3 entry daha
  • kuvâyi milliye - altıncı bap

    inönü meydanı, yavrum,
    rüzgâr,
    soğuklar insanı arı gibi haşlıyor.
    zemheriler bitti diyelim,
    hamsin ya başladı, ya başlıyor.
    muharebe beş gün beş gece sürdü.
    kan gövdeyi götürdü.
    ve nihayetinde
    düşmanlar karın üstünde
    top arabaları, sandıklar dolusu konyak,
    altı kamyon bıraktılar.
    sonra, kaçarlarken, yavrum,
    köyleri, köprüleri yaktılar...

    bu, birinci inönü,
    sonra ikincisi :
    23 mart 1921 günü
    düşmanın bursa ve uşak grupları üstümüze yürüyor.
    onlarda, topçu ve piyade
    bizden üç kere fazla,
    bizim atlımız çok.
    atların makanizması,
    hartucu,
    namlusu yoktur
    ve kılıç
    çıplak, ucuz bir demirdir.
    26 mart :
    akşam.
    sağ cenah ilerimize yanaştılar.
    27 mart :
    bütün cephelerde temas.
    28, 29, 30 :
    kavgaya devam.
    ve martın 31'inci gecesinde,
    (ayışığı var mıydı bilmiyorum)
    inönü karanlığı sesler ve kıvılcımlarla doluydu.
    ve ertesi gün
    1 nisan :
    metristepe aydınlanıyor.
    saat altı otuz.
    bozöyük yanıyor.
    düşman muharebe meydanını silâhlarımıza terketmiştir.

    sonra, 8 nisandan 11 nisana kadar :
    dumlupınar.

    sonra, haziran.
    bir yaz gecesi.
    dünyada yalnız pırıltılar
    ve böceklerin sesi.
    sakarya'yı üç yerinden sallarla geçiyoruz.
    basarak aldık
    adapazarı'nı.
    ve dolaşıp sapanca gölü'nün sazlıklarını
    yanaştık izmit'in doğusunda çuha fabrikasına.
    düşman,
    kısmen gemilere binerek
    denizden
    ve kısmen
    karamürsel üzerinden
    bursa'ya çekilip
    boşalttı izmit şehrini gece yarısı.

    sonra 23 ağustos :
    sakarya melhamei kübrâsı ki
    devamı 13 eylül gününe kadardır.
    bizim kırk bin piyademiz,
    dört bin beş yüz atlımız,
    düşmanın seksen sekiz bin piyadesi,
    üç yüz topu vardır.
    harp meydanının kuzey yanı
    sakarya
    ve dağlardır :
    keskin
    ve dik yamaçlarıyla
    ve kireçli toprakları
    ve kayalarında tek başlarına birbirinden uzak
    haşin
    ve münzevi çam ağaçlarıyla
    abdülselâm-dağı,
    gökler-dağı,
    dağlar.

    ve sakarya'dan bu havalide
    yalnız, çatal tırnaklı karacalar su içmektedir.
    ankara suyunun döküldüğü yerden
    eskişehir kuzeybatısına kadar
    sakarya mecrası uçurumlar içinden geçmektedir.
    güneyde
    ve güneydoğuda
    yapraksız ve hazin
    geniş ve uzun
    ve insana bıraktığı hiçbir şeye acımadan
    ölmek arzusu veren
    cihanbeyli ovası :
    çöl...
    bu çölün,
    bu dağların,
    bu nehrin ve bizim önümüzde
    yirmi iki gün ve gece fasılasız dövüşüp
    düşman ordusu ric'ata mecbur kaldı.

    buna rağmen :
    sene 1922
    ve 15 vilâyet ve sancak
    ve 9 büyük şehir
    düşman elindedir.
    inanılmaz şeyler düşmandadır ki
    bunların arasında :
    7 göl, 11 nehir
    ve köklerinde baltamızın yarası
    ve yangınlarıyla bizim olan
    yüz kere yüz bin dönüm orman,
    bir tersane, iki silâh fabrikası,
    ve 19 körfez ve liman ki
    belki birçoğunun
    rıhtımı,
    mendireği,
    kırmızı, yeşil fenerleri yoktur
    ve belki sularında
    ateş kayıklarının ışıltısından başka ışık yanmadı,
    fakat onlar
    tahta iskeleleri ve kederli balıkçılarıyla bizimdiler.
    sonra, 3 deniz,
    6 kol tren hattı,
    sonra, göz alabildiğine yol :
    sılaya gittiğimiz,
    gurbette göründüğümüz
    ve neden
    ve niçin olduğunu sormadan
    çöle, çanakkale'ye,
    ölüme gittiğimiz yol
    ve sonra toprak
    ve o toprağın insanları :
    uşak tezgâhlarının halı dokuyanları,
    klaptan işlemeli eğerleriyle meşhur
    manisa'lı saraçlar,
    yol kıyılarında ve istasyonlarda açlar
    ve kurnaz
    ve cesur
    ve ağırbaşlı ve çapkın
    ve kütleleriyle delikanlı
    istanbul ve izmir işçileri
    ve zahire ve kantariye tâcirleriyle eşraf ve âyân,
    kıl çadırlı yürükleri aydın'ın,
    ve sonra, ırgat,
    ortakçı,
    maraba,
    davarlı ve davarsız,
    yarım meşin çizmeli
    ve ham çarıklı köylüler.
    15 vilâyet ve sancak
    ve 9 büyük şehir
    düşman elindedir.

    mehtaplı bir gece,
    gümüş bir kutunun içindesin :
    ortalık öyle bir tuhaf aydınlık, öyle ıssız.
    ya çok seslidir
    ya hiç ses vermez mehtaplı gece zaten.

    yatıyor filintasının arkasında kartallı kâzım.
    kız gibi osmanlı filintası.
    parlıyor arpacık
    namlının ucunda :
    yüz yıllık yoldaymış gibi uzak
    ve bir damlacık.

    kâzım emir aldı merkezden :
    gebze'deki ingiliz'in tercümanı vurulacak.
    köylerde teşkilât kurmuş tercüman mansur :
    satıyor bizimkileri.

    kâzım iyi hesaplamış herifin geçeceği yeri.
    işte sökün etti mansur karşıdan :
    beygirin üzerinde.
    beygir yüksek,
    ingiliz kadanası.
    kendi halinde yürüyor hayvan
    ortasında demiryolunun
    sallana sallana,
    ağır ağır.
    tercüman herhalde bırakmış dizginleri,
    başı sallanıyor,
    belki de uyuyor üzerinde beygirin.

    yaklaştıkça büyüyor herif.
    zaten mehtapta heybetli görünür insan.

    arada kaldı kalmadı dört yüz adım,
    namlıyı kaldırdı birazcık kâzım,
    nişan aldı sallanan başına mansur'un.
    soldaki yamaçtan bir taş parçası düştü.
    bir kuş uçtu sağdaki ağaçtan,
    -ağaç çınar-.
    kuş ürkmüş olacak.
    çevrildi kâzım'ın başı kuşun uçtuğu yana,
    mehtapla yüz yüze geldiler.
    mehtap koskocaman,
    desdeğirmi,
    bembeyaz.
    ve kâzım'ın gözünü aldı âdeta.
    zaten bu yüzden,
    tekrar göz, gez, arpacık
    ve filintayı ateşlediği zaman
    ilk kurşun mansur'un başını delecek yerde
    galiba omuzuna girdi.
    herif «hınk» dedi bir,
    beygirin başını çevirdi
    dörtnal kaçıyor.
    yetiştirdi ikinci kurşunu kâzım.
    beygirin üstünde sola yıkıldı mansur.
    üçüncü kurşun.
    tercüman düştü beygirden.
    fakat bir ayağı üzengiye takılı kalmış,
    sürüklendi kaçan hayvanın peşinde biraz,
    sonra kurtuldu ki ayağı
    yıkılıp kaldı olduğu yerde.
    yamaca sardı beygir.
    kalktı kâzım,
    yürüdü mansur'a doğru,
    üzerinden kâatları alacak.
    arada dört telgraf direği yalnız,
    ellişerden iki yüz metre eder.
    mansur doğruldu ansızın,
    kaçıyor bayır aşağı.
    filintayı omuzladı kâzım.
    dördüncü kurşun.
    yıkıldı herif.
    koştu kâzım.
    doğruldu yine mansur.
    yürüyor sarhoş gibi sallanarak,
    kaçmıyor artık,
    yürüyor.
    kâzım da bıraktı koşmayı.
    deniz kıyısına indiler.
    orda boş bir fabrika var,
    bir de beyaz bir ev,
    tahta iskelesi iner denizin içine kadar.
    mansur suya giriyor,
    kâatlar ıslanacak.
    beşinci kurşunu yaktı kâzım.
    suya düşüp kaldı önde giden
    ve kâzım tazelerken şarjörü
    bir ışık yandı beyaz evde,
    bir pencere açıldı.
    galiba bir kadın baktı dışarıya..
    boğazlanıyormuş gibi bağırdı mansur.
    pencere kapandı,
    ışık söndü.
    tercüman attı kendini tahta iskeleye.
    art ayakları kırılmış bir hayvan gibi sürünüp tırmanıyor.
    hay anasını,
    ay da denize düşmüş
    toplanıp dağılıyor,
    dağılıp toplanıyor.
    velhasıl,
    lâfı uzatmıyalım,
    mansur'un işini bıçakla bitirdi kâzım.
    kâatlar kan içindeydi.
    fakat kan kapatmıyor yazıyı...

    namussuzun biriydi mansur,
    muhakkak.
    düşmana satılmıştı,
    orası öyle.
    kaç kişinin başını yedi,
    malûm.
    ama ne de olsa
    mehtapta herif beygirin üzerinde uyumuş geliyordu.
    demek istediğim,
    böyle günlerde bile, böyle bir adamı bile bu çeşit öldürüp
    ortalık duruldukta, yıllarca sonra mehtaba baktığın vakit
    üzüntü çekmemek için,
    ya insanlarda yürek dediğin taştan olacak,
    yahut da dehşetli namuslu olacak yüreğin,
    kâzım'ınki taştan değildi çok şükür,
    fakat namuslu.
    ne malûm? dersen :
    dövüştü pir aşkına,
    yaralandı birkaç kere
    ve saire.
    ve kavga bittiği zaman
    ne çiftlik sahibi oldu, ne apartıman.
    kavgadan önce kartal'da bahçıvandı,
    kavgadan sonra kartal'da bahçıvan...
hesabın var mı? giriş yap