• dün üzerinize afiyet doğum günümdü. hayatımda aldığım en iyi doğum günü hediyesini 36. yaş günümde aldım.

    akşam kapı çaldı. kapıyı açtığımda yeğenlerimde bir heyecan fırtınası oldu, bir şeyleri saklıyorlar arkalarında ama bir yandan da ağızlarını da tutamıyorlar. bir tanesi hemen coştu tabii, dayı sana en güzel, en pahalı, en çok sevineceğin hediyeyi aldık diye. ben de hani hediye tarzı şeylerde çok sevinen bir insan değilim ama bir merak etmedim değil. neyse pasta faslı falan geçince aldım hediyemi, polar tarzı bir şeyler almışlar ama hediyeyi poşetten çıkarırken poşetin dibinde başka şeyler de olduğunu gördüm. ve poşetin dibinden yüz yılın en iyi hediyesi çıktı. görsel
    minik trol ziyalara bak, bilen bilir benim en çok kullandığım kelime armuttur ve onlara da sürekli armut diyorum diye beni trollüyorlar. gerçekten çok güldüm ve çok sevindim. içine bir de notlar yazıp atmışlar. görsel görsel tamam da ben şimdi bu çocuğa nasıl armut demeyeyim? kuzenin diyor saftirik. gerçekten hayatımda aldığım en özel, en güzel, ve en önemlisi özel olarak benim için düşünülmüş hediyelerden biriydi.
  • doğmanın tek sonucu hayatın devam ediyor olması sanırım, ki ölmüşlerin doğum günü kutlanmıyor. onların doğmuş olmasının kutlanacak bir neşesi kalmıyor. doğum günlerinde yaşadıklarımız ölüm yıl dönümlerinde yaşadıklarımızla aynı oluyor. o insanın mutluluğuna ilişkin değil kendi kederimize, minnet duygumuza, özlemimize dair oluyor her şey. ölmüş olan biz nasıl hatırlarsak o oluyor.

    bugün 38 olacaktın.

    belki yaşasaydın doğum gününü hatırlamayacak kadar uzağında kalmış olacaktım. senden öğrendiğim şarkıların senden öğrenildiğini unutacaktım, bazı söz kalıpları, kimsenin gülmeyeceği ses esprileri ve yan yana dizilmiş bazı harfler yüksekçe bir yerden gürültüyle düşüp tuz buz olan cam parçası gibi dağıtmayacaktı beni.
    anneme ait eski bir müzik kutusunun içinden bazı taşları düşüp kaybolmuş, epeyce kararmış bir yüzük çıkmayacaktı. beşiktaş'ta emlakçı görüp başımı öte yana çevirmeyecektim.
    yaşasaydın belki, yaşamın sıradanlığı içinde herkesinki kadar önemli, herkesinki kadar sıradan bir doğum günü olacaktı. oyun konsolu falan alacaktım, sürekli kendini tekrar eden bir "ne hediye alacağım" kaygı çemberinde dolanıp duracaktım. yaşasaydın belki huzur vermeyen bir ağrı gibi olacaktı ilişkimiz, annelerin, görümcelerin, baldızların istilasını öğrenecektik. kapalı otoparkı olan bir yere taşınalım, taşınmayalım kavgasının içinde öfkesini sarı bezden, öfkesini tv kumadansından çıkaran iki bunalmış olacaktık.

    yaşasaydın, vaktiyle yerken gözlerin dolan ıslak kekin pek de matah bir şey olmadığını anlayacaktın yahut zaten baştan beri hiç öyle uğruna 6 saat araba kullanmaya değecek bir lezzet olmadığını itiraf edecektin. yaşasaydın belki aşkı öldürecektik konuşmaktan.

    yaşasaydın, üşüdükçe aklıma düşmeyecektin. yanımda olacaktın yahut hiç aklıma gelmeyecek bir yerlerinde anılarımın.

    yaşasaydın büyük ihtimalle doğum gününü çoktan unutacaktım, belirli günler ve haftaların zoraki idraki olacaktı doğum günün en fazla, marş soğukluğunda.

    yaşamadın, doğum gününü unutmuyorum. her sene yeniden 24 oluyorsun.
  • her halükarda kutlanıyor, bu kesin.
    bazen nefis bir parti oluyor, çok kalabalık, şımarıklıktan kendini kaybetmecesine. bazen sadece sevgilin oluyor yanında, iyi ki doğmuşum da bu anı yaşıyorum demecesine güzel, ağır. bazen iş arkadaşların oluyor yanında misal, normalde çem çem çemkirip duran funda hanım mutlu yıllar diliyor, inanıyorsun, an öyle gerektiriyor. bazen annen baban kardeşlerin oluyor yanında, seni en çok onlar seviyor.
    bazen de yalnız oluyorsun, uzak oluyorsun çok.
    sevgilin yok, arkadaşların yok, ailen yok, hiç kimse yok.
    bir sır vereyim mi?
    sen öyle zannediyorsun. ben hep varım.
    bir fotoğrafta görüyorum seni misal. milyorlarca uzak bir yerde, boyutlarca farklı bir hayattasın. ama ben gelip gömleğinin yakasını düzeltiyorum. bakışındaki hüznü öpüp sakinleştiriyorum seni. fark etmiyorsun bile. favorilerin uzamış, ellerimle kulağının arkasına itiyorum. zayıflamışsın, sarılıp yanına geldiğimde elimi koyacak göbeğini bulamıyorum. veronica ile bir kez seviştiğini biliyorum. üzülmüyorum da. ama daha çok akşam yemek yedin mi onu düşünüyorum. ağzına uymazsa doymaz deyip senden öğrendiğim tabirle üzülüyorum. uymuştur. ben bi susayım diyorum, olmuyor.
    sevdiğin yemekleri yapmıyorum, yemek yemiyorum uzun zamandır, boğazımdan geçmiyor. ayaklarımı uzatıyorum sadece. ayaklarına değiyor.
    doğumgünün bazen senden habersiz, senden çok uzak, senin için kutlanıyor. o kadar çok şey hatırımda ki, sensiz ömür gitmiyor.
    iyi ki doğmuşsun tabiri benim nazarımda kolay kullanılmıyor.
    ben o kadar seninleyim ki, haberin bile olmuyor.
    hepimizin güzel hataları var.
    seni hala, en çok, ben seviyorum.
  • insanın en yalnız olduğu gündür.
  • ilk çocuğumun aynımın tıpkısı olmasının birtakım handikapları var kabul, bunu daha önceki yazılarımızda yazdık. (bkz: soyaçekim/@herkes sussun ben konusucum) ancak yine de kendimden yola çıkarak çocuğun ne seveceğini, kendisine nasıl davranılmasını istediğini, hangi oyuncakları beğeneceğini, duygularını nasıl ifade edeceğini öngörebiliyorum. düşmanlarımı çatlatırcasına büyük keyif alarak kendi çocukluğunu evlat edinmek fiilini gerçek hayatta icra edebiliyorum.

    halihazırda beynimin her kıvrımını zonklatan mevzu ise, tam aksim olan diğer çocuğumla iletişim kurmak. kendisi benim hiç olmadığım kadar dışadönük, hiç olamayacağım kadar duygusal ve keşke biraz da bende olsaydi diyebileceğim kadar dürtüsel...programlara uymayan, plan yapmayan, anlık kararlar veren, haz peşinde koşan bi hedonist. sadece yaşadığı ana odaklı. büyüyünce ne olacaksın sorusuna her seferinde aynı coşkuyla "ben hiç olucam!" diye cevap veriyor. bu hayatı hakkıyla 'yaşamaya' gelmişçesine sevgi dolu, dokunsal, neşeli...öperek, sarılarak bütün acıların biteceğine inanıyor. istemediği hiçbir faaliyette yer almıyor. canı isterse yapıyor. hiçbir otorite tarafından ikna edilemiyor. halbuki ben her şeyi "öyle olması gerekiyor"a olan inancımdan yaptım bugüne kadar.

    normal şartlar altında beni ölümüne sıkıcı ve soğuk bulacak, benim de onu tahmin edilemez görüp yanına yaklaşmayacağım bir karaktere annelik yapmak üzere atandım. elim kolum karışıyor. ezberim şaşıyor. iknayla, telkinle, uzun uzun anlatmayla hiçbir şey çözülmüyor, konuştuğumu dinlemiyor. sadece sevilmek istiyor, sevgimi göstermemi, kaşlarımı çatmamamı istiyor. bütün gün kucağımda otursun dünyanın kargaşasına girmesin istiyor.

    evet, senin için en ideal anne olmadığım çok açık bebeğim ve bu benim suçum değil ama işte sana burada 4. yaşını bitirdiğin gün söz veriyorum!

    ömrüm olduğu sürece senin içgüdülerinle karar vermeni teşvik edecek, istemediğin hiçbir şeyi yapmamanı destekleyeceğim. rotanı duygularını dinleyerek çizmene engel olmayacak, seni farklılıklarınla kabul edecek, yarıştırmayacak, koşturmayacağım. bir "hiç" olmak için vereceğin mücadelende hep arkada olacağım.

    iyi ki doğdun bal köpüğüm.
  • bugün oğlumun dünyayı şereflendirdiği günün beşinci yılı. onunla aynı dünyada yaşadığınız için çok şanslısınız, bunu bilin önce.
    dile kolay beş sene olmuş.
    anne olmak; hamile kalmakla, doğurmakla, emzirmekle ilişkilendiriliyor ya, ben pek öyle düşünmüyorum. benim bedenimden çıkmasaydı da oğlumu en az bu kadar severdim. tanısanız siz de seversiniz.
    zaten ben ne hamilelik halini, ne lohusalık denilen o kabus dönemi, ne de emzirme sürecini özlemedim, özleyenin de aklına şaşıyorum.
    (şimdi müsadenizle biraz doğum günü bebesiyle konuşacağım)

    neyi özlüyorum ama bak; hani böyle ilk dişin çıktığında çay kaşığı ya da cam bardağa tık tık tık vuruyordu ya o yarı batık dişin, aklım gidiyordu. çünkü sen şaşırıyordun, çünkü ben bir patlamaya şahit oluyordum (14 şubat)
    ilk adım var bir de mesela. kuzular anasından doğduktan hemen sonra yalpalayarak kalkıyor ayağa, biz 13 ay bekledik olm. ama nasıl bir kalkış var ya, kimse öyle basmamıştır yere, çıldırıyordum. çünkü sen korkuyordun, çünkü ben bir bedenin uyanışını izliyordum. strüktürüne kurban olayım (17 ağustos)
    ve tabi ilk kelime. zalımın evladı neredeyse 3 yıl beklettin bir tek kelime için o da "karga" oldu. sonra da zaten altı ay başka kelime söylemedin. anan olacak manyak* aynı gün kitapçıya gidip bütün kargalı çocuk kitaplarını topladı, bir kere daha duymak için sesini. (24 nisan)

    sonra bize özel ilkler geldi. ilk kez zıplaman gibi... ben hayatımda çok az şeye o kadar mutlu oldum. hiç unutmuyorum, babanla şut çekiyordunuz salonda. sen her topa vurduğunda "gollll" diye bağırıyordum. çok mutlu oluyordun. sonra artık ben nasıl bağırıp seni gaza getirdiysem zıpladın sevinçten. tam sekiz ay uğraştık zıplaman için ve sen bir pazar günü içinden geldiği için yaptın. çöktüm olduğum yere, tek rakibim türk sinemasının çilekeş kadını fatma girikmişcesine ağladım. böyle hüngür hüngür, yumruğumu sıka sıka. (o an aklıma geldikçe gözyaşı soslu kahkaha atıyorum, bak hala)
    sonra işte daha neler neler...

    şimdi seninle iki kişilik dev bir aileyiz. elbette sana bayılan bir dolu insan var çevremizde. sen de farkındasın her şeyin. bazen seni izliyorum da sanki bunların hepsi bir tür naza çekme, bir oyun gibi geliyor. anlık hin gülüşlerini, çapkın bakışlarını yakalıyorum "öyle her şeyi bir anda verirsen kızlar senden çok şey beklerler bro, alıştırmayacaksın, bırak peşinden koşsunlar" der gibi. sen bir dile gel, şöyle karşılıklı iki çift laf edelim de gör o zaman. ben de fena değilimdir o konularda. hepsini burnundan getireceğim (şaka şaka burnunu yerim)

    ulu şairimiz demiş ya hani "bu dünya soğuyacak günün birinde, hatta bir buz yığını, yahut ölü bir bulut gibi de değil, boş bir ceviz gibi yuvarlanacak. zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.
    şimdiden çekilecek acısı bunun, duyulacak mahzunluğu şimdiden. böylesine sevilecek bu dünya yaşadım diyebilmen için..."

    dünyamı ısıttığın için, beni seçtiğin için, sevinciyle kederiyle bana yaşattığın her an için, acı nasılsa her durumda çekilecekti, yanımda olup beni tuttuğun için, bu sabırsız kadına sabretmeyi öğrettiğin için, beni başarısızlıklarıma, yenilgilerime rağmen sevdiğin için teşekkür ederim. ilk beşi geçtik bebeğim, en az yirmi tane daha istiyorum bundan, haberin ola.

    can'ım, beni aramak için hiç yorulma. çünkü ben, baktığın yerde olacağım. nefesim yettiğince...
    *
  • her sene kendime sürpriz doğum günü pastası yapmama ve kendime farkettirmeden salonu süslememe sebep olan gün.
    hele akşam okuldan gelip de ışıkları açınca kendi kendime "sürpriiiz" diye bağırdığım an var ya, inanılmaz.. hatta hiç unutmam, 3 sene önce şokun etkisiyle bayılmıştım. kendimi tokatlayıp anca kendime gelmiştim. kolonya felan da yok böle.
  • söz-müzik kendisine ait olmakla birlikte, cuk oturan bir anda hazırlıksız yakaladığında tabiri caizse tabiatınızın amına koyabilen bir ahmet kaya şarkısı.

    "insanların yüzlerini göremiyorum,
    boğazım düğüm düğüm çözemiyorum"

    gibi vurucu bir girişten sonra

    "tutsam şu karanlığı, tutsam da yırtsam,
    ah elim tutuşmasa, elini tutsam"

    diyerek çaresizliği ve isyanı tavana vurdururan şaheser. özellikle ahmet kaya'nın kendisinin çalıp söylediği canlı versiyonu mutlaka bir yerlerden bulunup dinlenmelidir.
  • gökhan semiz’in öldüğü seneydi. şimdi doğum günü yazısına, niye ölümle başladın derseniz, tüm ölümler de doğumla başlıyor da ondan, derim. benle laf yarıştırmasanız, yeridir.

    genç ölümlerin en güzel tarafı da bu, esasen tek güzel tarafı bu, genç kalıyorsunuz. grup vitamin’in geride kalanlarına bir bakın , o yirmi yılı görürsünüz yüzlerinde. kolay mı? gökhan semiz öyle mi ama, hep gencecik. nisan gibi. hep dinç, pırıl pırıl, hiç kasım olmayacak mesela. işte bunlar hep teselli, hayat.

    98 yılıydı. kuzenim merve, herkes ölüp yeniden dirildiğinde otuz üç yaşında olacak, demişti. bebekler bile. aynı merve, kadınlar regl olur, böyle bir değişik diye olayı anlatmıştı, bu ne saçma demiştik. bu merve de her bo.u biliyor pe.evenk derdim, şartlar el verseydi, ama cins itibarıyla öyle olmaya müsait değil. cins-i latif. sonra şu neticeye vardım, bu kız her şeyi biliyor, tevekkeli değil herkes onlara ders çalışmaya gidiyor.

    henüz on üçtüm. niye o kadar yaşlı oluyoruz ki, diye düşündüm öldüğümüzde. otuz üç! şöyle yirmilerimizin başlarında kalaydık da cennet neyin iki koşturaydık hazır enerjimiz açıkken. sonra her martta usanmadan çiçek açtı kirazlar, hiç şımarmadılar, ben o sırada avizecilere kaç para elektrik faturası geliyor acaba, diye kafa yoruyorum ve yıllar geçmiş o ara. geçenlerde bir arkadaşım isa’nın çarmıha gerildiği yaş otuz üçmüş, dedi. ne kadar da gençmiş, ellisini görseydi bari diye geçirdim içimden. aynı ben. ahmet hamdi , saatleri ayarlama enstitüsünde, iyilikler de kötülükler gibi beraber gelir, der. işte, acıların, anıların aşiretmiş gibi birlikte gezdiği günler birbirini kovalamış, kirazlar yılmamış ama hep çiçeklenmiş yirmi yıl geçmiş. zaman, göreceli biraz da bu demek sanırım. olduğumuz yaşa göre görüyoruz kendisini. bakın artık, orta yaşlı olgun insanlar gibi sizli bizli de konuşuyorum kendisiyle. ya da alındım belki aramıza mesafe koymaya çalışıyorum . zamanla. mesafe. yine muazzam saçma işler kovalıyorum.

    otuz üç oldum, hiç gocunmuyorum. yalnız bazen yemek yarışmasındaki aşçı gibi hissediyorum kendimi, hani yaptığı pastayı herkese ikram eder de kendi bakmaz tadına ya. hayat bazen öyle bir şey mi? koştururken, eee kendim diyorum ve bakıyorum kirazlar bir tur daha çiçeklenmiş!

    ben onların yerinde olsam, kurumumdan durulmaz.
  • bu sene hem en buruk geçen hem en sevindirici geçen günümdü.

    ailemle oldum olası aramız iyi değildir. annem doğum günümü kutlamadı o derece kötü.

    o gün arkadaşlarımla toplandık dersten sonra. doğum günü klişesi olarak pasta sürprizleri oldu. mumları üfledim. bunu da yıllardan sonra ilk defa yaptım. çocuk gibi heyecanlı heyecanlı üfledim mumlara.

    sonrasında evlere dağılma vakti geldi. gerçi daha saat çok erkendi ama işleri güçleri olanlar vardı. neyse otobüste telefonum çaldı. annemdi. "dışarda mısın hala" direk duyduğum söz buydu. ben zaten kutlamamasından dolayı doluyum. iyice sinirlendim.
    otobüs kalabalık. "bugün benim doğum günüm anne" dedim ve kapattım telefonu. sanırım herkes duydu sesimi.

    otobüste de yakınlarımda bir arkadaş grubu vardı. ben telefonu kapattıktan bi' beş dakikada kadar sonra
    yavaştan yükselen "heypi börtdey tu yu" nidası duydum. bana dönmüş hepsi doğum günüm kutluyor. uzun süredir beni böyle gülümseten bir şey daha olmamıştı. hatırlayıp hatırlayıp mutlu olacağım bir gün olarak kalacak hep.

    hani facebookta da doğum günü kutlama samimiyetsizliği deniyor ya samimiyetsizlik de olsa insanı mutlu ettiğini düşünüyorum.
    diyeceğim o ki doğum günleri önemlidir. insanın yılda bir kere farklı hissetmesini sağlıyor. yakınınız olup olmamasına bakmayın. kutlayın.
hesabın var mı? giriş yap