aynı isimde "dracula" başlığı da var
  • ön bilgi: durumu olanlar okusun, sadece diziye değil, genel anlamda dracula mitine ait bazı öğeler de içerir.
    tarihte, biz türklerin taktığı adla kazıklı voyvoda, “vlad the tepes”, “vlad the impaler” kadar üzerine mitler atfedilmiş ve efsaneleşmiş çok az karakter vardır. kana susamış bir tiran, kurbanlarına eziyet etmekten özel bir haz alan canavar olarak tanımlanan dracula, romanya insanı tarafından özgürlük mücadelesi vermiş bir askeri ve siyasi figür olarak görülür. popülerliği ve batının ilgisini asıl çekmesi bram stoker’ın yazdığı romanla başlar, bu ilginin üzerine (hala, evet) diziler, filmler çekildiği için bitmediği, bitecek gibi durmadığı rahatlıkla iddia edilebilir. hatta bir programda, claes bang yapımcıya “yeterince dracula yok mu? ne gerek var” dediğini bile söylüyor. yapımcı/senaristlerin ünü de hepimizce malum ( mark gatiss, steven moffat)
    bir anlamda kurgusal kontun gerçek olanın ününü bastırma durumu söz konusu dracula’ da. bu sözcük (drakul) kontun bizzat kendisine atfettiği bir sıfat, savaşçı atalarından geldiğini söylüyor, dragon (canavar, ejderha) köküyle de bağlantısı var.
    ingiliz edebiyatının film dünyasına en çok ekmek yediren gothic horror türündeki iki romanı dracula (bram stoker) ve frankenstein (mary wollstonecraft godwin shelley) çoğumuzun bildiği gibi. “age of reason” a tepki, başkaldırı, hayal gücünü alabildiğince serbest bırakma hareketi olarak romantik dönem edebiyatı ortaçağ edebiyatından sonra en favori eserlerin verildiği çağ (benim için). doğaüstü olgular, temalar romantik edebiyatı besleyen en önemli damarlardan birisi, dracula da bu temanın ele alınışının zirveye çıktığı bir eser. stoker romanında tarihi kaynakları, folklorik öğeleri ve kendi hayal gücünü birleştirerek ölümsüz (pun intended) bir karakter yaratmıştır.
    okuması apayrı bir zevk vaat eden olan dracula gibi çekici bir roman tabii ki defalarca sinemaya uyarlandı, hepsi de çok sevildi, bazıları daha çok sevildi haliyle: benim favori “draculalarım” da tabii ki var: en sevgilisi 1979 yapımı filmdeki klaus kinski’nin draculası, 1922 filmi nosferatu’nun yeniden çevrimi bu film, buradaki vampirin adı kont orlok, dracula değil, birebir aynısı olmamakla birlikte romana “dayanan” bir öyküsü var, ayrıca geleneksel kara kaşlı, kara gözlü, seksüel enerjisi yüksek, hipnotize edici dracula değil bu filmdekiler, karanlıkta yaşayan, adeta mutasyona uğramış gibi ve irkilticiler, ölümcül bir hastalığın terminal evresindeki bir hastanın görüntüsünü andırıyorlar.( the strain dizisindeki vampirin görsel olarak bu iki karakterden esinlendiği de gözümden kaçmadı)
    sonra ne olursa oluyor ve draculalar çekicileşmeye başlıyor, ki en çekicisi kalbimde özel yeri olan frank langella ve 1979 tarihli filminde canlandırdığı kont. benim için ete kemiğe bürünmüş nihai hali hep o olarak kalacak, evet gary oldman diyecek herkes ama 1992 filminde gary oldman fazla ingiliz, fazla narin kalıyor romanyalı kont için, oyunculuğunun kalitesine ve mina rolündeki winona ryder ile olan garip ve muhteşem uyumlarına karşın bu yüzden favori vampirim olamıyor. bela lugosi (1935) ve christopher lee (1958) dracula olarak fena olmamakla birlikt oyunculuklarını çok kült performanslar olarak nitelendiremiyorum, her iki filmin atmosferi de çok gothic ve güzel yansıtılmış. tabii ki tüm söylediklerim benim öznel görüşlerim. bela lugosi’nin dracula “traşını” takdir ediyorum ayrı, ikoniktir. bu arada interview with the vampire’dan da bahsetmemek olmaz, bram stoker dracula’sı olmamakla birlikte (filmin senaryosu anne rice’ın aynı adlı romanına dayanıyor, senaryoyu da başkası değil kendisi yazıyor zaten) hiç sevmediğim tom cruise vampir rolünde nadir iyi oyunculuklarından birinde.
    sadece filmler yok, diziler de nasipleniyor dracula mirasından. jonathan rhys meyers, luke evans ve gerard butler da bu rolü oynuyorlar, çok cezbettiğini söyleyemeyeceğim, bir olmamışlık vardı ama nedir tam çözemedim, hele gerard butler ne alaka dedim.
    adam sandler’ lı animasyon ve leslie nielsen’ lı komik dracula da değişiklik severler için hoşlar, tabii yine bence, yoksa orijinal hikaye çok ağır. en ufak tebessüme yer bırakmayacak ciddilikte. ölememek, ölümsüz olmak ve bunu insan üstü bir küstahlıkla arzulamak, bu uğurda tanrıya karşı gelerek sonsuz cezaya maruz kalmak gibi bir konu ile alakalı çünkü. bu yedi ölümcül günahtan da biri, kibirle tanrının insana biçtiği rolü yok sayıp kendi kuralını yerleştirme cüreti var. ve malum: kibir şeytanın en sevdiği zaaftır.
    arzunun yıkıcılığı ve ödeteceği bedeli göstermek gibi didaktik bir misyonu da var eserin. kendisine biçilen ömrü günahsız tamamlamak gibi bir seçeneği olan insanın şeytanın safını tutması ve tanrıya kafa tutması ile gireceği günahı anlatıyor. gelgelelim çizilen tüm olumsuz tabloya karşın kont dracula ölümsüzlük aşkının, doyurulması gereken sonsuz tutkunun sembolü olarak insanı zaaflarımızın en büyük tezahürlerinden biri haline geliyor ve en sevilen kurgu karakerlerinden birisi oluyor, köpek dişlerinin uzayıp kana susadığı ve bunu doyuracak bir atardamar bulduğundaki hali saf mutluluk, doyma, güven, orgazm, koşulsuz teslimiyet, (kurban tarafından) aidiyet hissetme gibi hislerin bir karışımı, bu yüzdendir ki ona sempati duyuyoruz, canavar değil yaşamak için gerekeni yapan bir varlık olarak görüyoruz. ısırdığı kişiyi öldüren ve bazılarını da kendisi gibi yaşamaya layık görüp “dönüştüren” dracula hepimiz gibi (ve tabii ki hepimizden çok) hep genç halde hayatta kalmak istiyor. bunu ise hayatın özü olan kanla beslenerek yapıyor. bedeli sonsuz lanetlenme olsa bile korkunç açlığı zorla durdurulana dek doyurulmaya mahkum.

    --- spoiler ---
    gelgelelim netflix dracula’sına, birer buçuk saatlik üç bölümden oluşan diziyi diziyi iki şey yüzünden çok beğendim: ilki dracula’yı romantikleştirmiyor, ikincisi kontun harika bir espri anlayışı var. adeta bir machiavellian hero (ahlaki kaygılar gütmüyor, kana giden her yol mübah, bebek kanı içebiliyor örneğin.)
    en sevdiğim ayrıntılardan biri avukat jonathan harker’ın kanıyla beslenen koyu doğu avrupa aksani ile ingilizce konuşan, yaşlılıktan adeta ölüye dönmüş, çürümeye yüz tutmuş kontun kurbanının kanının sadece vücudunu değil, beynini de besleyen özünü alması idi, gün geçtikçe siyahlaşan saçları ve azalan kırışıklıkları, her gün mükemmelleşen aksanı ise jonathan’ı sadece vücut değil, beyin olarak da sömürüp tüketmesi dikkat çekiciydi. o gençleşip zekileşirken jonathan yaşlanıyor ve akli melekeleri zayıflıyordu. bu ikilik çok güzel aktarılmıştı. zaten dracula kanı değil canı, ruhu da “alıyor” (blood is lives), içtiği kanın sahibine ait anılarına, bildiği dillere, yeteneklere de vakıf oluyor.
    ilk bölümdeki yemek sahnesinde mükemmel cinaslar vardı, “aksanını çekip aldım, emdim.” (absorb), “buradaki insanlar tatsız tuzsuz.” ( without flavour), “aralarında solup/çürüyüp gidiyorum.” (i wither among them) olan biteni ve gerçeği jonathan’a çift anlamlı fiillerle güzelce itiraf ediyor ama zavallı avukat kan bankası olarak kullanıldığını bilmeden demir yüklü az pişmiş bifteğini ve kırmızı şarabını höpürdetiyordu.
    şimdi ergen ve ruhu hep ergen bağzı izleyiciler/sözlükçüler claes bang hakkında sözlüğü yapış yapış yapacak entriler girerler, belki de girmişlerdir, okumadım. fakat kendisinin danimarkalı olması beni şaşırttı, hem tip, hem aksan olarak. adam ingilizden ingiliz olmuş, üstelik bu kadar gür karşlı danimarkalı hiç tanımamıştım cidden ki az sayıda tanımadım. eflak (wallachia) voyvodası romen dracula’yı oynayan british aksanlı danimarkalı claes bang’ i tabii ki pek beğendim, hele meryem ana manastırının önünde kurttan dönüştüğü sahneyle başlayıp bölüm sonuna dek devam eden oyunculuk izlediğim en nefis şeylerden biriydi, (rahibelere) “sizi bilmem ama ben kürk severim kızlar” kahkaha attırdı.
    dizide romandan ayrılan en önemli şeylerden birisi mina/ dracula aşkının yer almaması ve abraham van helsing’in agatha van helsing halini almasıydı (emmi kızıdır, bilemedim). mina’nin arkadaşı flörtöz ve güzel lucy’nin günümüzde ortaya çıkması da klasik öyküden ayrılan diğer bir nokta. mina bildiğin minor bir karakter bu dizide, hoş bir estetik ayrıntı olarak yer alıyor. bir de çok çiğ çığlıkları var, teen slasher filmi sarışını yolundan ilerleyebilir.
    geçmişteki araştırmacı ruhlu, büyü ve büyücülük araştırmacısı rahibe agatha (anlamı yunanca “iyi” demek) ve günümüzde yaşayan bilim insanı akrabası, ölmek üzere olan kanser hastası zoe van helsing dolly wells tarafından canlandırılıyor. zoe yine eski yunancada ironik olarak “hayat” demek. dolly wells iyi oyuncu ama ben hollanda aksanını aşırı yapay buldum, az daha çalışılmalıydı. keanu reeves' in donuk jonathan harker performansının yanında buradaki jonathan genç, hevesli avukat rolünde çok çok iyiydi (john heffernan), ilk bölümü kont ve avukat aldı götürdü, şimdi niye 1992 filmiyle kıyaslayıp duruyorum sadece ben de bilemedim, sanırım en ünlülerden ve yakın tarihli olduğundan. ha bu arada aksi tombul başrahibeye de selamlar, kafası kopmadan önce attığı tirat mevlüt teyzesi gibi coşturdu rahibecikleri.
    dracula’ nın transilvanya’dan ingiltere’ ye geliş yolculuğu da klasik çizgiden sapmış ve pek de iyi etmişti, gündüzleri tabutta, geceleri egzotik kont olarak kadın erkek demeden kalpler çalan biseksüel kontumuz (evet adam üremek istiyor ama erkeklere de “my bride” demekten gocunmuyor, bu anlamda ibneli puştlu netflixcilikten de geri kalmıyor, peşin hükümlü ahlakçılar için belirteyim de izleyip cinsel oryantasyonları bozulmasın) aurasıyla ortalığı duman ediyor. gemide geçen ikinci bölümün tadı bambaşkaydı ki denizde geçen hikayeler beni cezbetmemiştir hiç.
    drakula hiçbir kurbanına bağlı değil, hisleri yok, sadece lucy onu pervasızlığı ve ölümden korkmayışı ile cezbediyor, öyle ki ondan “beslenmekten” büyük zevk alıyor, onu gözdelerinden birisi yapmak isterken krematoryum’da yarı yanmışken kurtarması işi bozuyor, kendi yansımasına aşık lucy (günümüz selfie manyaklığı bu aşk/ narsizmin harika bir karşılığı olmuş) o görüntüsüne katlanamayıp ölmek istiyor.
    dracula’nın aslında haçtan, gün ışığından korkmadığı, aynalarda yansımasını görebildiğini, (ki bakmaması görüntüsünün olmaması değil korkunç deforme olmuş yüzlerce yıllık haline dayanamaması, selamlar dorian gray) bunların aslında ölümü kabullenememesi ve ona teslim olamamasının dışavurumu olduğunu öğreniyoruz, hastalıklı kanın onu kusturduğunu da. son sahnede yüzyıllardır bakamadığı, özlemle kurbanlarına anlattırdığı güneşe bakarken cayır cayır yanmadan ölüyor, baktığı pencerenin parmaklıklarının gölgesi üzerine haç şeklinde düşüyor, ikonik bir tablo, tepesinde halesi eksik bir melek, bir anti aziz gibi parıldıyor, dişi van helsing’le kucak kucağa iki aşık gibi ölümü karşılıyorlar.
    izlenmesini tavsiye ederim, başrol oyuncusunun taşaklarına beton güzellemesi yapmadan yalnız. ya da başka bir övgü kalıbı bulunsun artık. claes bang’i ilk kez izliyorum, başka performanslarına bakıp beğendiğim şey bu role mi özgü yoksa kontun başka rollerde oyunculuğu gerçekten iyi mi anlamak niyetindeyim. evet netflix gubidik kör göze parmak amatör işleri üretmeye değil klasiklere bu şekil dokunuşlara devam.
    edit: konuya değinmesem olmazdı: dişler... muhteşemler, dönüştüğündeki anda değil, genel anlamda bir hoşluk katan bir güzel çirkinlik, bir oxymoron hoşluğu var, ilk sahnedeki sarı halleri ise sanırım uzun süre kanla beslenmenin ve zayıf ağız hijyeninin bir yan etkisi:) bir de bu adam en yaşlı hali ve prostetik makyajla bildiğin argus filch (harry potter), delilik ve aksilik de aynı zaten.
  • ilk bölüm süper ,
    ikinic bölüm iyi,
    üçüncü bölüm bağlantı boşlukları , konu atlamaları vs.

    idare eder dizi
  • olum siz manyaksınız. gençliğinde kedi boğazlayanlardansınız. az sevilmişsininiz.
    sizler hayattan zevk alamayarak, aksi ve lanet birer şeytan olarak öleceksiniz. hayattan anladığınız; kusurları aramak ve olumsuz eleştiri arzunuza dayanaklar bulmak. yalnız bu gerçek hayat değil. bu bir temaşa, seyirlik. ulan kurgu bu kurgu.

    burada bir hikaye anlatılıyor; "neden ejderha jon snow'u yakmadı" diye izlerseniz hayatınız boyunca hiçbir seyirlikten keyif alamazsınız. alamayacaksınız.
    adam devri devranı anlatmış, yorumlayan ekmek kafalı diyor ki "e haritayı bulunca neden şatodan kaçmadı?"
    neden kaçmadı biliyor musun? çünkü bu kaçmayan adamın hikayesi. onun gözünden anlatılıyor olay. eğer orda kaçanı da yarın sahnelenirse, kaçanı da izlersin. gerçi ona da "neden kaçtı, yardım isteyenleri aramalıydı" dersin. çünkü ne yazık ki film/dizi izlemekten bihabersiniz.
    bir diğeri de tüm compute power'ını kullanıp "kilisenin kapısında burun buruna geldiler, neden drakula elini uzatıp dışarı çekmedi rahibeyi" diyor. bak bu adamın elinden film/dizi izleme yetkisi alınmalı. bu adamın eşsiz zekasına göre şöyle güzel, çatallı bir kanca yaptırıp ucuna bağladığı iple balık yakalar gibi davet edilmediği kapılardan dışarı çekmeli içerdeki insanları kont drakula.

    zaten az zekanıza uygun olarak yapılıyor artık bu tip eserler. flashback olsun, "orda onu demek istemiştim"li iç sesler olsun olay örgüsü gerizekalıya anlatır gibi anlatılıyor. bu basitlikte bile anlamakta zorlanıyorsunuz. sizler witcher dizisini izlediniz "yennefer kralın olduğu baloya gittiği yaşıyla, geralt'ın ciri'yi ararken karşılaşması arasında 50 sene var yaşı nasıl aynı oluyor yeeaa" dediniz. çünkü anlamadığınız şeyleri hata olarak görüyorsunuz. hata, yetiştirilmeniz.

    yahu; drakula özelinde bu dizi bir kere konsept olarak alışmadığınız bir düzen. bir hikayeyi 20'şer dakika, 45'er dakika anlatmak başka, 1 saat üstündeki 3 bölüm halinde anlatmak bambaşka. büyük bir hikayeyi, kendi içinde birleşik olmak üzere 3'e bölerek anlatmak gibi. bir kere bunu bir sindirin. alışık değilsiniz.

    sizi bitirdim diziye gelirsek; harikulade olmuş. daha ne olsun, daha ne olmalı dizisi bu. anlatmak istediğini güzel bir dille anlatmış. makyaj, ambians, sahne tasarımı harikuladeydi. filmin renkleri de, hikayenin o anını güzelce anlatan tonlardaydı.

    dizi, dermanı olmayan yoğun bir korku girdabına sokuyor seni. bir çok anda bağırıyorsun kimse duymuyor, ölüyorsun ölünmüyor. kaçıyorsun, kaçılmıyor. mezarlık sahnesi de bir çok şeyi anlatıyor. ölmesine rağmen ızdırabı devam eden ölülerin sesleri, biraz rahatsız edici. korku öğeleri derken;
    diri diri yanmak, ölülerin mezardan çıkması ve dahi takip etmesi, acı çekerek ölmek, kanser, kurban seçilmek, güzelliği kaybetmek, sevdiği tarafından öldürülmek, sevdiğini kaybetmek, ne ararsan var.
    aslında bütün hikaye normal görünen, sofistike bir insanın soğukkanlılıkla kan emen bir canavar olması ve bu rolü muhteşem oynayan bir aktör üzerine kurulu. daha ne olsun. daha ne olmalı?
  • dizi sanırım devam etmeyecek. üzücü ama sevindirici de aynı zamanda. güzeldi kısa sürdü ancak hep güzel hatırlayacağım.
    öncelikle diyaloglar güzeldi. çok sayıda metafor barındırıyordu ve hikayeye farklı açıdan bakmamıza imkan verdi. sadece vampir dizisi olarak izlerseniz beğenmeyebilirsiniz ancak bu dizide vampir hikayesinden çok daha fazlası var. sinema eleştirmeni değilim çok fazla şey söylemek istemiyorum. kesinlikle izlenmesi gerektiğini düşünüyorum.
  • ilk 2 bölümüne aşık olduğum ve kendi elleriyle 3. bölümüyle kendi topuğuna sıkan bbc uyarlaması dizi. ilk 2 bölümü bence şahanedir ve bu 2 bölüm hatırına bile izlenir.

    --- spoiler ---
    tamam sherlock'da günümüz uyarlaması formülü tuttu ama dracula'da yemiyor işte. o gothic atmosferi, karanlık ruhu günümüz londra'sında vermeye kalkışınca böyle tüketim toplumuna yenik düşmüş bir dracula'yla kalakalıyorsun işte.
    --- spoiler ---

    üç bölümün tamamını incelediğim bir de inceleme videom var merak edenler için.
    https://youtu.be/d8okemvwoiu
  • --- spoiler ---

    yani her şey iyi hoş tadı damakta giderken 500 yıllık canavarın wifi şifresini tahmin edip de avukat çağırması gerçekten bütün yapımı gölgede bırakmış. ya gerçekten ne diyeceğimi bilemiyorum. hangi mantıklı sebeple o hücrede bir tablet var mesela? dracula "bu klozet ne alaka amk" diye dalga geçiyordu ya, sanki senaristlerle dalga geçiyor. senaristler de bizle dalga geçiyor. kardeşim adam vampir ya! gayet de hükümetle anlaşıp üzerinde deney meney yapcaz biz bunun diyebilirsin yani. sikerim avukatını. sen yıllarca bir mitin peşinden koş. sonra o miti kanlı canlı yakala. avukat gelsin, bırak. tillahını skerim o avukatın.

    her şey o andan sonra sıfırlandı. halbuki cast, makyaj, sanat, sinematografi o kadar övülecek şey vardı ki. neyse... hiç bir mantık hatası yokmuş gibi övenler var zaten (:

    --- spoiler ---
  • gerçekten çok başarılı bir dracula adaptasyonu. kesinlikle izlenmeli.
  • baya baya enteresan dizi klasik draculayı biliyoruz zaten farklı bir yapım olması gayet güzel.
  • dracula vampirlerin ilki, kadim yaratık, şeytan veya canavar her nasıl isimlendirirseniz isimlendirin. peki pek çok kişinin var olduğuna inandığı bu yaratık nasıl ortaya çıktı.

    irlandalı bir yazar olan bram stoker 1897 yılnda dracula adlı eserini dünya sahnesine sundu. bu eserini yazıya geçirmeden önce kitabın adının "kont wampyr"olmasını ve avusturya'nın steiermark bölgesinde geçmesini planlamıştı fakat ingiliz gezgin emily gerard tarafından yazılan the land beyond the forest isimli kitaptan ve transylvanian superstitions adlı yazısından çok etkilenir. bunları okuduktan sonra hikayesini doğu avrupaya yani şu meşhur transilvanya'ya taşır. ve doğu avrupayı araştırmaya başlar. araştırması sırasında william wilkinson'ın kitabı olan siyaset ile eflak ve boğdan beylikleri gözüne çarpar ve burada 2. vlad dikkatini çeker bunun nedeni isminden kaynaklanmaktadır. çünkü tam adı vlad ıı dracul dır. dracul eski romen dilinde ejderha demektir. dracula 'da ejderhanın oğlu manasına gelmektedir. sonunda kadim yaratığın ismi de bulunmuş oldu.

    bu genel kısımlar hikayesinin genel hatlarını oluştururken dracula yavaş yavaş şekillenmeye başlar. tabi o sıralar vampir kültü yeni bir şey değildir.aslında binlerce yıldır var olmuştur, günümüze babil, mezapotamya , eski yunan ve roma kültüründen sürüklenerek ta doğu avrupada modern vampir şeklini almıştır(halen günümüz kültüründe de bir takım değişikliklere uğramaktadır).

    bundan dolayıda da ilk sayılabilecek bir vampir romanı sayılamaz dracula. daha önceleri wolfgang von goethe 1797'de korint gelini, sheridan le fanu 'ın 1871 carmilla ve de john william polidori (1819) the vampyre gibi hikayelerde draculayı şekillendirdiği de apaçık ortadadır. özellikle de dracula the vampyre hikayesinde ki gibi bir asilzade ve soylu bir görüntü vermektedir bize. konuşmasıyla, parasıyla ve mal varlığıyla tam bir asilzadedir. binlerce yıldır yaşamış birinden de bu beklenirdi çünkü.

    neyse dracula ilk başlarda best seller bir kitap değildi. asıl sükseyi nina auerbach ve david j. skal gibi korku hikayeleri ve viktorya dönemi araştırmaları yapan isimlerin olumlu eleştirileri sonucu ve 20. yüzyılda gelen filmlerin, özellikle nosferatu'nun(dracula'nın izinsiz bir uyarlamasıdır) etkisiyle bir ikon haline dönüşmüştür.

    debe dübe:*
  • çoğu netflix dizisi gibi iyi başlayıp sıçıp sıvıyarak biten dizi. ilk bölümün ortalarına kadar "ulan ne güzel korku dizisi yapmışlar" diye izlerken anaaaa.. bambaşka bir diziye devrildi. korku teması üzerinde ve eski zamanda biraz daha kalsaydı daha iyi olurdu bence.

    işlenen konular güzel, verilmek istenen mesajlar güzel ama dediğim gibi keşke eski zaman biraz daha bölümler görseydik.

    6.5/10
hesabın var mı? giriş yap