89040 entry daha
  • sabahları alarm çalmadan önce gözlerimi açtığımda "alarm çalana kadar" diyerek tekrar uyuyorum(sevgiliyle işe geç kalışlar part bir de denilebilir bugün için, dursun kenarda).
  • serkan’da telefon vardı. içeri nasıl soktu bilmem. “versene şunu” dedim, “birini aramam lazım.” numarayı yazdım. ekranın ışığı belki yirmi kez söndü. avuçlarım terledi. dakikalar geçti, anca basabildim arama tuşuna. tam dört ay sonra ilk kez esra’yı aradım. askeri cezaevinden hem de.

    bayrampaşa’da bir markette çalışıyorum. 1999 senesi. birkaç dükkan yanımızda beyaz eşya mağazası var. bir kız gidip geliyor oraya. bir görünüp bir kayboluyor. bizim markete alışverişe geliyor bazen. bakışıyoruz ama o kadar. beyaz eşya dükkanının sahibi babasıymış. öyle canı sıkılınca geliyormuş dükkana.

    bir gün geldi, bir iki ürün sordu. bahane ama belli. konuşmak için soruyor. gel zaman git zaman sohbet eder olduk. daha sık gelmeye başladı. her gün yolunu gözlüyordum artık. hep değişik kıyafetle geliyor, çok şık giyiniyordu. zaten güzel kız, insan etkileniyor haliyle. bir akşamüstü, baktım elinde peçeteye sarılı bir şey var. kek yapıp getirmiş. marketin yemekhanesine geçtik. çay ikram ettim. ben keki yerken şefkatle bakıyordu gözümün içine. saadetten öleceğim. flört etmeye başladık. mevsim sonbahar. istanbul'dayız ve aşığız. daha ne olsun?

    babası sağdan soldan duymuş ilişkimizi. dükkana gelme artık demiş esra'ya. birkaç gün görüşmedik. resmen acı çekiyorum. öyle tutulmuşum. babasından gizli geldi bir iki kez. hafta sonları teyzeme gidiyorum diye çıkıyordu evden. sonra ver elini gülhane, sultanahmet, sarayburnu. bir süre böyle idare etsek de anladılar durumu tabi. baktılar olacak gibi değil, esra'yı bir aylığına akrabalarının yanına, bursa'ya gönderdiler. bu hadise aşkımızı daha da alevlendirdi. zorluklara birlikte göğüs germemiz daha da güçlendirdi bizi. geceler boyu konuşuyoruz telefonda. yüzlerce mesaj. sabah ezanlarında yeminler ediyoruz ayrılmamaya. deliler gibi seviyoruz, öyle böyle değil.

    babası çekmiş esra'yı kenara, konuşmuşlar. biz senin için yusuf'u uygun görüyoruz demiş. yusuf, iş ortağının oğlu. varlıklı bir ailenin çocuğu. esra kabul etmemiş tabi. bakmış esra nuh diyor peygamber demiyor; "bir şartım var, anca öyle izin veririm birlikte olmanıza" demiş. "askerliğini yapıp gelsin. askerliğini yapmadan sözü, nişanı unut. asla izin vermem!" benim de okul var o sıra. açıköğretimden işletme okuyorum. babası tufaya getirmiş bizi meğer. askere gidersem nasıl olsa koparız birbirimizden diye düşünmüş. koskoca on sekiz ay. araya muhakkak soğukluk girer. fırsat bu fırsat, esra'yı yusufla baş göz ederiz demiş. bunları çok sonra öğrendim tabi. he, askere gitmezsem zaten izin vermeyecek birlikte olmamıza. ben sana demiştim, askerliğini yapsın öyle gelsin diyecek. fena halde köşeye sıkıştık anlayacağın.

    tamam ulan dedim, askerlikse askerlik, gidiyorum amına koyim. delikanlıyız ya. aşkımız için on sekiz ayı mı feda etmeyeceğiz? gittim askerlik şubesine dilekçe verip tecili bozdurdum. babamla kavga ettik. sen geri zekalısın dedi bana. dinlemedim bile. üç ay sonra askere aldılar. günler geçmez oldu. boğuluyorum. esra'yı özlüyorum. kıçı kırık bir telefon kulübesi var. akşamları elli kişi yığılıyor önüne. konuş konuşabilirsen. sıra gelene kadar yat içtiması veriliyor zaten. acemiliği zar zor bitirdim, usta birliğine teslim oldum. şafak defterine baktıkça ruhum daralıyor. beş yüz elli günün yüz günü bile bitmemiş daha. esra her gün geziyor. bir gün kadıköy'de, bir gün istiklal'de. ben onun için özgürlüğümü, okulumu, geleceğimi feda etmişim. esra hanım arkadaşlarıyla gününü gün ediyor. ben askerdeyim diye eve kapanacak değil elbet. ama bu kadarı da insanın gururuna dokunuyor. yemek yağından leş gibi olmuş kamuflajla, gri binalara bakarak sigara içiyorum. kahramanmaraşlı bir çocuk türkü söylüyor. yemekhaneci usta asker, "kaytarmayın, sikerim ızdırabınızı" diyor. gecenin ayazında üç kilometre yürüyerek nöbete gidiyorum. ellerim hâlâ yağ kokuyor. esra ise istiklâl barlarında sarhoş olup şarkılara eşlik ediyor. ödenecek bir bedel var, ve onu sadece ben ödüyorum.

    gün geçtikçe gerildik, bu mevzular yüzünden. psikolojim iyice bozuldu. birkaç soğuk telefon konuşmasından sonra ayrıldık. esra çabuk kabullendi durumu. ben kendimi alkole verdim. çarşı izinlerinden alkollü dönmeye başladım. anladılar bir süre sonra. bir iki uyarı, ufak tefek cezalar aldım. sonunda beni mahkemeye verdi bölük astsubayı. bir defaya mahsus, on gün hapis cezası aldım. bir daha tekrarlanırsa, altı ay ceza alırsın dediler.

    birkaç ay geçti. baktım bizim yazıcı geldi, elinde resmi bir evrak. "yarın sabah gidiyorsun," dedi "cezan geldi." askeri cezaevi dedikleri, dört ranzalı bir koğuş. günde bir kez ihtiyaç molasına çıkarıyorlar, akşam yemeğinden sonra. onun dışında tuvalete bile çıkamıyorsun. büyük bir yoğurt kovası koymuşlar, ona işiyoruz. yemekler koğuşa geliyor. televizyon, radyo yok. her şey yasak. can sıkıntısından ölürsün. koğuşta dört kişiyiz. herkes başka birliklerden, başka cezalar alarak gelmiş. serkanla ben istanbulluyuz, diğerleri anadolulu çocuklar. ben 'istanbul piçi' tabir edilen tanıma hiç uymuyorum. ama serkan bu unvanın hakkını veriyor. şeytanın kıçına parmak atar derler ya, öyle bir fırlama işte. askeri cezaevine telefon sokmuş. ericsson'un küçük modellerinden. el ayak çekilince mırıl mırıl konuşuyor. oyalanacak hiçbir şey yok. sohbet de bir yere kadar. kemiklerimiz birbirine geçiyor akşama kadar yatmaktan.

    durduk yere esra düştü aklıma. sesini duymayalı dört ay olmuş. "versene şu telefonu" dedim serkan'a, "bir arkadaşı arayacağım." numarayı tanımadığı için normal bir tonla açtı telefonu esra. ben olduğumu anlayınca, buz gibi soğudu o cıvıldayan ses. "ya ben biraz meşgulum, kapatmam lazım" dedi, "nişan alışverişindeyiz, hafta sonu nişanlanıyorum da..." kapattı. alnımı ranzanın demirine dayadım. nizamiyeye giden ağaçlı yola baktım dakikalarca. ben günlerdir altı metrekarelik odada boğuluyorken, esra nişan alışverişinde kendine gecelik, parfüm, tüylü terlik beğeniyordu.

    yemekten sonra ihtiyaç molasına çıkardılar. baktım, kantinin orada, televizyonun önünde bir kalabalık. herkes ekrana bakıyor pür dikkat. kantinci, "amerika'da ikiz kuleleri vurmuşlar" dedi. "sikmişim amerikasını da, kulesini de. iki paket kısa lark versene oradan" dedim. on altı yıl önce bugündü...
  • sevmediğim bi huyum var insanlardan ışık hızıyla soğumak.soğuduktan sonra yok yani ağzıyla kuş tutsa eskisi gibi olamıyor gözümde o kişi.
  • keşke doğru zamanda karşılaşsaydık.
  • az önce öylesine bi maillerime bakayım derken bide baktım kariyer netten doğum günümü kutlayan ilk onlar olsun diye mail gelmiş de ilk gördüğümde kimden geldiğinden ziyade içeriği gözüme çarpınca kalbim bir belki iki saniyeliğine hızlı attı ama sonra geçti :)

    not : beklentiden ziyade kalp işte ben ne yapayım .
  • kış kokuyor.
  • insan, mutlu olacağı sandığı şeye sahip olup mutlu olamadığını farkedince çok daha mutsuz oluyormuş. test ettim, onayladim.
  • dünyada niye hep kotuluk seciliyor,niye hicbir zaman iyilik olmuyor? niye hep kotuler cogunlukta? niye hep iyiler masum insanlar hep aci cekiyor?
  • benim için geçmişte kalmış bir dostluğa özlem duyduğum zamanlar oluyor. ne gerek var böylesine deyip sahip olduğumuz şeyin çok değerli olduğunu düşünüyorum, kim gelirse gelsin onun yerini dolduramayacak sanıyorum ve kendi zihnimin içinde geçmişte kalan o anılara geri dönmeye yelteniyorum. ama sonra anlıyorum ki aslında sadece ama sadece güzel hatırlamak istiyorum. hem de o kadar güzel hatırlamak istiyorum ki, zihnimin "hiçbir şey eskisi gibi olmaz" demesiyle bu klişeyi ihtimal dahilinde tutarak sahip olduğumuz o güzel dostluğu çirkinleştirmek istemiyorum.
  • mutlu olacağımı sanıp hatalar yaptım ama gerçeği en baştan beri biliyordum. bu bana koydu mu ? hayır asla
184980 entry daha
hesabın var mı? giriş yap