• ikimiz de aynı şehirdeyiz ve birbirimize varmamız için yarım saatten daha az bir zaman yeter.
    buna rağmen o orda,
    ben burdayım.
    neden?
  • (bkz: medcezir) ölesiye seviyorum ulan!
  • düşündüm o neyi okuyor?
  • haketmiyorsun. benden gelecek iyiyi ya da kötüyü, vefayı veya ihaneti, hiçbir şeyi.
    bir bakışı haketmiyorken sen, ben nasıl bir aptalım ki gittiğin yönden hala çevirebilmiş değilim kafamı.
    sözgelimi 'hoşçakal'mamı isteyecek kadar bile laf sarfetmemiştin ya hani, -belki benim hak etmeyişimdendir- sayfalarca hiç yokmuşum gibi davranışını yazmamı da haketmiyorsun.
    herkesi suçladım. aklına-aklıma gelebilecek herkesi. meğer en büyük yarayı sen açmışsın, haberimiz yokmuş. niye en ağır çöküşü sende yaşadım anlıyorum şimdi: ben kimseye bu kadar anlam yüklememiştim.

    hayatın her an bana haddimi bildirmesi artık hoşuma gidiyor. ilkel bakış açımı terk ettim. anlamaya çalışıyorum, ürkmeden hemen. mesela anlıyorum artık herşeyin bir karşılığı olması gibi bi zorunluluğun olmadığını. anlıyorum herşeyi kontrol edemedigimizi. ve anlıyorum elimizden kayıp gidebilecek şeyleri. bunlar buruk bir bilgelik katarken benliğime, kabullenmek hâlâ zor geliyor bir hiç oluşumu. zamanla unutulmak herkesin sonu, benim başıma gelen; kör bir bıçakla kesilip atılmak. bunu sindiremem.
  • “gel vefasız, gel vicdansız, çağırmazdım acil olmasa.”
  • ya yarram, ben de seni özledim falan da, olmuyo ya valla şey yapmayalım.
  • 2.kez umut verip sonra sevmiyorum demek ayıptır. can yakar. umarım sen de seversin ve sevilmezsin.
  • ince parmakları ne zaman bir şeyi kavramaya kalksa gözlerim istemsiz kemikli ellerine, dar omuzlarına, ordan da katwijk’in sahiline vuran gel-gitler gibi inip kalkan göğsüne kayardı. giydikleri hep biraz bol gelirdi, omuzlarından birkaç santim aşağı dökülürdü. cumartesileri meydanda kurulan pazardan aldığı ince beyaz gömlekleri vardı. her birini elleriyle ütülemeye çalışır, özenle katlar, dolabına yerleştirirdi. resim yapacağı zaman ise gömleğinin kollarını birkaç defa kıvırır, dirseklerine kadar sıyırırdı.

    önceleri bir çeşit ibadet sanardım bu gösteriyi, bir çeşit totem belki. sonra anladım ki giyecek başka kıyafeti yokmuş, parası azmış, zar zor aldığı birkaç parça kıyafeti de bir kazaya kurban veremezmiş, “kör bir bıçakla yakacak odun kesmeye benziyor” dediği iş görüşmelerine elinden geldiğince düzgün giyinip gitmeye çalışırmış, ondanmış bu inadı! bunların da kumaşı dar kalıbına çok gelirdi gerçi. babasının gençliğinden kalma bir pantolonu vardı, sola sola salondaki sobanın lekelediği isli tavanla bir olmuştu rengi. bacaklarına doğru sarkan gömleğinin kuyruğunu iyice çekip beline oturtmaya, bu pantolondan içeri sıkıştırmaya çalışırdı. bir-iki ay önce şehrin merkez kafesinde hemen arkasındaki masada etrafa bakar gibi yapıp yüzünü seçmeye çalışırken gözüme çarpmıştı üstündekiler. o gün taktığı eprimiş kemer birkaç hafta sonra inceldiği yerden kopmuş, onu mücadelesinde yalnız bırakmıştı. bu yüzden gelişimin ilk cumartesi'nde kendimi meydana atmış, yokluğum fark edilmeden benzerleri arasında gümüş kakmalı, ışıltısız tokasıyla bana alayla göz kırpan sığır derisi kemeri torbama tıkıp koşa koşa eve dönmüştüm.

    kemerin ilk sahibi olmayacağı derinin üstündeki derin çiziklerden belliydi ama aradığım tam da buydu zaten. o yokken odasına girmemden hoşlanmayacağını biliyordum, bu konu hiç açılmamış olsa da böyle bir anda yüzünü nasıl buruşturacağını canlandırabiliyordum zihnimde. gözlerinin mavisinin tuna’nın çamurlu grisine çalan gaddar bir soğuklukla kaplanacağını da biliyordum üstelik, tirol’ü dev bir göle çevirecek sicilya güneşi bile eritemezdi o buzları sonra! ona bir hediye verebileceğim samimiyetin aramızda kurulmadığı ziyadesiyle aşikardı. ne yapmalıydı? en sonunda çareyi salonda divanın altındaki sandıkta bulmuştum.

    ceviz ağacından yapılma bu ağır aile yadigarının içinde yine babasından kalma bir mont vardı, kış rüzgarlarının mahsülü dondurduğu haberleri kulaktan kulağa yayıldıkça her gün üstüne geçirdiği gömlek ve ceketlerin artık zayıf düşmüş ciğerlerini koruyamayacağına ikna olmuştu. böylece bir gün o sahafları ziyarete çıkmışken sandığı yerinden çıkardım ve kemeri montun altına sakladım. zor bir işti bu doğrusu! elinde birkaç taklitle çıkagelmişti sonra. eserler vermeer’indi, kitabın sararmış sayfaları arasından düşmesin diye sıkı sıkı tuttuğu parça ise delft limanı’ydı. yine binalar ve manzara çizecek demekti bu.

    birkaç gün sonra mutfakta kahvaltı yaparken karşılaşmıştık. bir semmel’i ikiye bölmüş, hem gazetesini -wiener zeitung- okuyor, hem de ekmeği yavaşça çiğniyordu. beyaz gömleğinin üstüne lacivert askılar takılıydı. askıların omuzlarındaki kemiklere can havliyle tutunduğunu görebiliyordum. olduğundan daha da zayıf göstermişti bu onu. yanındaki sandalyede dolabındaki ceketlerden en koyusu duruyordu. ah şu koyu renk sevdası! çukur gözleri, çıkık elmacık kemikleri, ince dudakları, solgun teni yetmezmiş gibi bir de koyu renklere bürünmeyi severdi. zaten belli belirsiz olan varlığına alenen bir saldırı gibi görünen bu renkler bir tek gözlerini bir tabloyu onurlandırır gibi çevreler, bakışlarındaki mavi dalgaları kimi zaman birbirine katar, kimi zaman çarşaf gibi seriverirdi önüme. işte o içimde şikayetlerime devam edecek sesi bulamazdım, nefesim boğazımda düğümlenir, onun her gün aziz stefan katedrali'ne baktığı gibi uzun uzun, tepeden tırnağa süzerdim bu garip ruhu.

    bu bitmez anlar bana tren vagonunda geçirdiğim geceleri anımsatırdı, vagonun küçük camından duyulan rüzgarın uğultusu, alacakaranlıkta uyuyan uçsuz bucaksız felemenk tarlaları ve içime dolan o ürperti- sessizliği bozan hiçbir zaman ben olmazdım, terbiyeli bir kız çocuğu gibi sıramı beklerdim, endişe içimde usulca yankılanır, ben ise gözlerimi ondan ayırmaya cüret edemezdim yine. beklediğim darbe hiçbir zaman gelmezdi oysa. saniyelerin, dakikaların birbirini kovalaması bitince konuşmaya başlar, doygun, derin sesiyle bir demir varsaydığım anadilinin sivri kenarlarını kadifeyle sarmalardı. dudaklarından dökülen her sözcük odada birikmiş kasvet yüklü kara bulutları dağıtıverirdi. tam o an içim yine o tarifsiz coşkuyla dolardı işte, dresden’da elbe’nin üstünden yansıyan duvarlarını güneşin okşadığı o katedralleri, bayvera'daki bakır renkli taş köprüleri, akşamüstü sakson alplerinden esen taze meltemi varlığımda duyumsardım çünkü. o zaman bir kere daha anlardım üstünden dökülen bu parça parça kıyafetler içinde bile neden saraydan düşmüş bir soylu gibi durduğunu. dünyada varlığı kendine böyle yakışan, benliğini böyle asaletle taşıyan bir başkası hiç olmamıştı, olmayacaktı çünkü.

    böyle olacağını kim bilebilirdi ki?
  • şimdi gel de mucize diye bir şey olmadığını titanic batarken mutfakta akvaryumda ölmeyi bekleyen ıstakozlara anlat.
  • güzelliğin terazisi, tartısı bakan gözdeydi. o gözden kalbe giden sözdeydi. bir gülüş, bir koku, bir ses ve özdeydi. yıllar yılı hep aynı gözle baktım sana. hiç azalmadı ağırlığı hiç eksilmedi. yaşımdan kaç mevsim geçerse geçsin, kalbimin mevsimi hiç değişmedi.
hesabın var mı? giriş yap