1490 entry daha
  • ön not: isteyenler ilginç bir şey söylemediğim, sadece benim okumalarıma dair notlarımdan oluşan ilk iki paragrafı atlayabilir ve "fakat konumuz..." ile başlayan yerden devam edebilir. burası ileri okumalar kısmı sayılabilir bir bakıma ve tartışmaya hiçbir şey katmıyor.

    az önce garett jones'un %10 less democracy: why you should trust elites a little more and the masses a little less'ini bitirdim. çıkmasını dört gözle beklediğim kitaplardandı ve beklentiye değen, epey keyifli bir okuma oldu. geriye dönüp bakınca son 15 yılda demokrasiye eleştirel bakan nitelikli kitapların sayısı göz kamaştırıyor. aklıma gelenler (kronolojik sırayla): guide pinciano ve fernando teson'un rational choice and democratic deliberation: a theory of discourse failure'ı (2006), bryan caplan'ın oyun değiştirici the myth of the rational voter:why democracies choose bad policies 'i (2007), ilya somin'in democracy and political ıgnorance: why smaller government is smarter'ı (2010), christopher achen ve larry bartels'in demokrasi ve seçmen psikolojisi üzerine literatürü kapsamlı olarak özetledikleri democracy for realists: `why elections do not produce responsive governments`'ı ( 2016), jason brennan'ın provokatif isimli ve epey tartışma konusu olan against democracy'si (2016), david moscrop'un too dumb for democracy?'si (2019) ve (şimdilik) son olarak garett jonson'ın %10 less democracy'si.

    burada nitelikli ile neyi kast ettiğimi açmam gerekiyor biraz. alanlarında uzman (genellikle siyaset bilimci ve iktisatçılar) tarafından yazılmış, somut veriler üzerine inşa edilmiş argüman(lar)a sahip, eleştirilse ya da katılınmasa dahi iyi bilim olduğuna dair zihinde şüphe bırakmayan yapıtlardan bahsediyorum. demokrasi her daim eleştirilegelmiş bir şey farklı siyasal fraksiyonlar tarafından. soldan gelen eleştiriler genellikle "liberal demokrasi" ya da "burjuva demokrasisinin" aslında halkın yönetimi olmadığı, onun taleplerini yansıtmadığı, çıkarına hizmet ettiği kimselerin farklı gruplar olduğu, egaliteryen ve kapsayıcı (inclusive) olmaya yakınsamadığı şeklinde oluyor. radikal bir demokrasi üzerinden gelen bu eleştirilere luciano canfora'nın demokratik retoriğin eleştirisive alain badiou'nun komünist hipotez'i örnek verilebilir belki. skalanın diğer tarafında demokrasinin bireyin hak ve hürriyetleri için olumsuz bir yönetim olduğu, siyasi egaliteryenizmin totaliteryenizmi yanında getirdiği şeklinde bir eleştiri karşımıza çıkıyor. bu düşüncenin epitomu erik von kuehnelt-leddihn'in demokrasiye karşı anayasal monarşizmi savunduğu the menace of the herd, or procrustes at large ve liberty or equality? : the challenge of our times'ı sayılabilir. kuehnelt-leddihn ilginç bir entelektüeldir, 8 dili akıcı şekilde konuşabilen ve 17 dilde okuma yapabilen, entelektüel birikimi bir hayli geniş, belki hayran olunası bir kimse. diğer muhafazakâr entelektüellerde de (roger scruton, alasdair macintrye, john kekes, michael oakeshott gibi) görülen zariflik, eleganslık leddihn'de de kendini gösterir. leddihn'e yakın bir biçimde, son kertede liberal anarşist/anarko kapitalist olmasına rağmen, hans hermann-hoppe democracy: the god that failed (2003) isimli kitabında demokrasi ile anayasal monarşiyi iktisat teorisi (daha doğrusu, avusturya iktisat okulu metodolojisiyle) karşılaştırıp demokrasinin bir gerileme olduğunu iddia ediyor. kitapta hemen hiç veri olmaması, salt teori üzerinden gitmesi nedeniyle en baştaki listeye dahil etmedim bunu. hoppe sonradan bir kitapçık daha yazdı bu minvalde from aristocracy to monarchy to democracy adında, orada da aristokrasinin monarşiye, monarşinin de demokrasiye (hem ahlaken hem ekonomik olarak) tercih edilir olduğunu göstermeye çalışıyor. hoppe yanlış bilmiyorsam şu an antalya'da ikamet ediyor, hatta gezi'ye de katılmıştı. ryszard legutko'nun the demon in democracy: totalitarian temptations in free socities'i de liberal demokrasinin muhafazakar bir eleştirisi. bunun yanında zekası kadar kalemi de keskin olan h.l. mencken'in notes on democracy'ini (1926) anmadan olmaz, mencken'in yazdığı her şeyi okumak aşırı keyiflidir ve notes on democracy bir istisna değil. bunlara ilaveten, kamu tercihi teorisini yahut çok sevdiğim anthony de jasay'in against politics'ini de unutmuş değilim. bunlara ek olarak, anti-demokratik düşünce şekilleri’nde (1965) david spitz birçok demokrasi karşıtı görüş ve entelektüeli eleştiriyor, fakat bunu apriori yapıyor. bu konuda güncelliğini yitirmiş olsa da faydalı bir kaynak olabilir.

    fakat konumuz bu türden apriori ve değersel/ideolojik eleştirilerden ziyade son yirmi yılda demokrasiye dair bilimsel çalışmaların bize kazandırdığı içgörülerden yola çıkan eleştirileri özetlemek/incelemek. burada demokrasi dediğimizde bireylerin hak ve hürriyetlerinin koruma altında olduğu düzeni değil, yönetenlerin seçimle belirlendiği bir düzeni kast ediyoruz. bir düzeni demokrasi olarak tanımlayabilmek için şu şartları yerine getirmesi kafi:

    a) seçimlerin düzenli olarak, adilane bir biçimde yapılması
    b) seçimlerde herkesin ya da herkese yakınsayan bir çoğunluğun oy kullanabilmesi
    c) seçimlere farklı partilerin katılabilmesi ve seçime katılan tarafların kendilerini açıkça ifade edebilecekleri ve seslerini duyurabilecekleri platformlara sahip olmaları

    eleştirileri iki gruba ayıracağım: talep taraflı siyaset (seçmen davranışları) ve arz taraflı siyaset (siyasetçilerin davranışları). her ne kadar bu iki grubun birbirinden kesin çizgilerle ayrılması ve sorunların bir kategoriye indirgenmesi zor (ve hatta imkansız) olsa da kategorilendirmek hem sorunları anlamak hem de sorunlara uygun düşen çözümleri araştırmak için faydalı bir yöntem, bu yüzden dikkatli bir biçimde kullanmakta bir sorun olmadığını düşünüyorum.

    1. talep taraflı siyaset: hobbitler, holiganlar ve vulcanlar

    jason brennan, against democracy kitabında demokrasilerde seçmenleri hobbitler, holiganlar ve vulcanlar olarak üçe ayırıyor. sırasıyla:

    “hobbitler siyasete karşı genelde kayıtsız ve bu konuda bilgisizdir. çoğu siyasi konuda güçlü ve sabit bir fikirleri yoktur. genel olarak bir fikirleri dahi yoktur. eğer varsa çok az sosyal bilim bilgisine sahiptirler; sadece güncel olaylardan bihaber olmakla kalmazlar, aynı zamanda bu olayları değerlendirecek sosyal bilim teorilerinden ve verilerden de yoksundurlar. gündelik yaşamlarına siyaset hakkında pek kafa yormadan devam ederler...

    holiganlar, siyasetin fanatik spor hayranlarıdır. güçlü ve sabit bir dünya görüşleri vardır. kendi inançları için argümanlar sunabilir, fakat alternatif görüşleri diğer insanları tatmin edecek biçimde açıklayamazlar. holiganlar siyasi bilgi tüketir, fakat bu taraflıdır. kendilerinin sahip oldukları görüşleri onaylayacak bilgi arama eğilimindedirler, fakat kendi görüşleriyle çatışan ya da onları çürüten kanıtları görmezden gelir, onlardan kaçınır ve doğrudan reddederler. sosyal bilimlere bir derece güvenirler fakat verileri kendilerine uygun düşecek biçimde seçerler (cherry picking) ve sadece kendi görüşlerini destekleyen araştırmaları öğrenme eğilimdedirler. kendilerine ve bildiklerine dair bir aşırı-özgüvene sahiptirler. siyasi görüşleri kimliklerinin bir parçasını oluşturur ve siyasi takımlarının bir üyesi olmaktan gurur duyarlar... kendileriyle aynı fikirde olmayanları hakir görme, farklo fünya görüşlerine sahip insanları aptal, kötü, bencil ya da en iyi ihtimalle yanlış yönlendirilmiş olarak görme temayülündedir.

    vulcanlar, siyaset hakkında bilimsel ve rasyonel düşünürler. görüşleri sosyal bilim ve felsefede temellendirilmiştir. özfarkındalık sahibidirler ve kanıtların izin verdiği kadar kendinden emindirler. vulcanlar, kendininkinden farklı görüşleri o görüşlere sahip insanları tatmin edecek biçimde açıklayabilir. siyasetle ilgilidirler fakat aynı zamanda bu konuda tutkulu değillerdir, bu kısmen tarafgir ve irrasyonel olmaktan kaçınmaya çalışmalarından kaynaklanır. kendileriyle aynı fikirde olmayan herkesin aptal, kötü ya da bencil olduğunu düşünmezler.” [1]

    brennan, abd özelinde insanların çoğunluğunun hobbit olduğunu söylüyor, holiganlar ise seçimlere düzenli katılan, partilere üye olanlar ve aktif olarak siyaset için çalışanların çoğunu oluşturuyor. vulcanlar en düşük grup. tabi burada abd’nin seçimlere katılım düzeyi düşük bir ülke olduğunu belirtmekte fayda var. 1952’den bu yana en yüksek katılım oranı 1960 senesinde %62.8 olarak kayıtlara geçiyor, genellikle seçmenlerin yüzde 50 ila 60’ı seçimlere katılıyor.[2] bizde ise seçimlere katılım oranı genellikle yüzde 75’in üstünde (son seçimde %83 idi). biz siyasetle biraz daha içli dışlıyız. bu yüzden bizde de her iki gruptan insan çok olsa da hangisinin çoğunluk olduğunu kestirmek zor.

    seçimlere katılanların hatrı sayılır bir kısmının holigan olduğuna dair elimizde emprik veriler var. maalesef seçmen bilgisi konusunda türkiye’de çok fazla çalışma yapılmamış olsa da bilhassa abd’de tamamen bunun üzerine yoğunlaşan kuruluşlar, araştırma merkezleri, akademisyenler var. bu yüzden örnekleri genellikle abd üzerinden vereceğim fakat bunların diğer ülke seçmenlerine uyarlanamaması için bir neden yok gibi görünüyor.

    buna dair basit bir tablo, 2000 genel seçimlerine dair yapılan bir anketten (n=1,545) elde edilmiş.[3] tablo 1

    rakip iki aday olan demokrat al gore ve cumhuriyetçi george bush’un farklı konulardaki pozisyonlarına dair sorulan sorulara doğru yanıt verme oranı %50’nin altına. seçimlerde oy verenlerin çoğu, destekledikleri ve desteklemedikleri adayların hangi konularda ne tür bir tutum takındıklarını bilmiyor veya yanlış biliyor.

    tablo 2

    2014 seçimlerine ait bir anketi gösteren tablo 2'de işsizlik oranının %6’ya yakın olduğunu bilen seçmen oranı %33, obama yönetiminin sınırdışı ettiği kaçak göçmen sayısının on yıl önceye göre daha yüksek olduğunu bilen seçmen oranı %29, federal hükümetin sosyal güvenlik’e ulaşım, borç faizi ve dış yardımlardan daha fazla harcama yaptığını bilenlerin oranı %20, yoksulluk oranının yüzde 15’e yakın olduğunu bilenlerin oranı %20, dış yardımlara harcanan paranın federal bütçenin yüzde 5’ten azını oluşturduğunu bilenlerin oranı %17 olarak görülüyor. bunların seçmenlerin önem verdiklerini söyledikleri konular olduğunu da belirtmekte fayda var. bunun yanında seçmenlerin birçoğu (yüzde 60’ından fazlası), o dönemde senatoyu ve temsilciler meclisini hangi partinin elinde tuttuğunu bilmiyor. hatta birçoğu devletin üç organının (yasama, yürütme, yargı) ne olduğundan ve yetkilerinden bihaber. bu tür örnekler rahatça çoğaltılabilir. burada bu anket sorularının seçmen bilgisini olduğundan fazla gösterdiğini de belirtmek gerek. bu sorular görece basit ve olgusal, rahatça öğrenilebilir. soruları bir miktar zorlaştırdığımızda tablonun çok daha kötüleşeceğini tahmin etmek için siyaset bilim okumuş olmaya gerek yok.

    dahası bu bilgisizlik sadece seçmenin kendi ülkesinin siyaset mekanizmalarıyla sınırlı değil. seçmenlerin iktisadi bilgisi ve kavrayışı da pek umut açıcı değil. george mason university’de iktisat profesörü olan bryan caplan, seçmenlerin sistematik olarak taraflı ekonomik inançlara sahip olduğunu gösteriyor.[4] caplan bu sistematik tarafgirliklere sırasıyla piyasa karşıtı eğilim, yabancı karşıtı eğilim, iş-yapmacı eğilim ve pesimist olarak adlandırıyor ve şöyle özetliyor:

    piyasa karşıtı eğilim, insanların piyasa mekanizmasının faydalarını yeterince görmeme eğilimidir. insanlar, sonuçlar yerine motivasyona (kâr amacı) göre değerlendirme yaptıkları için, kâr amacıyla yapılan işlerin toplumsal fayda sağlayabileceğini düşünmezler. halbuki adam smith’ten bu yana bildiğimiz şey, insanların kendi çıkarı için çalışmasının toplumsal fayda doğurduğudur. iktisatçılar serbest piyasaya güvenirken ve toplumsal olarak faydalı olduğunu düşünürken sıradan halk kâr amaçlı işlere düşmanca bakar. nobel ödüllü iktisatçı paul krugman’ın belirttiği gibi; “eğer bir iktisatçı öğretisi olsaydı, şu ifadeleri kesinlikle içerirdi: ‘karşılaştırmalı üstünlük prensibini anladım’ ve ‘serbest ticareti savunuyorum.'”

    yabancı karşıtı eğilim, yabancılarla ticaretin ekonomik faydalarını görmeme eğilimidir. korumacı ekonomi politikalarının da, her şeyin yerli üretimini istemenin de arkasındaki anafikir de budur. halbuki, yabancılarla ticaret yapmak iki tarafa da kazandırır. bu da david ricardo ismini verdiğinden beri “karşılaştırmalı üstünlük” diye bilinen fenomenin sonucudur.

    iş-yapmacı eğilim, piyasada işsizliği kabul edilemez bulma eğilimidir. piyasa süresince birçok iş yok olurken yerine yenileri çıkar, bu sırada bazı insanların işsiz kalması olağandır. bir sektörün ortadan kalkmasından doğacak işsizlik, yeni ortaya çıkan sektörlerde yaratılan istihdamla son bulur. piyasanın dinamizmi içerisindeki olağan ve faydalı bu süreç, insanları sürekli olarak “ne pahasına olursa olsun işsizlikle mücadele edecek” politikacılara oy vermeye iter.”

    caplan, sıradan halk ile iktisatçıların görüşlerini sistematik biçimde karşılaştırıyor. bunu ekonomiyle ilgili 37 konuda hem halkın, hem de iktisatçıların görüşlerini karşılaştırarak yapıyor. caplan kitap boyunca her anketi ayrı ayrı tartışıyor fakat ben özetlediği tablolardan birini örnek vermek istiyorum. ankette ekonominin daha iyi işlemesinin önüne geçen nedenlerin neler olabileceğine dair örnekler veriliyor ve her biri için büyük bir neden mi, küçük bir neden mi yoksa bir neden olmadığını mı düşündükleri soruluyor. 0= bir neden değil, 1= küçük bir neden, 2= büyük bir neden şeklinde puanlama yapılıyor. örneğin, “vergiler çok yüksek” için halk ortalaması 1.50 iken iktisatçıların ortalaması 0.77. “dış yardımlar çok yüksek” için halk 1.53, iktisatçılar 0.14, “çok fazla göçmen var” için halk 1.23, iktisatçılar 0.22, işyerlerinin kârları çok yüksek için halk 1.28, iktisatçılar 0.18, iş üretkenliği çok yavaş büyüyor için halk 1.18, iktisatçılar 1.43, teknoloji işçileri işlerinden ediyor için halk 1.26, iktisatçılar 0.27, şirketler işleri okyanusötesine (i.e, diğer ülkelere) taşıyor için halk 1.59, iktisatçılar 0.59 puan veriyor ortalamada. burada verilen örnekler iktisatçılar ile halk arasında ekonomiye bakış açısından nasıl bir farklılık olduğuna dair bir fikir verebilir sanıyorum.

    caplan tablo 1
    caplan tablo 2

    seçmenlerin kötü politika talebine dair bir kanıt, ernesto dal bó, pedro dal bó, ve erik eyster’in national bureau of economic research (ulusal ekonomik araştırma bürosu) için yaptığı bir çalışmadan geliyor. çalışmanın özet kısmını alıntılarsak:

    “politik-iktisat literatürü verimsiz politikalar için kurumları veya politikacıların kötü politika seçmek için motivasyonlarını suçlasa da, seçmenlerin kendileri de yanlış politikalardan bir parça sorumlu tutulabilirler. bu çalışmada, seçmenlerin yeni politikaların yeni denge davranışlarına [equilibrium behaviour] nasıl yol açacağını yanlış kestirdiği için sistematik olarak hata yapabileceklerini öne sürüyoruz. bu, seçmenleri doğrudan net faydası olan politikaları -insanlar davranışlarını buna göre ayarladığı için refahı azalttığı halde- seçmeye doğru meylettirmektedir. ve bunun tersine, seçmenler kendilerine dolaylı olarak daha büyük refah getirecek olmasına rağmen, doğrudan kötü etkisi olan politikalara karşı çıkma eğilimindedir. …bir laboratuvar deneyinde, katılımcıların çoğunun sosyal dilemmaları aşmalarını sağlayan ve böylece refahlarını artıran fakat direkt negatif etkisi olan politikalara karşı oy verdiğini; buna karşın deneklerin sosyal dilemmalar yaratan ve sonuçta refahlarına zarar veren ama direkt net fayda sağlayan politikalara oy verdiğini gözlemledik; iki hata da deneklerin yeni politikaların denge etkilerini öngörememesinden ortaya çıkmaktadır.”[5]

    özetle, insanlar politikaların yakın dönemli doğrudan etkilerine yoğunlaşırken uzun vadeli ve dolaylı etkileri hesaplayamamakta, sonuçta sub-optimal politikaları seçme gibi bir eğilim içine girmekte.

    tüm bunlardan özetle, seçmenlerin siyasi ve ekonomik bilgi ve kavrayışları pek hoşnut edici derecede değil gibi görünüyor. burada herkesin aynı bilgi seviyesine sahip olduğu iddia edilmiyor. bu konularda yapılan tüm çalışmalar eğitim seviyesi ile siyasi/iktisadi bilgi ve kavrayışın pozitif olarak ilişkili olduğunu ortaya koyuyor. yani ortalama bir lise mezunu bir ilkokul mezunundan, ortalama bir üniversite mezunu ortalama bir lise mezunundan daha iyi durumda.

    bilgiyle ilgili sorunlara burada veda ediyoruz ve işin psikoloji kısmına geçiyoruz. seçmenler seçimlerde bir partiyi ya da bir kişiyi desteklerken bunu neye göre yapıyor? tabi ki bireylerin değerlendirmelerine ekonomik, ahlaki, sosyal etmenler bir derecede etki ediyor. fakat biz bir “asli” unsur, bir “büyük neden” belirleyebilir miyiz? achen ve bartels, democracy for realists’te bu konudaki literatürü özetlerken kendi konumlarını da belli ediyorlar: seçmen davranışını en çok yönlendiren şey gruplara olan toplumsal ve psikolojik bağlılık.[6] “grupçu siyaset teorisi” olarak adlandırılan bu görüşe göre, bireylerin içinde bulundukları gruplar, bireylerin kimliklerinin önemli bir parçasını oluşturuyor ve siyasi davranışlarına yön veriyor. o grubun avantajlı pozisyona geçmesi için çalışıyorlar, grup dışındakilere daha şüphecil yaklaşıyorlar vb. eğer sosyal psikolojiye aşinalığınız varsa grupiçi eğilimi (in-group bias) duymuşsunuzdur kesinlikle. kişinin gruplarla olan güçlü ilişkisi sosyal ve evrimsel psikolojide önemli bir yer kaplıyor. bu konudaki uç ve ilginç bir örneği aktarayım:

    fred geldman, bir derste sınıftakileri ikiye ayırıyor: o gün spor ayakkabısı giyenler ve giymeyenler. sonra diyor ki sınıftakilere, diğer gruptakiler o gün neden spor ayakkabısı giymeyi (ya da giymemeyi) tercih etmiş olabilir? bir süre sonra olay çığrından çıkıyor, "bunlar tenis ayakkabısı giyiyor çünkü aptallar, zevkleri kötü, tembeller" vb., tabi kendilerini de övmeye başlıyorlar.[7] bu kadar ufak, önemsiz ve masum bir grup ayrımı bile grup aidiyetini ve grup içi eğilimi nasıl etkileyebiliyor. grupları önemsiyoruz çünkü içinde bulunduğumuz grubun iyiliği bizim de iyiliğimize oluyor. michael tomasello’nun “neden ortaklıklar kurarız?” kitabı bu konuda hoş bir çalışma.

    insanlar davranışlarını aidiyetlerine göre düzenliyorsa holiganlık bir noktada kaçınılmaz oluyor. siyaset hayatın önemli bir parçası ve siyasette sizin grubunuzun avantaj elde etmesi demek toplumsal gücün ve kaynakların da sizin istediğiniz şekilde düzenlenmesi demek.

    1.2 seçmen bilgisizliğini anlamlandırmak: rasyonel irrasyonalite ve teşvikler

    peki seçmenler kendilerini olumsuz etkilemesine rağmen neden bilgilenmekle uğraşmıyorlar? aptal oldukları için mi? hayır. durum daha basit: irrasyonalitelerini törpülemek için teşvikleri yok.
    iktisatla ilgili hangi kitabı açarsanız açın yazarın size söyleyeceği ilk şey şudur: teşvikler önemlidir! teşvikler, bizim karşı karşıya kaldığımız seçeneklerde hangi yolu takip edeceğimizi belirler. örneğin insanlar okula gider çünkü okulu bitirmek, iş bulmalarını kolaylaştırır. bu okul için önemli bir teşviktir. fakat okula gitmenin iş bulma üzerine hiçbir etkisinin olmadığı bir dünya hayal edin. bu dünyada kaç kişi üniversiteye kaydolur ve bitirir? cevabın çok az olacağı aşikardır, zira okula gitmek için önemli bir teşvik ortadan kalkmıştır.

    şimdi seçimler ile teşvik ilişkisine girelim. bir bireyin seçime tek başına edeceği etki görmezden gelinebilecek kadar azdır. örneğin iki partinin olduğu ve elli milyon kişinin oy verdiği bir seçimde bir seçmenin oyu 1/50.000.000 değerindedir. aslında birey açısından o oyu vermek ile vermemek, ceteris paribus, bir şeyi değiştirmez. eğer kişinin yaptığı tercihin seçimin sonucuna yaptığı etki bu kadar düşükse neden kendini bilinçlendirmeyle, sistematik olarak hatalı inançlarını düzeltmekle uğraşsın? iktisadi jargonla konuşursak, bilinçlenmenin maliyeti oy vermenin getirdiği faydadan daha düşüktür, bu da bireye bilinçlenmemek için bir teşvik verir. düşünün: bir vulcan olabilmek için harcamanız gereken çaba ve zaman çok fazladır. siyaset bilim, sosyoloji ve iktisat başta olmak üzere sosyal bilimler ile felsefe öğrenmeniz, siyasi gündemi tarafsız kaynaklardan takip etmeniz lazım gelir. bunların fırsat maliyeti ise çok fazladır: bunlarla uğraşacağınza sevdiğiniz bir diziyi izleyebilir, oyun oynayabilir, arkadaşlarınızla gezebilirsiniz. burada irrasyonel olmak mantıklı olan tutumdur ve caplan bunu rasyonel irrasyonalite olarak isimlendirir.

    bunun yanında david leiser ve yhonatan shemesh’in how we misunderstand economics and why it matters: the psychology of bias, distortion and conspiracy (2018) isimli kitabı iktisatçılar ve iktisatçı olmayanların ekonomiyi nasıl gördüğüne dair çok iyi bir psikoloji çalışmasıdır. leiser ve shemesh’e göre iktisat eğitimi alanlar ile almayanlar arasında ekonomik teori ve pratiğe dair büyük farklar var. özetle:

    -iktisatçılar toplama (aggregate) , iktisatçı olmayanlar ise bireylere yoğunlaşır: iktisatçıların ekonomi üzerine düşünürken bireylerden soyutlayar ve birbiriyle ilişkili faktörlerin ilişkilerine ve bunların toplamdaki etkilerine yoğunlaşır. buna sistemik araştırma deniyor. fakat iktisatçı olmayanlar bireysel düşünme eğiliminde. örneğin bir iktisatçı işsizliği sistemin işleyişi üzerinden açıklamaya çalışır: ekonomi yeterince hızlı büyümüyor, verili bir anda iş piyasasına giren insanların hepsini karşılayacak kadar çok iş yaratılmıyor vb. bunun aksine bireylere yoğunlaşanlar işsizliği kişilerin eylemleri ve özellikleriyle açıklamaya çalışıyor.

    -doğrudan ve dolaylı etkiler: frederic bastiat’ın muhteşem bir sözü vardır: “iyi ve kötü iktisatçı arasında tek fark vardır: kötü iktisatçı kendisini görünür etkiyle sınırlandırırken iyi iktisatçı hem görünen hem de görünmeyenleri göz önüne alır.” henry hazzlitt tek derste iktisat isimli klasik eserini yazarken (ki bu türkçeye çevrildiğini gördüğümde en çok sevindiğim kitaplardan biridir) bastiat’ın bu sözünü baz alır. sadece doğrudan ve yakın zamanlı etkilere yoğunlaşmak ile dolaylı ve uzun vadeli etkileri düşünmek arasındaki fark, iktisatçılarla iktisatçı olmayanlar arasındaki farklardan biri. hatırlarsanız bir çalışmadan bahsetmiştik bir önceki kısımda bireylerin uzun vadede kendilerine zararlı olan politikayı tercih ettiklerine dair. işte o tam da bununla ilgili.

    -fırsat maliyetini göz ardı etmek: iktisatçıların en sık kullandığı konseptlerden biri fırsat maliyetidir (hatta biz de kullandık yukarıda). fırsat maliyeti kabaca, bir fırsat değerlendirildiğinde, değerlendirilemeyecek diğer fırsatları ifade eder. cebinizdeki parayla aldığınız şeyin fırsat maliyeti, o parayla alabileceğiniz diğer ürünlerdir. iktisatçılar için fırsat maliyeti çok iyi anlaşılmış bir fenomenken iktisatçı olmayanların politika tercihlerinde fırsat maliyetini yok saydıkları görülüyor yapılan çalışmalarda. bu bilhassa vergiler hususunda öne çıkıyor.

    -çok-boyutluluk ve halo etkisi: iktisatçılar (ve diğer sosyal bilimciler) ile iktisatçı olmayanlar arasındaki önemli farklardan biri, iktisatçıların tek nedenli açıklamalardan kaçınmaları, meselelerin birden çok boyuta sahip olduğunun farkında olmaları. fakat iktisatçı olmayanlar arasında indirgemecilik, olaylara tek boyutlu bakmak, sebep-sonuç ilişkilerini tek nedene ve tek yöne indirmek yaygındır.

    temel düzeyde de olsa iktisat öğrenmek, bir ekonomist gibi düşünmeyi öğrenmek bu yüzden epey önemli. bu konuda türkçe bir şeyler arayanlar için yukarıda hazzlitt’in ismini zikretmiştim, o kitap epey iyidir. bastiat’nın ekonomi kitabı da hoş epey. ingilizce ise paul heyne, peter boettke ve david prychitko’nun economic way of thinking’ini epey beğeniyorum ben.

    bunları da dedikten sonra işin seçmenle ilgili kısmını bitirelim. yazı tahmin ettiğimden daha uzadığı için bir mazuru yoksa siyasetçilerle ilgili bölümü biraz daha yüzeysel tutmayı düşünüyorum.

    1.3. arz taraflı siyaset: rasyonel bir aktör olarak siyasetçi

    son elli yılda politik iktisat alanındaki en büyük gelişmelerden biri kamu tercihi teorisinin gelişmesi olabilir. kamu tercihi, james buchanan ve gordon tullock tarafından geliştirilmiş bir araçtır ve siyaseti neoklasik iktisadın araçlarıyla inceler. siyasetçileri kamunun iyiliği için çalışan iyicil bir fail olarak görmek yerine onu da kendi çıkarını maksimize etmeye çalışan bir ekonomik aktör olarak varsayar ve böyle inceler.

    buradaki çıkarı salt maddi bir getiri (gemicik almak gibi) olarak görmemek gerekiyor. tekrar seçilmek, kendine ileride kullanabileceği hatırlı dostlar edinmek, istediği yasaları geçirmek gibi şeyler de vardır. kamu tercihine bir örnek olarak olarak logrolling (kütük yuvarlama) verilebilir. logrolling şöyle bir şey: diyelim, a politikacısının geçirmek istediği bir yasa (bill) var ve yasalar oylamaya tabi. eğer a, yasanın geçeceğinden emin değilse b politikacısına gidiyor ve diyor ki “eğer bu oylamada benim istediğim yasaya oy verirsen ben de sen istediğinde sana yardım ederim.” a burada bir trade-off/takas yapıyor. zamanı geldiğinde a, o spesifik yasaya inansa da inanmasa da b’ye olan borcundan dolayı olumlu oy vermek durumunda kalıyor şu anda kendi işine yarayacak bir yasayı geçirmek istediği için.

    bunun bir iması, bir yerlere gelmek isteyen siyasetçilerin birinci kısımda incelediğimiz holiganlara oynamak zorunda olması. seçmenler ne uzun vadede ne kısa vadede kendilerine en ufak bir rahatsızlık gelsin istemez ve aynı zamanda uzun vadedeki etkileri düşünmediği için kulağa hoş gelen fakat zararlı olabilecek politikaları benimser. fakat gerçeklik bazen acı ilaçları gerektirebilir. örneğin ekonomik bir bunalımın çözümü kısa vadede acıtacak fakat uzun vadede rahatlatacak politikalar olabilir. bir siyasetçi ya da siyasi partinin önünde iki yol olur burada: ya oylardan vazgeçip uzun vadeyi düşünerek hareket edecek, ya da popülerliğini yitirmemek için sorunları erteleyecek (ve gelecekte daha da büyük bedel ödenmesine yol açacak) politikalar izlemek . tercihlerin genelde hangi yönde olduğu malumumuz.

    bu uzun vade ve kısa vade meselesi demokrasinin asıl yumuşak karnı olarak görülebilir. eğer uzun vadede benim iktidarda olup olmayacağım belli değilse ben gelecek ile şimdi arasında tercih yapmamın gerektirdiği durumlarda çoğu vakit şimdiyi seçerim yukarıdaki örnekteki gibi.
    dahası kamu tercihi verilecek hizmetleri de etkileyebiliyor. bir siyasetçi kamu önünde kendine paye biçebileceği bir hizmet vermekle –örneğin yeni yol yapmak, yaşlılardan toplu taşıma ücreti almamak gibi- kendine credit veremeyeceği bir politika izlemek –örneğin, istihbarat hatalarını araştırmak gibi- arasında kaldığında, ilki kendine daha yararlı olacağı için bu türden somut politikaları izlemeyi tercih edebiliyor. görünmeyen fakat daha faydalı olabilecek politikalara karşı bir teşvik olabiliyor böylece. [8]

    kamu tercihi teorisi ufuk açıcı bir çalışma alanı fakat uzatmamak adına farklı bir probleme geçmek istiyorum. bu aslında sadece demokrasileri ilgilendirmiyor, her yönetim biçimini ilgilendiren bir sorun ama bahsetmekte fayda var. friedrich august von hayek, kölelik yolu’nda neden üst mertebedeki siyasetçilerin genellikle bencil, omurgasız, kötü olduğunu soruyor ve şu yanıtı veriyor: siyaset, en çok kendine onun getirdiği güçten faydalanmayı uman insanları kendine çekiyor. üstlere çıktıkça faydalanılabilecek güç de arttığı için o güç pozisyonuna gelenler, o gücü en çok isteyen ve istediğini elde etmek için her şeyi yapabilecek tipteki insanlar oluyor. yani iktidar kendine belirli türden insanları çekiyor. [9]

    2. demokrasiyi düzeltmek: mütevazı bir takım öneriler

    modern demokrasiye dair şimdiye kadar anlattığımız hikaye pek iç açıcı değil. demokrasiye dair sevilecek pek çok şey var; fakat gördüğümüz gibi ideal olmaktan da çok uzak. peki iyileştirmek için ne yapılabilir? kendi fikrimi sunmadan (fakat hafiften ima ederek) bazı önerilerden bahsedebilirim sanıyorum.

    teşvik mekanizmalarını kullanmak: teşviklerin önemli olduğunu hatırlayalım. rasyonel irrasyonaliteyi törpülemenin yollarından biri, bireyleri umursamaya teşvik etmek etmek olabilir. peki bu teşvik nasıl yapılabilir? adem-i merkezileşmek ve yerel yönetimlerin gücünü artırmak bu türden bir yöntem olabilir. isviçre kantonlarında yapılan seçimlere ve sonuçlarına göz atmış olanlar beklenenden daha “tuhaf” bulmuştur illa. isviçre’de yapılan seçimlerin a) katılımcı sayısı görece az, ve b) etkileri doğrudan görülebilir. bir bölgeyi etkileyecek ekonomik ve siyasi politikaları o bölge halkının belirlemesi, bunların bir merkezden tayin edilmesinden daha makul gibi duruyor isviçre örneğindeki gibi. hem o bölgenin (il/ilçe) yerlileri bölgenin ihtiyaçlarını ve durumunu daha iyi biliyor, hem de politikaları kendileri belirledikleri için tercih yaparken daha dikkatli olmaları adına bir teşvikleri oluyor.

    eric posner ve glen weyl’in “radikal demokrasi” adını verdikleri ilginç bir öneri var. posner’ın bu öneriyi yaptığı kitabı radical markets: `uprooting capitalism and democracy for a just society` okuduğum en ilginç, radikal ve düşündürücü kitaplardan biriydi. kitap baştan sona incelenesi olsa da demokrasi önerisine yoğunlaşalım.

    posner’ın “karesel oy” dediği sistem kısaca şöyle işliyor: devlet, her yıl vatandaşlara oya dönüştürebilecekleri bir “ses kredisi” bütçesi veriyor ve vatandaşlar oy kullanırken bu krediyi kullanıyor ya da biriktirebiliyor. örneğin devlet 1000 ses kredisi vermiş olsun senenin başında ve o sene ateşli silahların yasaklanmasına dair bir referandum yapılacak olsun. eğer ben bu konuyu önemsiyorsam oy kullanmak isterim doğal olarak, bu durumda ses kredilerimin bir kısmını dönüştürebilirim. dönüştürmede şöyle bir kural var: her oy, ses kredisinin kökü kadar dönüştürülebiliyor. örneğin 1 oy kullanmak istiyorsan 1 ses kredisi kullanıyorsun, 2 oy için 4 kredi, 3 için 9 kredi dönüştürmek zorundasın vb. sen oy verirken o konuyu ne kadar önemsediğini hesaba katman gerekiyor, eğer silah konusunu çok önemsiyorsan o seçimde etkini artırmak için kredilerinin yarısını dönüştürüp 22 oy birden kullanabilirsin. ya da bu seneki referandumlar ilgini çekmiyorsa hiç oy vermeyip ses kredini biriktirebilir, gelecek senelere aktarabilir ve çok daha fazla önemsediğin konularda kullanabilirsin. bu sistem kâr-zarar analizi üzerine kurulu (zaten posner da kâr-zararcıların şahıdır) ve bana kalırsa en azından ufak çapta denenebilir gibime geliyor.

    farklı bir yönde gidebilir ve epistokrasi türlerini deneyebiliriz. epistokrasi bizde aysun kayacı’yla özdeşleşmiş olmasına rağmen epistokrasi diye tek bir sistem olmadığını belirtmek lazım. farklı epistokrasi türleri var ve bazıları diğerlerinden daha makul ve hatta daha demokratik. örneğin brennan’ın favorisi “kahin hükümet epistokrasisi”, siyaset bilimcilerin kullandığı bir yöntemin gerçeğe dökülmüş hali. siyaset bilimciler, seçmenlerin arkaplanlarına (eğitim, cinsiyet, etnisite, meslek, yaş vb.) bakıp eğer daha bilgili olsalardı kendi çıkarlarına uygun düşecek biçimde nasıl oy vereceklerini öngörmeye çalışır farklı yöntemlerle. işte kahin hükümet modeli (government-by-oracle), oy verenlerin demografik özelliklerinin alınıp “bilinçli oy”a dönüştürülmesini temel alıyor.

    diğer bir epistokrasi türünde de oy katsayısı sistemi var. örneğin isteyenlere devlet vatandaşlık bilgisi, temel ekonomi ve sosyal bilim bilgisi testleri yapabilir ve sonuçlar doğrultusunda oy katsayısını artırabilir. benzer biçimde, devlet oy vermek isteyenlere sosyal bilim ve vatandaşlık kurslarına katılmayı şart koşabilir. hem kahin hükümet modelinde, hem burada bahsi geçen yöntemlerde 13 yaşındaki biri bile oy kullanabilir, bu şekliyle bugünki demokrasilerden daha demokratik oldukları da söylenebilir.

    oy hakkının sınırlanması da epistokrasinin daha bilinen bir türü. aslında biz halihazırda oy vermeye sınırlamalar getiriyoruz, 18 yaşında olmak bunun en ünlü olanı. dahası 18 biraz keyfi bir yaş baktığımızda, zira 17 yıl ve 364 günlük biri ertesi gün ani bir bilişsel sıçrama yapmıyor. fakat bizim kanunen bir sınır seçmemiz gerekiyor, bu yüzden şu ya da bu sebeple 18 olarak belirlenmiş, ben burada bir sıkıntı görmüyorum. fakat eğer biz zaten demokrasiyi kısıtlamışsak neden bu kısıtlamada çıtayı daha yukarı çekemeyeceğimiz sorusu karşımıza çıkıyor bu sefer. neden bu kısıtlamayı lise veya dengi bir yeterlilik diplomasına sahip olacak şekilde yükseltmiyoruz?

    bu soru üzerine biraz daha durmak istiyorum. evet, manevi eşitlik önemli bir ahlaki neden. fakat seçimlerin dışsallığa sahip olduğunu hatırlamakta fayda var. iktisatta dışsallık, bir aktörün eylemlerinin o eylem ile ilgisi olmayanlara etki etmesine deniyor. örneğin siz nezih bir muhitte oturuyorsunuz fakat sizin mahallede birisi bir apartman aldı ve bunu fuhuş yapanların kullanması için bir otele çevirdi, bu fahişeleri ve tekinsiz tipleri buraya çekmeye başladı. işte bunun sizin evinizin fiyatını düşürmesi bir negatif dışsallık örneği. dahası bunu sadece maddi olarak düşünmemek gerek, bu tekinsiz tiplerin kendisi bir negatif dışsallık sayılabilir. işte seçimler de büyük çaplı dışsallıklar doğuruyor. sizin oy vermediğiniz politikacıların sizin hayatınız üzerinde etkisi büyük. bu yüzden oy verenlerin ne yaptığını bildiğinden emin olmak istemek ahlaki olarak sakıncalı görünmüyor bana. son tahlilde bu dışsallıklar manevi eşitliğe baskın bir gerekçe olabilir.

    aslında değinilebilecek birkaç farklı yöntem daha var fakat hem entry aşırı uzadı, hem ben zihnen çok yoruldum. bu yüzden burada bitirelim bryan caplan’ın bir sözüyle:

    “bildiğimiz haliyle demokrasi zaten yeterince kötü. tüm insanları dinleyen bir demokrasi otoriteryen bir kabus olurdu.” [10]

    ---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
    apa formatıyla uğraşamayacağım için biraz gelişigüzel biçimde kaynakça:

    1: against democracy, jason brennan. shf. 5-6

    2: voter turnout in the united states presidential elections

    3: democracy and political ıgnorance: why smaller government is smarter, ilya somin. shf. 48. diğer örnekleri de aynı kitaptan aldım.

    4: the myth of the rational voter: why democracies choose bad policies, bryan caplan, shf. 23-50.

    5: the demand for bad policy when voters underappreciate equilibrium effects

    6: democracy for realists: why elections do not produce responsive government, christopher achen & larry bartels, shf. 215-266

    7: in-group out-group bias in class experiments 2

    8: %10 less democracy: why you should trust elites a little more and the public a little less, garett jones, bölüm 2 (spesifik olarak: longer terms, braver politicians).

    9: the road to serfdom, friedrich hayek. bölüm 10 (why the worst get on top).

    10: why democracy is even tolerable? evidence from affluence and influence.
585 entry daha
hesabın var mı? giriş yap