3 entry daha
  • sorun aslında profanlaşma sorunu, yolunu, izini, hayalgücünü kaybetme sorunu; evet 'rasyonel dünyada en az bedelle en fazla mutluluk' kavramının tanımı bizzat bu tanımın içindedir, gözünüzün önündedir, gözünüzü dikin bakın neler göreceksiniz; kitlelerin takip edegeldikleri *izm'lere bakın, size sunulan dar yaşantınızda aslında bir rehber olmaları gerekirken, sizin aslında nasıl da daha pasifize etmiş olduğuna bakın, işyerinizde mekanik, hayvani selamlaşmalar, yaka kartları, -eğer hıncal uluç değilseniz, yaka kartlarını insani bulmanız mümkün değil- kimin ne zaman, niçin başlattığı belli olmayan birbirinin benzeri tonlarca günün ilk saatlerinde henüz camlar, gazete kağıtlarıyla köpürtüle köpürtüle temizlenirken, bir elde neskafe, diğerinde masaya dayanmış gazete, güya yaşamla ilintisini bu şekilde kuran insanlar göreceksiniz, kim başlattı, niye başlattı belli değil, sorsanız iş arkadaşınıza, dünyayla yakından ilgilidir, siyaset, spor, ekonomi, magazin herşeyi bilir, bir elinde neskafe diğerinde gazete, önünde bilgisayar ekranı güya doğayla içiçedir, dün akşam hanımla izlediği filmdeki veya dizideki gibi olmak ister mi, hiç problem değil, kendine dönebilmiş mi hayır, fakat öbür soru daha mühim, çağ'ın dayattığı birbirine zincirlerle bağlı gibi duran tüketim alanlarının o kişiye, sana, bana, hepimize sunduğu bu mekanik ve hayvani yaşam biçiminde, hepimiz imajlarımız kadarız, işimiz gücümüz kadar, bürokratik engellerimiz, kravatımız, iş yerinde mevkimiz, okulda kariyerimiz, akademik ünvanlarımız kadarız, öğlen saatine kadar neskafeler tüketir, öğlende de yemeğimizi tıkınır, dosyaları imzalar, dosyaları raflara kaldırırız, masabaşında basurdan muzdarip bireyler olarak, yedikçe acıkan bu çağın bedelsiz mutluluklarını burger'da paylaşır, okyanusötesinden uzanan bu güzel köfteleri yedikçe haz duyarız. ;)

    geçenlerde faruk akyol hoca'nın anlattığı birşeydi; bir gün hocası sina kabaağaç derste caesar çevirisi yaparken öğrencilerle birlikte, bunaltı ve bulantı herkesi sardığını anlayınca, toplamış çocukları, hep beraber edebiyat fakültesinin karşısındaki meyhaneye içmeye gitmişler. artık yaşayış tarzları olarak da, dedim ya başta profanlaşmış insanlara dönüştük, rehberlerimizi yitirdik. bu yitirişin özünde aslında, yedikçe acıkan tüketim manyaklığının ve onun etkilerinin de üzerinde bulunduğu çarpık çurpuk eğitim ve ekonomik sistemlerin, -büyük balığın küçük balığı mideye indirdiği- hayalgücümüzü sıkıp sıkıp nefes alamaz hale getirmesi vardır.
    işte bizzat bu dünya aslında akılcıdır, sorsanız asllında kağıt üzerinde caesar çevirmek akılcıdır, onun basılması, kariyere bir ekleme daha yapılması akılcı olan budur, caesar'ı anlamak veya aracı hocalarla kağıt üzerinde indirilen hatimlerin dışına çıkıp prometheus unbound olabilmek değildir.
    bu zincirler çözülemez, anlatabiliyor muyum, modern çağ çünkü bu zincirleri akılla örmüştür, kökenini biraz sorgulayın rönesans-aydınlanma lafını dillerinden düşürmeyen adamları göreceksiniz, mythos'u gebertip, zincirleyip mahzene tıkıp, insan doğasının o şaşkınlık halini sonsuza dek insanın kendisinden ayırmışlardır.
    ama bunun kökü platon'a kadar dayanır; o değil midir ki; toplumdaki çöküşü (!) hızlandıran gerçek dışı (!) ve gençleri olumsuz yönde etkileyen olayları anlatan şiirleri yasaklamaktan yana olan? yine o askerleri ağlatan, sarhoş eden, gevşek ve tembel yapan müzikleri de engellemişti. zaten şairlerin en büyük kötülüklerinin, kahramanlara çektirdikleri acıları, ahlamalar, ağlamalar, göğüsleri yumruklamalarla seyircileri etkilemeleri ve onları heyecanlandırmaları olduğunu düşünen bu protagoras ve herakleitos kırması bilinç, trajik olan'ı dışlamakla işe girişmiştir. ama tabi bu, toplumu zehirleyen o heyecanın (trajik yaşama bilinci) yok olmasına ve zamanla akılcılığın dogmasının hakimiyetine, herşeyi bilimle açıklayan cücelerin teknokrat bilgeliklerinin (!) bizzat tanrılaştırılmasına sebep olmuştur. bu da rasyonel dünyamızda, oturduğumuz yerden bize biçildiği kadarıyla tespit edebildiğimizdir zahir, diğer bir deyişle altın çağı insanı/canlısı gibi sevine coşa, kaygısız, karıncalar gibi kusursuz fakat trajik karakterli insani bilinçten yoksun, yani kültürel çevresine doğmuş insanın doğasına aykırı bir yaşamayı, tespit edebildiğimizdir.

    karıncalar gibi -tek fark onlar kadar emek harcamadan- belli bir ritmle, kafamız önümüzde koşuşturup durarak ancak ve ancak platon'un mağarasına kavuşabiliriz (bkz: fark edilen her seyin illuzyon olmasi/#10242037), daral geldikçe alışveriş dükkanlarına kaçar, üzerimizdekileri değiştirir, mcdonalds'a gitmez, burger'a gideriz, sonunda boyumuzdan büyük kocaman bir mutluluğa erişiriz:
    attilla erdemli hoca'nın dediği gibi; bedeli önceden kredi kartiyla ödenmiş güzel bir mezar taşının sahibi oluruz.
3 entry daha
hesabın var mı? giriş yap