en iyi on şair
-
ahmet hamdi,
-
bana göre böyle olan listedir.
1. ece ayhan
2. attila ilhan
3. ismet özel
4. cemal süreya
5. küçük iskender
6. turgut uyar
7. betül yegül
8. altay öktem
9. didem madak
10. haydar ergülen
bu arada listede nazım'ın ve hilmi yavuz'un olmaması da benim ayıbım tabi
edit: başlık başa kalmış. kişisine, bakış açısına göre değişebilecek gönülleri fetheden 10 en iyi şiir şiiren kişi. -
bence bu şekildedir. şahsi kanaatimce,
1.nazım hikmet (bkz: şehitler)
2.cemal süreya (bkz: üvercinka)
3.atilla ilhan (bkz: ben sana mecburum)
4.ahmet arif (bkz: 33 kurşun)
5.orhan veli kanık (bkz: dalgaci mahmut)
6.cahit sıtkı tarancı (bkz: otuz beş yaş)
7.ümit yaşar oguzcan (bkz: acılar denizi)
8.nevzat çelik (bkz: şafak türküsü) necdet adalı anısına.
9.cahit külebi (bkz: hikaye)
10. ve haydar ergülen.(bkz: üzgün kediler gazeli) -
1. ümit yaşar oğuzcan
2. oruç aruoba
3. atilla ilhan
4. hasan hüseyin korkmazgil
5. cemal süreya
6. nazım hikmet
7. ismet özel
8. orhan veli kanık
9. mehmet akif ersoy
10. turgut uyar -
1. necip fazıl kısakürek
(nfk, 19.05.2013 12:50) -
ekşi ahalisinin listesini merak edip, ekşi ankette yaptığım bu anketin sonuçlarına göre, şöyle olan listedir:
1. nazım hikmet ran (17 oy)
2. attila ilhan (12 oy)
2. orhan veli kanık (12 oy)
2. turgut uyar (12 oy)
5. özdemir asaf (11 oy)
6. cemal süreya (10 oy)
7. edip cansever (6 oy)
8. ismet özel (4 oy)
8. necip fazıl kısakürek (4 oy)
8. onur ünlü (4 oy)*
*not: onur ünlü'ye verilen 4 oydan üçü ah muhsin ünlü olarak verilmiş. -
tarafsız gözle bakarsak ve az çok türk edebiyatına dair mürekkep yalamışlığınız varsa
yahya kemal beyatlı
fuzuli
baki
ali şir nevai
ahmet haşim
abdülhak hamit tarhan
tevfik fikret
mehmet akif ersoy
nazım hikmet ran
attila ilhan
oluşturulacak liste hemen hemen budur, birkaç isim değişir. aslında tanpınar'ı da sırf leylâ, bursa'da zaman ve ne içindeyim zamanın şiirlerinden dolayı koyacaktım listeye ama o sadece bir şair olmaktan ziyade tam manasıyla bir edebiyatçı nevaî gibi. nevaî'nin listede olmasının sebebi şairliğinin ağır basması.
edit: substitution -
yerli derseniz ortalık karışır hal böyleyken durum yabancı şairlerde de böyledir mamafih naçizane fikrimce sıralama rastgele olarak en iyi 10 ve hatta fazlası şair bilahare de örnekleri şöyle;
(bkz: rainer maria rilke)
ben, bilir misin sessizce
sıyrılmak isterim taşkın, kalabalık çevreden
meşeler üstünde solgun,
nice yıldızların gece
açtığını bilirken
seçerim öyle yollar,
ayak basmadığı kimsenin.
solmuş akşam çimenlerinde,
uzak bir de şu düş ancak;
sen de gelirsin.
(bkz: vergilius)
ne kadar da güvenilmez ay boyunca, lanet ışığı altında, gölgesini dikerken göğe, iuppiter, yol ağaçların arasında, gece de, yüklüyorken karanlık rengini her bir şeye.
(bkz: edgar allan poe)
varlığını sabah diye selamlayanlardan
yokluğunu gece sayanlardan
yüksek göklerde kutsal ateşi gölgeleyen
ağlayarak ümit için her saat seni kutsayanlardan
yaşam için ah. hepsinin üstünde,
derinlere gömülü inancın gerçeklik
erdem ve insanlıkta canlanması için
ümitsizliğin menfur yatağında ölmeye yatanlardan,
birden yükselir, senin mırıldandığın sözler üzre,
"ışık olsun"
mırıldandığın sözlerin, gözlerinin
seraphlara özgü bakışıyla gerçekleşen
sana en çok borçlu olanlardan şükranı
tapınmaya benzeyen ah, anımsa
en doğrusunu adanmış olanı en çok tutkuyla,
ve düşün ki bu güçsüz dizeleri o yazdı
o yazdı, yazarken ürperip düşünerek
bir olduğunu ruhunun bir meleğinkiyle.
(bkz: william shakespeare)
sen ki müziksin, müzik dinlerken hüznün niye? tatlılar kavga etmez; sevinç, sevinçle coşar. sana zevk vermeyene katlanırsın ne diye? can sıkanı bağrına basmakta ne anlam var? birbirine eş olan hoş seslerin uyumu. yine de kulağına sıkıntı mı veriyor? bil ki ahengin sana tatlı bir sitemi bu: 'parçaları dinleyip tümü unuttun,' diyor. dinle, iyi bir koca gibi, tek bir tel nasıl yaratırsa eşiyle birlikte hoş bir ezgi, baba, çocuk ve mutlu ana, yapıyor fasıl: kulakları okşuyor tek bir sesin ahengi. o sözsüz şarkı, sanki tek bir ağızdan sana 'değerin olmaz,' diyor, 'yaşarsan tek başına.'
(bkz: charles baudelaire)
durmadan kımıldanır iki yanımda şeytan,
yüzer çevremde ele gelmeyen hava gibi.
duyarım ciğerimde onu yanan, tutuşan
sonsuz, tedirgin salar içime istekleri.
ara sıra bilip sanata düşkünlüğümü
döner en güzel kadınlara döner dünyada.
aldanıp sudan sözlerine tanrının günü,
alışır dudaklarım en alçak şuruplara.
işte böyle giderim, tanrı gözünden ırak,
yorgun, tedirgin, soluk soluğa ağlıyarak
ıssız, derin can sıkıntısı ovalarına.
atar böylece şaşkınlık dolu gözlerime
kirli giysiler, açılmış yaraları sonra,
korkunç yıkım'ın kanlı takımını yıllarca!
(bkz: arthur rimbaud)
bir akşam güzelliği dizlerime oturttum.
ve acı buldum onu. sövdüm.
silahlandım tüzeye karşı.
kaçtım. ey büyücü kadınlar, ey mutsuzluk, ey kin, size emanet edildi hazinem. her insancıl umudu usumdan silip atmayı başardım. boğazlamak için onu yırtıcı bir hayvan sessizliğiyle her kıvanca saldırdım.
cellatları çağırdım ölürken tüfeklerinin dipçiğini dişlemek için. afetleri çağırdım kumla, kanla boğulmak için. tek tanrımdı mutsuzluk. çamurlara uzandım. suç güneşinde kurulandım. deliliğe yaman bir oyun oynadım.
budalanın o korkunç gülüşünü taşıdı bana ilkyaz.
ve son falsomu da yapmak üzereyken, iştahımı belki de yeniden kabartabilecek olan eski şölenin anahtarını aramayı düşündüm.
iyiliktir bu anahtar. belli ki düş görmüştüm, bu düşünce onu gösteriyor.
alnımı o canım haşhaş çiçekleriyle defneleyen iblisim haykırıyor: "sen hep sırtlan kalacaksın.", "tüm iştahlarınla, bencilliğinle ve büyük günahlarınla ölümü hak etmeye bak."
ah! ölümden fazlasıyla aldım payımı: - ama, sevgili şeytan, senden tek dileğim, daha az öfkeli bir göz ve bu arada birkaç da gecikmiş küçük alçaklık. yazarın öğretim ve eğitim yetilerinden yoksun olmasını bilirim pek seversin, işte koparıyorum senin için şu birkaç iğrenç sayfayı lanetli defterimden.
(bkz: aleksandr sergeyeviç puşkin)
dinmiş tufanın son bulutu!
bir sen gezinirsin açık mavi gökte.
senindir, kimsesiz, neşesiz gölge.
sevinç dolu günü, bir tek sen üzersin. az önce çepeçevrede sarmıştın gökyüzünü,
şimşek de seni sarıverdi dehşetle.
sen ise saçtın gizemli gürlemeni,
ve açgözlü toprağa yağmur içirdin. yeter! işin bitti artık.
toprak tazelendi, tufan da kaçtı buralardan.
ve işte rüzgar da yaprakçıkları okşarken,
kovuyor seni şu huzurlu göklerden.
tüm arzularımı yaşadım ben
hayallerime de soğudum artık
sadece acılarım kaldı içimde
meyveleri kalbimdeki boşluğun. hayın kaderin fırtınaları altında
soldu güller açan taç yaprağım da
yaşıyorum hüzünlü ve yalnız
ve gelir mi sonum diye bekliyorum. işte böyle, sonbahar soğuklarına yenik
fırtınanın kış ıslığı duyuluyor gibi
çıplak dalda tek başına
titremekte geç kalmış bir yaprak!
(bkz: johann wolfgang von goethe)
beni niçin dayanılmaz çekersin,
ah o depdebeye?
uslu gençken mesut değil miydim
o sıkıcı gecede? odama gizlice kapanmış,
mehtabın ışığı altında,
ürperten aydınlığıyla kuşanmış.
kanıksadım uykumda; rüyamda dolu dolu altın saatleri.
halis hevesle,
tatlı simanı hissettikten beri
yüreğimin en dibinde. hala ben miyim, onca ziyanın arasında oyun masasında tuttuğun?
çoğu çekilmez zırvaların karşısında
aslında lütfun?
daha cazip gelir bana baharın çiçekleri
şimdi artık koridorda olmayan;
sen, meleğim, nerdeysen, aşk ve şefkat veri,
nerdeysen, orada doğa sana hayran.
(bkz: paul verlaine)
buz tutmuş o ıssız eski park içinden
iki hayaletti demin kayıp geçen.
gözleri sönmüş, gevşemiş dudakları,
güç duyulur neler fısıldaştıkları.
buz tutmuş o ıssız eski park içinde
geçmiş günlerden söz etti iki gölge.
eski coşkumuzu anımsıyor musun?
ne diye anımsayayım istiyorsun?
yüreğini yine titretir mi adım,
yine girer miyim düşüne? - yok canım!
ah o dudaklarımızın birleştiği
anlatılmaz mutluluk günleri! - belki.
gök masmaviydi, umut koskocaman.
umut kaçtı kara göğe darma duman.
böyle geçtiler yoz yulaflar içinden;
yalnız geceydi sözlerini işiten.
(bkz: vladimir vladimiroviç mayakovski)
bilirim gücünü sözcüklerin, o çınlayan sözcüklerin ben;
onların değil, o yığınları coşturan, kendinden geçiren,
başka sözcüklerin gücünü, çıkarıp ölüleri topraktan
tabutları meşeden adımlarla götürenlerin her zaman.
gün olur okunmadan, basılmadan atılırlar da sepete,
bir çıktıları mı oradan gemi azıya alırlar elbette,
gümgüm öterler yüzyıllar boyu, tırmanıp gelen trenlerdir
öpüp yalamağa nasır tutmuş ellerini şiirin bir bir.
bilirim gücünü sözcüklerin. esip geçmiş de bir rüzgâr
bir halayın topraklarına düşmüş taçyapraklarıdır bunlar.
insandır bütün ruhu, dudakları ve bütün iskeletiyle.
(bkz: walt whitman)
şimdi beni avucunun içine aldın ya, kim olursan ol
her şey boşa gidecek bir şey eksik kalırsa
açıkça uyarıyorum seni daha fazla üstüme gelmeden
o sandığın kişi değilim ben, bambaşka biriyim
kim benim yolumdan yürümeye kalkar ki
kim talip olur ki benim dostluk ve sevgime
yol kuşkulu, sonuç belirsiz, yok edici belki de
terk etmen gerecek başka ne varsa,
yalnız ben umacağım senin biricik ölçütün olmayı
çıraklık dönemin bile uzun ve zorlu geçecek o zaman
vazgeçmen gerekecek tüm bir yaşam biçiminden
ve çevrendeki yaşamlara uyumundan
o yüzden bırak beni başın daha fazla belaya girmeden!
çek elini omuzumdan
beni yere bırak ve kendi yoluna git.
(bkz: ovidius)
ne şanslıdır o erkek ki sevdiğini cesurca savunabilir
sevdiğinin "ben masumum!" (doğruysa) dediği erkek ne şanslıdır.
taştan olsun, belki de deli ya da mazoşist, hiç şüphesiz,
o adam şüphenin gölgesinden uzak bir kanıt için canını verir.
ama dediğim gibi, gördüm seni; pekala da ayıktım,
yine de ne düşündüğünü biliyorum, yarı sarhoş, yarı uyanık.
ikimizi seyrediyordum ben, kaşlarını oynatışını gördüm;
başını sallarken ne dediğini bile anlayabiliyordum.
ne gözlerin susuyordu ne de parmaklarını şaraba daldırarak
masaya yazdığın yazılar, her harf bir işaretti.
ah, ya o masum görünüşlü konuşmalar,
o şifrelerle anlatılanlar; sanma ki anlamıyorum.
(bkz: james joyce)
şimdi, tam şimdi, eros’un tatlı ezgiler çıkardığı
bu kahverengi toprağın üstünde
dolanacağız ikimiz, el ele,
eski dostluğumuz hürmetine sabırlıyız,
güzelim sevdamızın böyle bitmesine
yas tutmayacağız. kırmızı ve sarılar kuşanmış bir budala
vuruyor yumruğuyla ağaca;
ve yalnızlığımızı çevreleyen her şeyin etrafında
vınlıyor rüzgar neşeyle.
yapraklarda yok ses seda
sürüklerken zaman onları sonbahara. şimdi, tam şimdi, duymuyoruz artık
ne bir gazel ne bir tekerleme!
öpüşeceğiz gene de, ey sevgili, gün bitiminde
bekliyor bizi kederli ayrılık.
yas tutma, güzelim, hiç bir şey için
zaman, biçerken ekinini zaman.
(bkz: horatius)
hangi adama veya hangi kahramana rübabınla veya keskin flütünle, kasideler çağıracaksın ey clio?
hangi ilaha? şen yankılar onun adını tekrar edecektir?
ister helicos'un gölgeli vadilerinde, ister pindus veya buzlu hemus üzerinde,
(o hemus ki, ormanları, şarkı çağıran orpheus'un arkasından yürüdü; ve bir ana sanatıyla ırmakların coşkun aşıkları ve tez rüzgarlar dururken, şarkı sesinin füsunu, saz nağmelerine takılmış çamları arkasından sürüklerdi.)
dilimizin nakaratı olan baba'ya duadan evvel ne diyebilirsin?
o ki insanların ve ilahların işlerini idare eder
ve değişik mevsimler yoluyla denizin ,
toprağın ve dünyanın akışını nizama sokar.
o kendisinden daha büyük veya kendisine benzer veya kendisine yardımcı hiçbir şeye vücut vermez.
yalnız, ondan sonra pallas birincilik şerefleriyle örtülüdür.
savaşlarda cesaretli liber, seni unutmayacağım,
ne seni, vahşi hayvanların düşmanı olan, bakire;
ne de seni, ey oklarının isabetiyle korkunç febus.
biri atları, öbürü yumruklarıyla ünlü alcides ile
leda'nın çocuklarını da söyliyeceğim.
onların ak yıldızı gemiciye parlar parlamaz,
kaynaşan köpükler kayalardan çekilir, rüzgarlar düşer,
bulutlar dağılır ve göz korkutucu dalgalar, onların istedikleri gibi, denizin içine çöker.
onlardan sonra, önce romulus'u, pompilius'un rahat
ve sakin saltanatını, tarquinius'un azametli baltalarını
ve cato'nun asaletli ölümünü söyleyeceğim.
regulus ve scarus'ları ve punik ve fabricius zaferlerinden sonra
büyük ruhunu özgürce harcayan polus'u da
mousam sayesinde övüp şereflendireceğim;
sonra, sert fukaralığın,
baba ocağıyla lar'larının her ikisini de
sırf savaş için yetiştirdiği curius ile camillus'u.
marcellus'un şöhreti ise,
zamanın gizli tesiriyle bir ağaç gibi, gittikçe büyümektedir.
julianus'un yıldızı, hepsinin arasında, tıpkı madun ışıklar ortasında ay gibi parlıyor.
insan cinsinin babası ve bekçisi ey zuhal yıldızının altında doğan,
caesar'ın mıkadderatının kaygıları sana düştü
ve caesar, senden sonra hüküm sürer.
ister latin dünyasını tehdit eden part'ları tam bir zaferle kendine rametmiş;
ister, şarka doğru ser'lerle hindu'ları itaate getirmiş olsun.
o seneden sonra, bu geniş kainatı, adaletle idare edecektir;
ve sen gerdunen altında olympos'u sarsacaksın ve ulu ormana karşı kerahet işleyenlere öç alıcı yıldırımlarını göndereceksin.
(bkz: catullus)
ilkbaharın ılık sıcakları artık dönüyor.
gece ile gündüzün eşit olduğu göğün öfkesi
meltemin hafif esintilerine boyun eğiyor.
catullus terk edelim firigya’nın topraklarını,
nicea’nın sıcaktan kavrulan verimli ovasını.
uçalım küçük asya’nın ünlü şehirlerine.
sabırsız ruhum yanıyor, bir öte bir beri dolaşırken özgürlük içinde.
ayaklarım güç buluyor neşeli ateşinde.
elveda dostların tatlı topluluğu;
uzak ülkemizden birlikte çıktığımız
döneceğiz değişik yollardan her birimiz.
(bkz: francesco petrarca)
dağılır yele karşı altın saçları
uçuşurdu binbir büklüm icinde.
bir hoş ışık vardı gözlerinde
pırıl pırıl, sönmüş o zamandan beri.
bir iyilik sarardı yüzünü bazen
bilmem, belki bana öyle gelirdi.
ben o sevdaya can atan deli
nasıl yanıp tutuşmazdım o zaman.
yürüdü mü yerden kurtulurdu sanki
melekler öyle yürürse gerek.
sözleri bir başka türlüydü
insan sözlerinden.
gökte bir ruhtu o, bir canlı güneşti.
öyle gördüm ben; öyle değilmiş simdi.
yay gevşemiş, ne çıkar,
yara gitmez gönülden.
(bkz: stephane mallarme)
sen ey, o uykulu savaşçı, kumlar üstünde,
yorgun bir su ısıtıyor güneş saçlarında
ve bir günlük yakarak düşman yanağında,
karıştırıyor bir aşk içkisini gözyaşıyla.
duruk sessizliği ak yalımın, üzüntü içinde
dedirtti, ey benim ürkek öpüşlerim, sana:
"tek bir mumya olmayacağız seninle asla
bu mutlu palmiyeler altında, eski çölde."
ama ılık bir nehirdir işte saçların,
ürküsüz boğmak orada bize tebelleş ruhu
ve bulmak o yokluğu senin tanımadığın.
akan düzgünü tadacağım göz kapağından,
verebiliyor mu diye ezik yüreğime
duygusuzluğunu gökyüzünün ve taşların.
(bkz: lord byron)
mahzun, yarı kırık yüreklerimiz
yıllarca uzak kalmak üzere
o gün, ayrıldığımızda ikimiz
sessiz ve gözyaşları içinde;
solduğunda, soğuduğunda yanağın
öpücüklerin buz tuttuğunda.
çoktan çalmıştı saati acıların.
sabahın o serin, ürperten çiyi
alnımda donuvermişti,
o çiyler belki bu hüzünlerimin
gözyaşlarımın işaretiydi.
ettiğin yeminler bir bir bozuldu
gölge düştü güvenilirliğine;
paylaştığım yalnızca acı oldu
senin adını işittiğimde.
gizlice buluşmuştuk seninle.
sessiz, hüzünlenirim şimdi
çünkü ruhun aldattı ruhumu
yüreğin unuttu yüreğimi.
eğer bir gün, uzun yıllardan sonra
karşılaşırsak ikimiz yine
nasıl bakabilirim, nasıl sana
sessizce ve gözyaşları içinde
uzun yıllardan sonra
sana bir daha rastlarsam
seni nasıl selamlamalıyım
susarak mı, ağlayarak mı?
(bkz: novalis)
hep yeniden gelmek zorunda mıdır sabah?
hiç son bulmaz mı yeryüzünün gücü?
uğursuz bir koşuşturma kemirmek zorunda mıdır gecenin cennetsi uçuşunu ?
biçilmişti ışığa zamanı ,ve uyanıklığa.
ama amansızdır gecenin hükümranlığı
uykunun süresi sonsuzluktur.
ey kutsal uyku!
cimri davranma, mutlu etmekte geceye adanmışları.
dünya halinin bu koşuşturmasında.
yalnızca delilerdir seni yanlış tanıyanlar
ve başka uyku bilmezler,
senin acıyarak üstümüze örttüğün gölgeden başka.
ekşi sözlük kullanıcılarıyla mesajlaşmak ve yazdıkları entry'leri
takip etmek için giriş yapmalısın.
hesabın var mı? giriş yap