanımına göre tin karşıtı, yani insan eli değmemiş, tin ya da kültür alanı dışında olan, ikinciye göre ise öz manasına gelir. ilkine doğal balı, ikinciye ise insan doğasını örnek verebiliriz mesela. insan eli değmemiş tabii bal ve insanın özü anlamlarında.

    bu arada, doğa alanı zorunluluk alanına, tin alanı ise özgürlük alanına tekabül eder.

    tin özgürlüktür.

    doğalı her ikisinde de aynı anlamda alırsak, ya tabiiliğinden hiçbir şey kaybetmemiş us ve bilinci anlarız, ya da özüne uygun us ve bilinci. lakin gelin görün ki doğal her ikisinde de aynı manada kullanılmamış. ‘doğal us’ta özsel anlamında, ‘doğal bilinç’te ise tabii anlamında kullanılmış. burda tabii derken tinselin karşıtı doğalı kasdediyoruz.

    yalnız ‘doğal’ın ‘doğal bilinç’teki kullanımı için bir parantez açmak istiyorum. evrende kendisinde gelişme potansiyeli taşıyan tek varlık insandır. burda gelişme ile tohumun mesela elmaya yolculuğunu kasdetmiyoruz, kasdettiğimiz evrendeki tek özgür varlık olan homo sapiensin kendini gerçekleştirme uğruna aldığı yol. bu konuya dalarsak başlık güme gider, o yüzden gelişme zorunlu olarak özgürlüğü gerektirir deyip geçelim.

    işte evrendeki özü özgürlük olan tek varlık olan homo sapiens yine de bir zorunluluk alanına doğar. belirli bir kültüre yani. ve orda belirlenir. haydeger abimizin “fırlatılır”la resmettiği hadise yani.

    insan bu, elbette kültüre doğacak ve orda da belirlenecek, ne var bunda dediğinizi duyar gibiyim. hemen cevaplayayım, özü özgürlük olan varlığın dışsal belirlenimi özüne ters, çünkü dışsal belirlenim demek kölelik demek. evet kölelik. çünkü insan durumunda zorunluluk alanına düşmenin karşılığı köleliktir.

    köle, ‘özü itibariyle özgür olan’ın özgürlükten mahrumiyeti demek.

    işte ‘doğal bilinç’teki ‘doğal’ı biz burda belirli kültür olarak alıyoruz. dolayısıyla buna kültürel bilinç de diyebiliriz. neyse… kültürün yazgısı yitmek ama gelin görün ki her kültür kendini ebedi sanır ve donar. katıdır, içine doğanları bu katılığıyla belirler.

    (her kültür kendi içinde bir dizge olduğu içindir ki, herhangi bir ögesiyle oynamak bütünle oynamak anlamına gelecektir. kültürler işte bu yüzden değişimlere karşı dirençlidir.)

    zorunluluk dışsal belirlenim demek. özünden değil de dışardan belirlenmek yani. bu bağlamda tinsel karşıtı anlamındaki doğaya doğmakla kaskatı kesilmiş bir kültür ortamına doğup orda donmak aynı şey. çünkü ikisi de zorunluluk altına girmek demek.

    tin özgürlüktür, eyvallah da, ama homo sapiensin açınması için kültüre doğması da şart. yani inkişafı için gerekli bir zemin olarak önce kültüre doğacak, dışsal olarak belirlenecek, sonra da civcivin, zamanı geldiğinde kabuğu kırması misali o da o içine doğduğu kültürden aldığı dışsal belirlenimleri us altına getirip kırılması gerekenleri kıracak.

    nasıl kıracak derseniz yukarda da zikrettiğim üzere usla. çünkü us ya da logos, ne dersek diyelim buna, homo sapienste açınmayı bekleyen bir potansiyel olarak zaten var. özü özgürlük olan bir varlığın edimsel olarak özgür olması başka nasıl mümkün olabilir ki ayrıca, öyle değil mi?

    özgürlük ussallıktır.

    bir parantez de açınmayı bekleyen bir potansiyel olarak us için açalım. bunu tabula rasayla karıştırmamak lazım. felsefe yapan hele de bu topraklarda kalmadığı için kavrama inen bir allahın kulu da yok doğal olarak. geçen rast geldim, adam sözüm ona ilahiyatçı ama allah’ın insana isimleri öğretmiş olmasını tabula rasayla karşılıyordu. tabula rasa ne demek, elin oğlu bununla neyi niçin murad etmiş, insan bunları bilmeyince her şeyi diyebilir. bilimlerin canı olsa da dile gelseler, kim bilir ne çekiyorlardır bu cahillerin elinde.

    oysa tabula rasa boş, bomboş bir sayfa demek. ya da levha, fark etmez. yani burda levhanın hiçbir katkısı yok idelerin teşekkülünde. belirleyici olan dışsal varlıkların kendileri. levhanın negatif film kadar bile işlevi yok idelerin oluşmasında.

    yinelersek, usun açınması için kültür ortamına doğmak şart ama insanın doğası gereği o kültürü usun altına getirmesi de şart, aksi halde unut gitsin gelişimi, kültüre doğmakla donmak arasında fark kalmaz, ki bizim burda doğal bilinç derkenki muradımız da işte bu donmuşluk. dışsal belirlenimlerle yetinip usun özgür açınımına kapalı olmak yani.

    işte bunun için önce kabuğu kırmayı göze almak gerekiyor. göze almak gerekiyor diye bilerek diyorum, çünkü kabuğu kırmak kabuğun altındaki kültürel hayattan vazgeçmek demek. bir dersinde kurgul usa geçiş yeniden doğuş demek demişti aziz yardımlı hoca da, allah allah, bu da ne demek demiştim ilk duyduğumda. ama hakikat, işin aslı tam da böyle: kurgul ya da spekülatif usa geçiş için eskiyi yıkmayı göze almak şart. kabuğun içinde bütün evrenin merkezi, bütün mevcudatın tek yargıcı olarak mutlu mesut yaşamak varken bundan vazgeçmek niye der insanlar da umumiyetle civciv gelip civciv giderler şu diyarlardan.

    özetlersek doğal bilinçteki ‘doğal’dan kasıt kültürde donmuş olmak. doğal bilinç anlakta kalmak demek. keyfilik demek, usun zorunlu devimini izlemek yerine gönlünce dilediği gibi bağlantılar kurmak demek. hasılı gerçekle irtibatı kesme pahasına kendi kabuğuna çekilip mutlu mesut yaşamak demek.

    doğal usa gelince…

    hegel mesela… spekülatif us diye bir şeyden bahsediyor dimi, niye? hegel’in icadı mı bu us? analitik us var, diyalektik us var, ve bir de bunların birliği anlamında spekülatif us var, ki hegel’in gerçek us dediği us, bu us. spekülatif us. türkçesi kurgul us. ne keyfi ne de kuşkucu, gerçekle mütetabık, hakikatle tam denk düşücü olan us.

    demek istediğim şu: hegel kurgul us derken bir kurgu yapmıyor, kurgul usla bizden bağımsız olarak var olan nesnel usun işleyişini kasdediyor. logosun yani. ya da anaksagoras’ın nousunun işleyişini. ve işte insan denen bu varlık bu usu gizil olarak taşır. diğer deyişle gizil olarak ussaldır.

    ‘gizil olarak ussaldır’ın anlamı, şayet zeminini bulursa ussal olur demektir. yani gerçeği bilebilir insanoğlu.

    daha çocuk yaşlardayken maddenin aslında ne olduğunu düşünürdüm hep. onun şeffaf olmadığını, içini göstermediğini gördükçe de düşünmeye devam ederdim. kurgul felsefeyle tanışmasaydım sonsuza kadar düşünürdüm de yine bir sonuca varamazdım. hakikat, özdek yani madde itme ve çekme kuvvetlerinin birliğiydi, o kadar. görgül olarak maddenin içine ya da özüne ulaşıp onu kavramak imkansızdı, çünkü ne kadar içe katederseniz katedin vardığınız yer dış olarak kalacaktı. ne kötü bir sonsuz!

    işte doğal ustur gerçek sonsuzu kavrayan. sonluyu kapsamayan sonsuz olamaz.

    biz mesela kurgul düşünceye geçtiğimizde aslında vardığımız yer burasıdır ama yine de doğal us değil de kurgul us deriz bu düşünce şekline, çünkü kurgul usla insanın bir uğraş, bir çabayla yakaladığı ya da bütünleştiği doğal usu kasdederiz. bir tek kurgul düşüncedir ki usun nesnel yani zorunlu bağlantılarını kavrar. aradaki ayrım bu, yoksa doğal ustan başka bir nesnel us yok, “doğal us = nesnel us”tur. kurgul us ise bunu kavrayan, doğal/nesnel usla bütünleşen insan usudur.

    dolayısıyla, kültüre doğmuş olması haysiyetiyle ilkin doğal olarak biçimlenen bilinç kendini doğal usun yani kavramın kendinden devimine bırakmadığı müddetçe özgürleşemez, dolayısıyla da gelişemez. çünkü gelişme ereğe doğru özbelirlenimli ilerlemedir. özbelirlenimli demek özgürce demek.

    madem özgürlük ussallıktı, o zaman ereğe doğru özgürce ilerleme de zorunlu bir ilerlemedir, öyle keyfi bir ilerleme değil. ama öyle bir zorunlu ilerleme ki bu zorunluluğu özgür olanın kendisi koyar. özgürlük başka nasıl düşünülebilir ki zaten.

    bütün bunlar insanın bilkuvve yani gizil olarak ussal olduğunu kabul edenler için geçerli tabii. us yoktur diyenleri bu dediklerimin hiçbiri ilgilendirmiyor, onlar ussal olmayan varlıklar olarak kafalarına göre takıladursunlar, biz bilkuvve ussal varlıklar olmamız haysiyetiyle bilfiil, yani edimsel usa doğru yolculuğumuza devam edelim, çünkü bilkuvve demek bilfiil demek. henüz bilfiil olmayan demek, bu nokta çok önemli. insanda bilkuvve var olan us işte bu nesnel ustur. yani bizim için yalın gerçek bilkuvve ussal olmamızdır, o kadar. ussal olmamız için bir zemin gerekir. yoksa zeminini bulamadığı için açınamadan geçip giden tohum gibi açınamadan göçüp gideriz bu diyarlardan. insan olamadan yani. edebi konuşursak adam olamadan. üstelik kabahati de omuzlarımıza yükleyerekten, çünkü insan dediğin tohum değil, özgür varlık. kendi kendini belirler insanoğlu.

    özetle, insanın dışsal kıstaslardan bağımsız olarak varacağı yer bu nesnel ustur. “insan, kendini bil” sözünün özü de budur. ancak, dışsal kıstaslardan bağımsız olarak varacağı yer derken deneyimi reddettiğimiz gibi bir anlam çıkmasın bundan. rasyonalist felsefe elbette bilgiyi deneyimden elde etmez, ama deneyimi de reddetmez. en özsel noktayı söyleyeyim ki ne demek istediğim daha bir vuzuha kavuşsun, rasyonalistlere göre bilginin tek kıstası ustur. bilgi ussal olandır. diyelim biz bir deneyim yaptık. deneyimi nasıl yaptık, ona kendi kategorilerimizi yükleyerek. deneyimlediğimiz şeyin elbette bir nesnel varlığı var ama bizim deneyimimiz tamamiyle içsel. yani öznel. çünkü o olguyu biz kendinde neyse o olarak değil ama bizde neyse o olarak kuruyoruz. sıradan bir doğal bilincin zannettiği gibi o deneyim nesnel bir şey değil. nitekim doğal bilinç ondaki bilginin nesnenin bilgisi olduğunu sanır. nesnel olanla tam uyum içinde bir bilince sahip olduğuna inanır. özetle, bilincinin gerçekle örtüştüğünden zerre kuşku duymaz. yani olgu dışarıda. nesnel. onun bilinci de o olgunun nesnel haliyle tam bir örtüşme içinde. oysa gerçek hiç de onun zannettiği gibi değil, evet dışarda bir olgu var ama olgunun zihnindeki karşılığı tamamiyle öznel. olguyu o kategorileri kadar, o kategoriler arasında kurduğu bağlantıları kadar bilir. yani sanır.

    bu ayrımı yapamayan felsefeye girememiş demektir.

    ancak ussal olan edimsel olandır. kaynağı da, kıstası da, ölçütü de deneyim olan bilgi görgücülerin, olgucuların bilgisidir. onların varıp varacağı yer işte bu bilgidir. deneyimden türetilmiş bilgi yani. tam karşılığını söylersek doksadır onların bilgi dedikleri. zan yani. ya da görüş.

    tek kaynakları deneyim olduğu içindir ki işi hatta protokol cümlelere kadar vardırdılar, mantıksal değil ama ‘uzay-zamansal bu’ya, yani salt duyu verilerine yapıştılar. şayet hayvanlar olgucu olsalardı yok mu, açlıktan ölürlerdi. düşünebiliyor musunuz “ot=ot” dediğini bi keçinin… (o kadar inatçı olmasına karşın yemeye yeltenmezdi bile,) çünkü yok edeceğini düşünmezdi, yemezdi ve açlıktan giderdi. [bu paragraf parantez içi hariç harfi harfine aziz yardımlı hocadan. gerçi nerdeyse bütün yazdıklarımı ondan istifadeyle yazıyorum ama diğerlerine ben de bir şeyler kattığım, ya da ben kurguladığım için onun adını zikretmiyorum.]

    peki bilme ne derseniz, söyleyeyim: bilgi bir kere özneyle nesnenin bir ve aynı şey olmasıyla mümkün olabilecek bir şey. dolayısıyla özne ve nesnenin bir ve aynı şeyi taşıyor olması şart. işte ego dediğimiz şey bir evrensel — yani kavram — olduğu içindir ki insan bilebiliyor. çünkü ego (özne) da nesne de bir: ikisi de kavram. ya da ikisi de ussal. işte bu yüzden insanın nesneyle birleşmesinin tek kriteri yine kendisidir, dışardan bir kriter değil.

    rasyonalist felsefede ‘bilgi’, üzerinden yokluk geçmemiş olanın, yani gerçeğin bilgisidir. bu da ancak tam, diğer deyişle sonsuz örtüşmeyle mümkün olabilir. bilinçle olgu ya da özneyle nesne arasında sonsuz küçük bir fark dahi olsa buna bilgi diyemeyiz. bilgi o yüzden öznenin nesnede yani bir anlamda da sınırda kendisini bulmasıyla mümkün olabilir ki nitekim özne de nesne de bir ve aynı kavramdır. böyle değilse unut gitsin bilgiyi, olasılıktan öteye geçemeyiz.

    işte doğal bilinç, daha açık ifadeyle bilincinin bizzat nesnenin bilgisi olduğunu sanan bilinç bilginin aslında ne olduğunu bilmediğinden gerçeğe asla ulaşamaz. onun bilme konusunda alacağı yol sonsuzdur. öyle kötü bir sonsuzdur ki, vardığı her aşamanın daha ötesi kalacak, gerçeğin bilgisine ya da saltığa asla varamayacaktır.

    biraz daha açmak için gelin isterseniz bu bilince doğal değil de kültürel bilinç diyelim. haydeger’i de yad ederiz hem. ne diyor o? insan yeryüzüne fırlatılmıştır. öyle diyor. aziz yardımlı sırf bu sebepten bazı dindarlar adama tapıyorlar nerdeyse diyor. fırlatılmış diyor ya hani, o bakımdan. çünkü fırlatılmış sözcüğü bir fırlatanı da ima ediyor onlara göre. oysa haydeger logosu reddeden biri, ve o lafı hiç de o salakların yüklediği anlamda etmiyor. adamın demek istediği, insanoğlu edilgendir. hangi yeryüzü parçasına doğarsa oraya göre kalıplanır diyor. çünkü onu o kültürün kalıplarından çıkaracak bir yetisi yoktur. yani us ya da logos yoktur. çünkü o kabuğu yırtmanın yegane olanağı ustur. hasılı bizim ya da başkalarının dindarları o kadar salak ve o kadar çaresiz durumdalar ki aklı kabul etmeyen birinden meded umuyorlar. acizler çünkü. kimin ne demek istediğini anlamaktan acizler. acizler, çünkü haydeger aziz yardımlı’nın tabiriyle bir negatif teolog, ve sahte de olsa bir felsefeci. ve felsefenin karşıtı yine kendisinden çıkar, yani felsefeden. o yüzden adamı tenkit edebilmek de yine ancak felsefeyle mümkün. yani dilbilgisi yetmiyor. fırlatılmış diyor ya hani, o zaman bir fırlatan da var. yaşasın haydeger!

    bir derin nefes alıp konumuza dönersek… kültür, evet, insan ürünüdür, ama yine aynı kültürdür ki insana gelişimini sürdürebileceği zemini verir. insan içine doğduğu kültürü usunun altına getirdikçe, diğer deyişle de ortadan kaldırdıkça ussaldır, çünkü insan demek gelişen demek, gelişmek ise bu bağlamda o kültürü değiştirmekle, ortadan kaldırmakla mümkündür. ama sen saltığı reddedip bütün kıstasları berhava ettikten sonra her kültür eşittir dersen, ki postmodernlere göre durum budur, o zaman ne gelişme kalır, ne de insan. çünkü insan konuşan canlı. eskilerin tabiriyle “el-insanu hayevânun natıkun”dur. arapça’da hayevân, hayvanın bizdeki negatif anlamlarının hiçbirini içermeksizin canlı demektir. hayat sahibi, dirimli yani. işte postmodernin insanı konuşan hayevân değil ama konuşan hayvandır. atalarını ne üzere bulduysa o minval üzere giden anlamında.

    bütün bu mülahazalardan sonra doğal (kültürel) bilincin en muhkemleri o kültürün şablonlarını en iyi şekilde almış olanlarıdır. çünkü bağlantıları o kültürün diğer fertlerine göre daha alengirlidir. bayaa bi afilidirler, sözlerini dinletirler. ama şayet vicdan sahibiyseniz, doğal bilincin allamesindense doğal us kırıntıları taşıyanın ‘cahil’ini tercih edersiniz konuşmak için. çünkü doğal usundan hala kırıntılar var demek, asgariden de olsa bir konuşma, anlaşma zemini var demektir.

    mesela aristo kuvvet, hız, ivme ve kütle kavramları arasındaki bağıntıları yanlış biliyorken, celalşengörgiller doğrusunu biliyorlar. peki size bir soru: celalşengörgillerle mi tanışmak, konuşmak isterdiniz, yoksa aristo’yla mı?
hesabın var mı? giriş yap