121 entry daha
  • eski sayılarını görünce çok özlediğimi hissettiğim picus'un şubat 2004 tarihli 7. sayısında kaybolup gitmesini istemediğim bir ayfer tunç röportajı.

    röportaj: sırma köksal
    fotoğraf: uluç özcü

    "kendine bir yaratanlara büyük hayranlık duyarım"

    — özellikle son kitabınızdaki* öyküler sizin, öykü kuran değil de başkalarının öykülerini anlatmayı seçen bir yazar olduğunuzu düşündürdü bana.

    — başkalarının öykülerinin karşıtı kendi öykümüzdür, kendi hayatımız. hikâye ya da roman mantığı gereği hayat üzerinden şekillenir. ben kendi hayatımı ya da kendi hikâyemi merkeze alan bir yazar değilim, doğru, yazdıklarımı yazar merkezli bir gözle okumak zordur. kendimin aksine, varolmayan karakterlerle ünsiyet kurmak isterim. ama başkalarının hikâyelerini de kendi tecrübelerimize danışarak olgunlaştırırız. dolayısıyla hiçbir yazarın tümüyle başkalarının hikâyelerini yazdığını söyleyemeyiz. aynı zamanda tahkiyeci bir yazar olduğumu kastediyorsanız, bu da doğru, ama önceki kitaplarımda******* daha fazla tahkiyeci idim. kendi öykü macerama bakacak olursam, başından beri tahkiye ile kurgunun iç içe olduğu bir yapının peşinde oldum. mağara arkadaşları'nda örneğin, kitaba adını veren hikâyede kurgu, bir metafor aracılığıyla kendini ortaya koyar. aziz bey hadisesi'nde yer alan son hikâye kırmızı azap tümüyle edebiyatta kurgu meselesi üstüne -tahkiye de içeren- bir metindir. taş-kağıt-makas ise kurguda ve teknikte öncekilerden ileri bir arayışa gittiğim kitap oldu.

    — anlattığınız öyküler, yaşamın içindek anlardan söz etmiyor. günlük yaşama göre hayli dramatik öyküler anlatıyorsunuz.

    — dram günlük hayatta her an dokunabileceğimiz, istemediğimiz zaman karşımıza çıkan bir şey değildir. edebiyat, hayatta saklı veya açık dramı görünür kılmanın yoludur. hatta bir adım daha ileri gideyim, benim yazdıklarıma dramdan öte, trajik olanı kuran metinler denebilir. yazarlar hayatın kimi zaman anını, kimi zaman belli bir sürecini tercih ederler. kimi zaman, hayatın ta kendisi olmayan, ama hayattan başka bir şey olmayan bir tür 'ilişik' olanı yazarlar. kimi hikâyeler, hayattan öylesine ince bir kesit alır ki hayranlık duyarız, yine öyle kısacık hikâyeler vardır ki, koca bir hayat bütün yoğunluyla o kırılgan sözcüklerin üstünde yükselir ve yapının nasıl çökmediğine şaşar kalırız. buna benim verebileceğim en iyi örnek thomas bernard'ın ses taklitçisi adlı kitabındaki kısacık ama büyük hikâyeleridir. çok yaşlanmış bazı insanların süt dişlerinin çıkması, bana hayatın bir döngü olduğunu düşündürür, başladığımız yere döneriz. bu nedenle anlık hikâyeleri değil, süreci içeren metinlere gidiyor kalemim. sürecin unsurları ânın unsurlarından farklıdır ve her yazar bu farklılıkları başka türlü okur. bu farklılık da benim edebiyatımın doğduğu yerdir. yazarların her türlü yaklaşımı mesele edinmesi gerektiğini düşünmüyorum, hiçbir yazar edebiyatı tek başına temsil etmez, büyük bir bütünün parçasıdır ve seçimlerinin ürünüdür.

    — daha önceki kitaplarınızı da gözönüne alırsak, sizin kahramanlarınızın öyküleri genellikle aşkla, sevgiyle ilgili. insanların hayatlarının en temel kırılma noktasının burası olduğunu mu düşünüyorsunuz? sözgelimi insanlar fehime öyküsündeki gibi çocuklukta yaşanmış travmalar gibi durumların dışında, hep aşktan mı kırılırlar? ben çoğunlukla kırılma noktalarının günlük yaşamın küçük ayrıntılarında yattığına inanırım. sizin öykülerinizdeki travmatik geçmişler, biraz da insanların kendilerine öykü yaratma çabasına karşılık gelmiyor mu? ancak başı bütün, büyük öyküler mi dinlenebilir niteliktedir?

    — hikâyelerimde aşk fazla değil. saklı'da ve mağara arkadaşları'nda aşk odağından okunabilecek hikâye yoktur meselâ. hatta hikâyelerimde aşktan niye uzak durduğumu soranlarla sık sık karşılaştım. aziz bey hadisesi ve taş-kağıt-makas'taki hikâyelerde aşk yan izlektir, ana izlek değil. söz konusu hikâyelerde aşk bizi yabancılaşmaya, çocukluk travmalarına, anne-baba ilişkisine, toplumsallaşmaya, birey oluş ile yalnızlaşma arasındaki bedel ödeme ilişkisine ve daha birçok unsura götüren yollar arasındadır. aşkın önemli kırılma noktalarından biri olduğunu düşünüyorum öte yandan. kutsal kitap'a kadar götürebileceğimiz bir kırılma noktasıdır aşk. insanlığın ilk hikâyesi adem ile havva bir bakıma aşk hikâyesidir. antik çağlardan günümüze kadar insanlık tarihinin her döneminin düşünenleri aşk üstüne düşünce üretme gereği duymuşlarsa, aşka modern hayatın olmazsa olmaz süsü bakamayız. buna karşılık, ben sevgiyi aşkla bir tutmuyorum, sevgiye aşktan daha farklı bir yer ayırıyorum. çünkü sevginin doyabileceğimiz, kanabileceğimiz bir duygu olduğunu düşünmüyorum; düşmanlık, kin, nefret, sandığımızdan daha fazla kuşatıyor bizi. ama biz klişelere, yüzeysel düşüncelerin çıngıraklı sözlerine bakarak sevginin üretilebilir, dağıtılabilir, paylaşılabilir olduğuna inanmak istiyoruz. insanın her dönemde sevgi ile problemi vardır. sevebilme gücü ya da yeteneği, bunun varlığı ya da yokluğu insan hayatının daima temel belirleyicilerinden biridir. hayatın kırılma noktasının her zaman büyük bir şey olduğunu düşündüm. bir kırılma yaratmış olan küçük ayrıntı bile, bir şeyi değiştirdiği andan itibaren, artık büyük bir şeydir. sorunuzun en sevdiğim kısmına gelelim. insanların kendilerine öykü yaratma çabasına. ben bunu muhteşem buluyorum. çok az rastlanan bu tür insanlara, kendine bir öykü yaratanlara büyük hayranlık duyarım. bu, insanın kendi hayatı üzerinde neredeyse sanatsal bir tasarrufudur. ünlü olacak kişilere profesyoneller tarafından yazılan medya hikâyelerini kastetmiyorum elbette. max frisch'in güncesinde geçen bir sözü hatırlarsınız: "herkes er ya da geç kendi hayatı sandığı bir hikâye bulur." frisch "yazar" demiyor, "bulur" diyor. hepimiz kendimize hikâye arıyoruz, kendine bir hikâye yazabilenlerin, kendine bir hikâye bulanlardan farkı olmalı.

    — her ne kadar diğer alanlarda da ürün veren bir yazar olsanız da, edebiyat izleyenler arasında ayfer tunç adı ilkin öyküyü akla getiriyor. ancak okurların en çok lgi gösterdiği kitabınız, bir maniniz yoksa annemler size gelecek oldu. bunun günümüz okurunun yönelimlerine ilişkin çeşitli nedenleri var tabii. ama yine de bu kitabın öykü kitaplarınızdan daha çok ilgi görmesi sizde nasıl duygular uyandırdı?

    — ben edebiyatın bu ülkede ne kadar okunduğunu ve nasıl okunduğunu bilen biriyim, bu nedenle bu kitabımın öykülerimden çok daha fazla satmasına şaşırmadım. ama bir maniniz yoksa annemler size gelecek'in etkisiyle hikâye kitaplarım çok satsaydı, buna şaşardım işte. ülkemizdeki edebiyat ortamı hakkındaki kanaatlerim yanlış çıkmadı. bunda bir hayıflanma yok, yanlış anlaşılmak istemem, yazdıklarım ile hedeflediğim okur arasındaki ilişkiyi açıklamak istiyorum.

    — neden böyle bir kitap* yazma ihtiyaçı duymuştunuz?

    bir kere daha söyleyeyim. abdülaziz bey'in tarih vakfı'ndan* çıkan bir kitabını okumuştum: osmanlı'da âet merasim ve tabirler. yazar, yaşadığı günlük hayatn bir çetelesini tutmuş, o gün var olan her şeyin yarın olmayacağını öngörerek âdetleri nesneleri, gelenekleri gündelik hayatın yığınla unsurunu tarif etmişti. ben de yüz yıl sonra bu kitabı okuyup osmanlı'da nası lbir hayat yaşandığı hakkında yığınla şey öğrenmiştim. yakın tarihimizde kalan birçok şeyin kısa zaman içinde tümüyle unutulacağını gündelik hayatın ayrıntılarının hatırlanmayacağını düşündüm. elbette çağımız bunların hatırlanması için kaynak bırakacak kadar kuvvetlidir, günümüz müzeleri bu nedenle yapısal değişikliğe gidiyor, çünkü unutma süremiz çok fazla kısaldı. bütün bu küçük şeylerin bir arada bulunması fikri hoşuma gitti. abdülaziz bey'i model alarak bu kitabı yazdım. bir diğer neden de edebiyatımı bu malzemeden uzak tutmaktı, çünkü 70'li yıllar çok duygusal, metne sızmaya hazır bekleyen ve pek de rafine sayılmayacak bir malzemeydi benim için. böyle bir kitap yazarak bu malzemeyi 'bertaraf' etmiş oldum.

    — günümüzde sert hikâyeler yazılıyor olmasını neye bağlıyorsunuz? bu ser hikâyelerin yanında sizin yazdıklarınız, çok yumuşak, duygusal öyküler...

    — sert hikâyeden kasıt sanırım hayatın sert ve acıtıcı bir biçimde sızdığı metinler. dünya edebiyatında bu yeni bir şey değil, her zaman böyle sert bir damarı edebiyatta işleyen yapıtlar yazıldı. ancak ülkemizde günümüz edebiyatı bu türe yeni yeni açılıyor. iletişim artması, dünyayı daha yakın, daha net, hatta içinden görebilmek farklı damarlara ilgiyi artırdı. öte yandan bugünün edebiyatçısına ve okuruna da bakmak gerekir. okurun büyük çoğunluğu genç insanlardır, yoğun olarak okuyanlar üniversite öğrencileridir. 12 eylül öncesinin okurları 'dünya görüşü' ile meşguldüler ama onların da içinde saf edebiyatı önde tutan bir çekirdek vardı. bizim yaşımızdakilerin gençliğinin ortasından geçen 12 eylül, ardından baktığımızda şaşıracağımız biçimde etkiledi bizi. 12 eylül'ün hemen ardından türkiye'de edebiatın nasıl bir değişim içine girdiğine bakarsak toplumsal ve topluca ruh hallerinin edebiyata yansımış olduğunu görüyoruz. örneğin 12 eylül öncesine egemen olan yüksek sesli şiir yerini sessiz ve derine yönelen bir şiire bıraktı. bir kapanma ve keşif dönemi yaşadı bizim yaşımızdakiler. şimdi kırklı yaşlarında olanların büyük çoğunluğu tanpınar'ı*, oğuz atay'ı, yusuf atılgan'ı, edip cansever'i 12 eylül'ün hemen ardından ama hızla keşfetti. bu yazarlar okunmuyordu demiyorum, saf edebiyattan vazgeçmeyecekler için bu isimler tartışılmazdı ama genç insanlar için ortada bir 'dava' varken, zamanın büyük kısmı bu yazarlara verilemezdi, o sırada içinde olunan kolektif hayat bunu pek hoş karşılamazdı. ardından bir parçalanmaya paralel hikâye patlaması yaşandı, o dönemde yazılan hikâyelerin aldığı en büyük eleştiri iç dökme metinleri olduğu yönündeydi, hatırlarsanız. bu da toplumca yaşanmış bir ruh halinin görünür olmasıydı bence. türk edebiyatının tarihindeki polisiye romanların neredeyse toplamı kadar polisiye roman kısa süre içinde yazıldı, eskiden okunmakla birlikte pek yazılmayan bilimkurgu yazılır hale geldi. dünyadan ithal edilen edebiyat artık tek bir damardan gelmiyor, bunda tüketim kültürünün yerini inkar edecek değilim, ama uzun boylu bir konu. internetten sinemaya, kitaptan televizyona kadar bütün araçlar bizim de dünyanın insanı olduğumuz bilgisini, bilgi olmaktan çıkardı, içselleştirmemizi sağladı. 12 eylül öncesinde okur ya da yazar olanların bu değişimden payını almaması düşünülemez. okurun da yazarın da profili değişti, bu değişen profil yayımlanan kitapların ve dergilerin de içeriğine yansıyor.

    görsel
    görsel
    görsel

    fotoğraftaki tatlı ayrıntı: ayfer tunç'un elinde bir gül bu karanlıklarda kitabı.

    görsel
88 entry daha
hesabın var mı? giriş yap