• bu sehrin havasi o kadar degiskendir ki yerlileri soyle der:

    "dublin'in havasini begenmiyor musun? o zaman 10 dakika bekle!"

    ama malesef bunun tersi de gecerli. yani hava gunluk guneslik mi? o zaman 10 dakika bekle!
  • havalanından dubline giderken girilen upuzun tünelden çıkıp da mahallelerin içinden geçerek şehir merkezine yöneldiğinizde bir sokağın başında şöyle bir tabelaya rastlayabilirsiniz;

    "drive slowly,children are playing on the street!"

    daha önce hiç görmemiş olsanız bile o anda dubline olan sevginiz artar.
  • binaları kurşuni, kapıları rengarenk olan şehir. bu durumun hikayesi de irlandalılara karşı saygı uyandırır insanda: ''kraliçe viktorya 1902 yılında ölünce, üzerinde güneşin batmadığı imparatorluğun merkezi londra'dan, dünyanın dört bir yanına haber salınıp, yas nedeniyle bütün evlerin kapılarının siyaha boyanması istenir. bu emre bir tek 'yaramaz çocuk' irlanda karşı çıkar. 'biz ingiltere'nin kraliçesi için yas tutmayız' diyerek inadına tüm kapıları rengarenk boyarlar.''
    kaynak: atlas dergisi
  • ali g: you know why dublin is the biggest city in ireland?
    adam: no. why?
    ali g: 'cause it keeps on doublin' doublin' and doublin'
  • irce 'de baile átha cliath olarak yazılır.

    pek çok kişi bunu yapmayı denemiştir. jonathan swift, oscar wilde, william butler yeats, james joyce, george bernard shaw, samuel beckett ve daha pek çok yaratıcı yazarın doğduğu yer olarak dublin hakkında bu boyutlardaki şehrilerin hepsinden daha çok yazı yazılmıştır. yazarlar genelde doğum yerlerinin aleyhinde konuşmuştur. “irlanda’ya duyduğum sevgi başkentini kapsamaz,” demiştir shaw yükseklerden konuşan o bildik haliyle (o tabii ingiltere’de yaşamayı tercih etmiştir).

    joyce’un da genelde şehri övdüğü söylenemez ama yetişkin hayatının neredeyse tamamını yurt dışında geçirmiş olmasına rağmen bütün kitaplarının hikayesi dublin’de geçer. bir keresinde eğer şehir yıkılacak olursa ulysses’teki tarifine göre yeniden yapılabileceğini söylemiştir. ancak son kitabı finnegans wake’de ingilizce’nin şehri yeterince anlatamadığını düşünerek kendi dilini icat etmiş ve şehre 200’den fazla isim takmıştır: dobbelin, durlbin, dambaling, doubtlynn, drooplin, troublin, annapolis, riverpool, bubblin, durblana, hurdleberry fenn, publin...(en azından sonuncuyu anlamışsınızdır) kim bilir başka bir kitap daha yazacak kadar yaşasaydı daha neler yapardı?

    yabancılar dublin’e çok çeşitli beklentilerle gelir ve çoğu aradığını bulur. amerikalılar muhabbet arar ve büyülenmek ister ve aynen öyle olur. almanlar kendi ülkelerindeki düzen ve aşırı verimliliğe karşı hoş bir tezat oluşturması için doğuştan muhalafet bir şehir arar ve hayal kırıklığına uğramaz.
    iskandinavyalılar “şarkılı barlar” arar ve bazı barlar gerçekten de şarkı söyler. ingilizler artık kendileri yönetimde olmadıkları için biraz sersemlemiş görünse de insanların düşüncesizliğini görünce fikirlerini değiştirir ve birinci dünya savaşı öncesi dönemden kalma ingiliz posta kutularının hâlâ kullanıldığını görünce sevinir (şimdi yeşil boyalı olsalar da).

    dublinliler

    dublin’de bir milyondan biraz fazla insan yaşar – irlanda cumhuriyeti’nin bütün nüfusunu düşünürsek her üç kişiden biri. son yüz yıl içinde meydana gelen kırsal kesimlerden başkente göçler sonucu şehir oldukça genişlemiştir. bu demektir ki çoğu dublinli culchielerden (köylüler) hoşlanmadığını söylese de kökleri kırsal kesimdedir. daha da şaşırtıcı olan başka bir nüfus olayı da nüfusun yarısının 25 yaşın altında olmasıdır. dublin genç bir şehirdir – ve bu durum son yıllarda yaşanan sosyal ve ekonomik değişikliklerin hızını belirleyen önemli bir etmen olmuştur.

    genç insanlar şehir merkezinde toplanır ve ortama canlılık katarlar. caddeler sokak sanatıçılarının da katıkısıyla daha da bir hayat bulur. grafton caddesi’nden yukarıya doğru yürüdüğünüzde yaylı çalgılar çalan bir dörtlü, bir blues gitaristi, bir cig –makara topluluğu ve şiir okuyan bir şairle karşılaşırsınız. şehir merkezindeki trafikte hâlâ arabalarda çeşitli eşyaları taşırken atların çıkardığı nal seslerini duyabilirsiniz. dilencilerle bmw’leri yanyana bulabilirsiniz çünkü bu şehirde çok ciddi bir toplumsal eşitsizlik de göze çarpar.
    iklimi ve çoğu insanları gibi dublin’de çok çeşitli değişen ruh halleri görülür ve bazen aynı anda iki ruh halini barındırdığını bile düşünebilirsiniz. sokakları koşturan insanlarla dolu olsa da sakince etrafı seyredip konuşacak birilerini her yerde kolayca bulursunuz çünkü dublin bir gevezeler şehridir. yazar john ardagh’ın dediği gibi: “önce insani nitelikler gelir – bu ölçüdeki bir şehirde zor bulunan yakınlık, dedikoduculuk, kültürel hareketlilik, zeka ve toplumun her seviyesinde görülen hazır cevaplılık.”
  • 2 yıldır yaşadığım üçüncü dünya ülkesi ayarında sözde bir avrupa ülkesinin baş kenti. eğer gidecek başka yer kalmadı her yeri gördüm zaten diyorsanız o zaman turist olarak 2-3 gün geçirebilirsiniz ama onun dışında çok gereksiz bir aktivite olur paranızı boşa harcamayın. 15 temmuz sonrasi vize işlemleri 40 gün sürüyordu. ben olsam küfür eder her türlü seyahati de iptal ederdim. neden böyle bir nefret entrysi giriyorum ? basit. dublin geçen çarşamba gününden beri kapalı. evet bildiğiniz kapalı. ne toplu taşıma çalışıyor ne marketler açık ne de havalimanı isliyor. bunların hepsi 20 cm kar yüzünden oldu. ülkede ekmek ve süt yok. insanlar 5er 10ar istifledi. yollar sağlı sollu terkedilmiş arabalar ile dolu. aynı walking deadteki gibi. dün ve bugün itibariyle öğleden sonra açılan marketlere insanları 50'li gruplar halinde alıyorlar.şaka değil insanların marketleri nasıl yağmaladığının görüntüleri var. yağmalama derken gerçekten yağmalanan bir market oldu ahaburda . adamlar para kasasını bile çalıp iş makinası ile kırdılar. aynı insanlar bu marketi iş makinaları ile yıktılar. merak eden izlesin. işin komik tarafı adamları tutuklamaya polis gidemedi kar yüzünden ,ordudan yardım istediler. temelde sorun irlandalıların ultra tembel olmaları. 1 yılda bitecek inşaat 4 yılda falan belki bitiyor. ülkede inanılmaz bir kiralık ev problemi var . en kötü evleri bile 20 kişi aynı anda görmeye gidiyor. ev bulamadığı için işi bırakıp ülkesine dönen insanlar tanıyorum. onları oraya getiren iş yerlerini ofiste yatmak ile tehdit eden arkadaşım bile var. işin en tuhafı uçuk kiraları ödemeye razı olsanız bile aynı bir iş başvurusu gibi tüm belgeler ile başvuru yapıp sonuç bekliyorsunuz. kiralık evi görmek için kapıda kuyrukta beklediğimi bilirim. haliyle başvuru yapan onlarca kişi arasında sizin seçilmeniz için yapabileceğiniz hiç bir şey yok.
    sağlık sistemini anlatmak bile istemiyorum. ispanyol müdürümün bizlerden şöyle bir isteği olmuştu. "eğer çok hasta olursam beni hastaneye götürmeyin direkt gömün". evet bu saçma sapan ülkede yaşamak istiyorsanız critical skills employment permit alabilirsiniz sonra gidip oturma izni ve utanmadan turist gibi reentry vizesi almanız gerekir. online randevu geçen sene başladı sanırım. ben ilk geldiğimde sabah 4'te sıraya girmiştim. bu arada reentry vizesi denen saçmalık için ayrı bir randevu var ve ödemesi posta çeki ile yapılıyor. yok ben randevu alamadım posta ile başvurayım derseniz 2 hafta sürüyor o pasaportun size geri gelmesi. bu arada oturma izni ve reentry vizesi aynı ofiste veriliyor. aralarında 2 metre mesafe var ama bu süreci iyileştirmek için sıfır çaba sarfettikleri için hiç bir şey değişmiyor. bugün pazar hava yağmurlu .yerdeki kar hızla eriyor ama koduğumun tramvayı hala çalışmıyor. duruma bakacaklarmış. peki toplu taşıma normal zamanda iyi mi ki. hayır değil. muhtemelen avrupanın en kötüsü. neyse çalıştığım şirketin amsterdam ofisine transfer için teklif aldım onu düşünüyordum bir süredir. 2 yılımı yakıp yine de gidicem. ayrıca diğer entrylere şöyle bir göz gezdirdim de tipik ekşi sözlük romantikliği olmuş yine. yok efendim sokakları şöyleymiş te tarih kokuyormuş ta. şehir merkezinde sokakları eroinman ve dilenciden geçilmiyor buyrun gelin. çoğu yerde akşam 7'de kapatıyor kafeleri.
    edit: havasından hiç bahsetmedim bile ama sanılanın aksine her gün yağmur yağmıyor burda. tek kötü tarafı yaz ve ilkbahar mevsimlerinin olmaması
    edit 2: simdi de su kesintileri basladi teallamya
    son edit : dublin'in begendigim yonleri de var. insanlari inanilmaz sicak kanlidir. kendimi yabanci ulkedeymisim gibi hic hissetmedim. ayrica dogasi sahanedir. 20dklik araba yolculugu ile vikingsin cekildigi mekanlara ulasabilirsiniz.
  • insanlari o kadar $ekerdir ki sizin ortadogulu *, yalniz, di$i bir backpacker oldugunuzu ogrenen pub amcalari hemen bir bira yollar, akabinde masalarinda 10 euro toplayip getirirler, "seni cok sevdik, bu da bizden olsun" diyerek. soguk evropalilardan sonra sicak $arap gibi gelirler, iciniz isinir.

    benim icin binlerce yildir "ev" demektir ayrica, bu hayatta bir kez goru$mek kismet olduysa da.

    geceleri sokaklarinda $arki soylenerek gezilecek tek $ehirdir.

    gozlerinizi kapayip kokusunu geri cagirdiginizda "evet" dedirtir, ba$ka hicbir $eyin dedirtmedigi gibi.

    cok isterseniz olacagini bildiginiz masallardandir, bir buyucunun yardimiyla ciktiginiz yolculuk buyucunun kalbinde biter, ta ki beraberce dublin'e gidene kadar. and they lived happily ever after.
  • fiyatları pahalı, insanları sıcak, havası soğuk güzel şehir.

    şu sıralar ekonomik krizle birlikte, zaten pahalı olan otobüs fiyatları tekrar pahalandı. eskiden 1.90 euro iken, şuan 2.15 euro vermek gerçekten üzücü. buraya gelmeden önce, türkiye'de metrobüs zamlarından homurdandığım için inanın kendimden utandım. dublin'de metrobüs gibi bir sistem olsa inanın 15 euro isterlerdi. tabi hayat şartları ve kazançları aynı değil, oraları çok karıştırmıyorum.

    hava şartlarına bir süre sonra adapte oluyorsunuz, sürekli yağmur yağıyor olması dikkatinizi çekmiyor. fakat; hava bayağı güneşli ise bu durum herkesin dikkatini çekiyor.

    temple bar bölgesinde güzel yerler bulabilirsiniz. tabi içeri girip girememeniz kapıdaki güvenlikçinin ruh haline bağlıdır. eğer ki, sizin önceden içki içtiğinizi ya da sarhoş olduğunuzu fark ederse, kesinlikle almaz.

    marketlerden kimlik göstermeden içki alamazsınız. üstelik bir grup olarak markete girmişseniz, gruptaki herkesin kimliğini isteyeceklerdir. özellikle grubun içersinde yaşı ufak gösteren biri varsa, markete girmemesi sizin için daha iyi olur. saat 10'dan sonra, bazı marketlerde içki satışı yasaktır.

    dublin'de hırsızlık ve gasp olayları çok sık yaşanır. o yüzden saat 9'dan sonra sokaklar tehlikelidir. eğer dışardaysanız da, tek gezmemenizi öneririm.

    burger king'in menüleri türkiye'ye göre daha büyük ve güzeldir. fiyatı da 6,99 euro civarındadır. abrakadabra gibi irlanda'nın da fast food zinciri vardır. ancak iyi değildir.

    ev burada büyük bir problemdir. kiracı iseniz ev bulamazsanız, ev sahibi iseniz kiracı bulamazsınız. emlakçılık sistemi çok yoktur daha çok insanlar evlerini daft.ie üzerinden bulur. tabi emlakçılık sistemi yoktur derken, biraz farklı olarak vardır aslında yani ajan sistemi gibi bir sistem vardır. ajanlar ev sahiplerinin bilgisi dahilinde ya da olmadan evleri kiralar, sonra da o evleri share room şeklinde diğer insanlara kiralar. böylece ev sahibinden 1000 euro'ya kiraladığı 3 odalı bir ev için; her bir odayı 400 euro'dan vererek 200 euro kar edebilir.

    inanılmaz çok sayıda brezilyalı vardır. onları sudiler takip eder. türkler ise çok ufak bir azınlıktır. yani kurslar da ya da dışarıda bir türk görmeniz, normal bir durum değildir.

    irlandalıların hep söylenene aksan meselesi ayrı bir konudur. dublin'de genellikle çok büyük bir farklılık yoktur. eğer ingilizceniz iyi ise her söyleneni anlarsınız. hatta bazı irlandalılar çok temiz ingilizce konuşurlar. nadir bile olsa denk geldiğim, farklı aksana sahip irlandalılar da vardır. onların ne söylediğini anlamakta zorluk çekebilirsiniz. genellikle varoşlarda yaşayanların ingilizcesinin farklı olduğu söylenir. dikkate alınacak ya da sorun oluşturacak bir aksan problemi yoktur.

    sıcak kanlı çok insan vardır. bir adres sormanız dahilinde, size saatlerce o yeri anlatmaya çalışabilirler. tabi şerefsiz olanları da yok değildir.

    son olarak; eğer ki, dublin'de havalar sürekli sıcak olsaydı, dünyanın en kalabalık nüfusuna sahip şehri olabilirdi.
  • vizesiydi, uçak bileti pahalılığı derken, sıcakkanlı insanlarıyla gidince herşeyi bir anda unuttuğum, ucuz mu ucuz, müzik, bira (guinnes) ve viskiyle (jameson) bütünleşmiş insanları ile neşeli, samimi, sarhoş bir kent burası. sokaklarında yürürken yerleşme hayallerine daldıran, diğer avrupa kentleriyle bağdaştıramadığım büyülü bir egzotikliği var buranın.
    daha turistik bir açıklama yapacak olursam şehirde ulaşım aracı kullanmaya gerek bile yok. her yere yürüyerek ulaşabilir, görülmesi gereken chapel, katedral, parkları ve vs. aradan rahatlıkla çıkarabilirisiniz. gidince writers museum görmeden, urban outfitters mağazasını gezmeden (bir şey alamadan çıkamıyorsunuz), national museum'da francis baconın stüdyosunu ve eserlerini, tur arabalarıyla veya bir araba kiralayarak şehrin doğu ve batı kıyısını gezmeden gelmeyin derim. özellikle portmarnock ve howth, irlanda denizi ne kıyısı olan bu bölgeler görülmeye değer. howth liman bölgesinde su ürünleri lezzet ve tazelik açısından en güzel şekilde sunuluyor, ben yiyemedim ama sadece bunu yapmak için bile tekrar gidesim var.
    herhangi bir taksi şoförünün size masal gibi bram stoker ın dracula yı nasıl yazdığı ve hayat hikayesini anlatması, konuştuğum bir çok satıcının kara kedi uğurdur, kelt taşıydı, şans gözüydü hikayelerini dinlemek de burda farklı bir mistisizm veya psişik bir durum hissiyatını feci şekilde hissetmemi sağlamıştır.
    bu şehirde tanımlayamadığım beni çok etkileyen bir şey var dedim ordan ayrılırken. freud un ‘teorilerim bütün insanlar için geçerlidir...’ demiş... biraz durmuş, sonra herhalde aklına bir şey gelmiş ki ‘irlandalılar hariç!’ diye eklemiş! (...) sözü uçak yolculuğum sırasında beni gülümsetmeye devam ediyordu.
  • mutlaka gidip görülmesi gereken yerlerden biri değil belki ama mutlaka mutlu dönülecek yerlerden bence.
    turistik yerlerden zaten bahsedilmiş. herhangi bir şehir turu yapan turist otobüsleri de götürür sizi oralara. mesela phoenix park’a, guinness’e ve hapishanenin olduğu lokasyona onunla gidebildim ben.
    güzel yemeklerin tadı kaldı damağımda benim. mesela eggs benedict ( gallaher&co diye bir yerde yemiştim çokzeldi), nando’s’da harika bi tavuklu bi şeysiler yedim mesela, sırf sosları için gidilesi. bobo’s’daki hamburger ve patatesler de hem hayvani hem de dünya güzeli. ama yediğim en lezzetli şey whitefriar grill diye bir yerde yediğim steak’ti. ortalama tek kişi 20 euro’ya kalkılıyor bu yerlerden -ki bence aşırı uygun o lezzetteki yemekler için. onun dışında her kahveci ve pub ayrı güzellikte.
    bir de writers musem’un hediyelik mağazasından 3 euro’ya ulysses aldım, en çok da o mutlu etti galiba :) edebiyat severler için cennet sayılabilecek bi şehir.
hesabın var mı? giriş yap