19 entry daha
  • bu entyi aslında ''dedeye sahip çıkalım''başlığına yazacaktım. ama bu ablanın tam da şu saniyede (hastayım bu ablaya) dedeciğim deyişi vazgeçirdi beni :)

    karmakarışık ve ''sonuna kadar okuyan bordo berelidir'' tanımına uyan bir entry olacak. bunun sebebi ben değil, yaşadığım olayın saçma sapan oluşudur.

    bu entry, başlıkla alakası olmadan sadece hatıra olarak kalması amacıyla yazılmıştır. boşu boşuna zaman kaybedip okumayın diye uyarmak istedim.
    (çünkü bazen ''bize bundan ne olması?'' diye mesajlar alıyorum. işte başında açık açık uyarımı yapmışım kardeşim. siz okumayın : )
    sayın bordo bereliler !!
    size sahip sesleniyom. *

    2014 yılının eylül ayı. henüz yeni evliyim. işyerinden izin alıp biraz erken çıkmışım. eve gitmek üzere durakta otobüs bekliyorum. üzerimde müthiş bir enerji ve muziplik hissi var.
    saate bakmak için telefonuma baktığımda annemin aradığını gördüm. telefonum cebimdeyken çalmamıştı(yahut ben duymadım). "bu da miladını doldurdu artık yenisini almak lazım" diye söylenerek açtım telefonu.
    o an tesadüfen saate bakmak istemeseydim keşke..
    bu telefonun, beni ruhsal rahatsızlıklara götürecek olaylara gebe oluşunu bilmiyordum.

    - yavrum ?
    -efendim anne ?
    -yavrucum, teyzen ve annneannen ziyaret için bize(çanakkale'ye) geldiler. deden gelmek istememiş orda (istanbul'da) kalmış. dayına da ulaşamıyoruz. dedenin tansiyonu düşmüş sanırım. gidip ilgilenir misin.
    -annecim tekrardan dayıma falan ulaşmaya çalışsanız. eşimle başka bir planımız vardı da..
    - deden dayına ulaşmış aslında, biliyorsun şu sıralar araları biraz açık. "iki üç saat sonra gelcem. bekle ölmezsin " diyip telefonunu kapatmış. kapalı olduğu için ulaşamıyoruz.
    - e iki üç saat sonra dayım götürsün işte ?
    -(burundan nefes vererek susmak)
    - tamam anne tamam. şimdi gider ilgilenirim. gönlün olsun. seni haberdar da ederim. otobüsüm geldi şimdi kapatıyorum.

    "ulan şimdi hatun'dan da haybeden trip yicez. neyse gidip bi bakayım da en azından ilgilenmedi demesinler. tuzlu ayranı dayar kaçarım zaten" diye düşünüp dedemin evine vardım. zili çaldım.
    kapıyı açtı. öyle perperişan bitap gözükmüyordu. sağlıklıydı.
    "hoş geldin evladım" dedi.
    içimden, "iyi bari ayrana bile gerek kalmayacak" diye sevinip " hoşbulduk dedecimm" dedim.

    içeri geçtiğimde koridordaki minik cam parçalarını * gördüm.
    - noldu böyle dede ya ?
    - tuvalete gidecektim. tam tuvaletin kapısına vardım gözlerim karardı aniden. dengemi kaybetmişim. kendime geldiğimde duşakabin kırılmış küvetin içinde buldum kendimi. bide kustum.
    - temizleriz dedecim. şimdi dert etme sen bunu. kesiğin falan var mı ?
    -yok yok. iyiyim ben.
    -istersen gel hastaneye gidelim bi baksınlar.
    -yok ulan. istemem. sen git yoğurt al bana.

    evin anahtarını cebime koyup yoğurdu almak üzere dışarı çıktım. eve döndüğümde, "beni hastaneye götürsen iyi olur" dedi.
    "tamam dede. ben bir taksi çevirip geliyorum hemen" deyip tekrar caddeye indim. hastanenin acil servisine vardık. dedem şikayetini,
    " tuvalete gitme ihtiyacım var gibi hissediyorum ama tuvalete girdiğimde bir türlü yapamıyorum"
    diye kısa ve öz şekilde ifade etti. doktor tebessüm etti. bana bakınca bende tebessüm ettim.
    dedemi ayrı bir odaya alıp sonda taktılar.
    bir iki tüp kan ve idrar örneği aldılar. sonuçların çıkması için beklememizi söylediler.

    bu bekleyişte, haberdar etmek ve babasıyla konuşturmak için annemi aradım. "alo anne".
    tam o sırada dedem yattığı yerden fırladı. "heh şimdi kesin geldi. bu sefer yapacam" deyip elinde sonda ile yataktan kalkıp tuvalete koşmaya başladı.
    telefonu, " ben seni birazdan, dedem rahatlayınca arayım annecim " diye gülerek kapattım.

    - tık tık tık ! dedee
    - giiitt!
    -iyi misin dedecim ? :))
    - git diyoom !
    - yardıma ihtiyacın varsa aç kapıyı dede. utanmana gerek yok. sonda'ya dikkat etmen lazım :)
    - tamam. git sen !
    - tamam dede sen hallet işini. ben seni dışardaki kapının önünde bekliyorum.
    - git bee !

    dışarda beklerken, başka bir doktorun odasından dedemin ismi okundu.

    hemen yağ gibi aralık olan kapıdan içeri aktım. "otur" dedi doktor. gözlerini önündeki kağıtlardan ayırmadan, inceleyerek konuşuyordu. arada sırada gözlüğünün üstünden kısa bakışlar fırlatıyordu sadece.

    doktor: ne zamandır böyle ?
    ben : ne ne zamandır böyle ?
    doktor : ne kadar süredir tuvalete çıkamıyorsun ?
    ben: ben değil dedem çıkamıyor tuvalete.
    doktor: deden gelsin o zaman. nerde deden?
    ben : tuvalette :)
    doktor: he çıktı yani ?
    ben: yok çıkmadı. tuvalette hala.
    doktor: onu demiyorum. tuvalete gidebilmiş yani.
    ben: dedemin tuvalete gidebilmesinde sorun yok. sıkıntımız gidip yapamaması.
    doktor: şimdi yine yapamadı mı ?
    ben: bi bakiim geliim mi hemen ?
    doktor: dur. başka şikayeti var mıydı ?
    ben: tuvalete giderken gözleri kararmış. düştü. bide kustu.
    doktor : şuan yanında başka refakat eden biri varmı ?
    ben: yok. ikimiz geldik sadece.
    doktor: e gidip yardımcı olsana adama evladım. niye burdasın ?
    ben: dedemin adını seslendiniz bende geldim işte. hem istemiyor yardım. utanıyor.
    doktor: kaç gündür yapamamış tuvaletini ?
    ben: sordum ama söylemedi. dedim ya. utanıyor biraz.
    doktor : şimdiye yapabilmiş olması gerekiyordu
    ben: bilmiyorum. gidiim bakıyım ? :)
    doktor: bak evladım. dedenin durumu ciddi olabilir. bu hastanenin acil servisinde dahiliye doktoru yok. ama bakırköy hastanesi'nde acil dahiliye doktoru her zaman bulunuyor. bu kağıtlarla birlikte al dedeni oraya götür.
    ben: acil dahiliye derken ? yani biz mesai saatleri dışında olduğumuz için acil servise başvurduk. dedemin acilen tuvaletini yapması için değil. yani yarın öbür gün yapar illaki. dimi ?
    doktor: işte bu konuyla alakalı uzman doktor bu hastanede yok. bakırköy'e gidin.
    ben: acilen mi gitmeliyiz. yarın gündüzden buradaki dahiliye doktoruna getirsem olmaz mı ? he ? (olur de işte be, işten çıkıp geldik. eve gidelim karnımız aç)
    doktor: şimdi götürseniz daha iyi olurdu aslında ama madem yarın mutlaka bir dahiliye doktoru görsün hastayı.
    ben: eyvallah hocam. (canını yirim)

    doktorun yanağından makas almamak için kendimi zor tutup, söylediklerinden işime yarayacak olan kısmı cımbızla aldım. baş selamı ve tebessümümle doktorun kapısını kapatıp çıktım odadan.
    tekrar tuvaletin önüne geldim. çocuğunun öss'den çıkmasını bekleyen veliler gibi bekliyordum dedemi.
    dedem elinde sondası ile kapıda belirdi.
    " naptın dedecim ? nasıl geçti ” diye sordum.

    bir yüz ifadesi düşünün ki tebessüm-endişe- mahçubiyet karışımı olsun. işte böylebir ifade ile "yapamadım" dedi.
    kötü mizahın ailemizdeki yıkılmaz kalesi olduğumdan;
    "yapamadığını boş bıraksaydın dedo :) hem sen içerde cebelleşirken torunun da boş durmadı. bak kağıtlarını aldım. bişeyin yokmuş. turp gibisin. ama yarın başka doktora götürcem seni. şimdi eve gidiyoruz" dedim. sadece "tamam" dedi.

    hastanenin önündeki durakta duran taksiye bindik. eşimi aradım. "bizim işlerimiz bitti. yemeği ısıt. dedemle geliyoruz" dedim. dedem yandan " zahmet verme kıza! yemek istemiyorum" diyordu. telefondaki eşim dedemin bu cümlelerini duydu.
    " sen ona bakma. yemeği ısıt geliyoruz" deyip telefonu kapattım.

    "niye kıza zahmet veriyorsun" derken eliyle göğsünü gösterdi. "şuramda bi ağrı var sanki bıçak saplanı..." derken bir anda sesi kesildi. gözlerini tavana dikti.
    "dede. dede ya.. tamam hadi salma kendini. bak eve gidiyoruz yemek yicez" dedim . hiç tepki vermiyordu.
    ağzından köpükler çıkmaya başlayınca şoföre "dur" dedim.

    "aman be dede yaa. bi güçlü ol ama canım. hemen salma kendini" diye söylendim.
    şoföre dönüp "hastaneye geri dönelim abi" dedim.

    hastaneye geri geldik. dedem yürüyecek durumda değildi. iyice salmıştı kendini. ve artık gözleri de kapanmıştı. sedye getirildi. dedemi içeriye aldılar. ben kapının önünde kaldım. bir dakika oldu olmadı, doktor çıktı kapıdan.(5 dk önce acil dahiliye diyen, sonradan adının muzaffer olduğunu öğrendiğim doktor)

    ben: nolmuş doktor ?
    doktor: dedenizin durumu ciddi.
    ben: nası ciddi ? (aklıma şu karikatür geldiği için kendimi gülmemek için zor tutuyorum :))
    doktor: içerde şuan kalp masajı yapılıyor dedenize
    ben: e sizde yardımcı olun girin içeri, beni boşverin, en son bilgilendirme yaparsınız bana.

    doktor içeri girdi. 3 4 dakika geçmeden tekrar çıktı

    ben: noldu ? kendine geldi mi ?
    doktor: aile büyüklerinize haber verseniz iyi olur.
    ben: he evet annemi arıcaktık bizde zaten haber bekliyor.
    doktor: dedenizi kaybettik.
    ben: niye ki ? (inanamıyorum ve gülesim çıkıyor)
    doktor: başınız sağolsun. dedeniz geldiğinde kalbi durmuştu
    ben: e ben ne yapacağım şimdi ?
    doktor: evinize gideceksiniz. burada durmanızın bir anlamı yok. görevli arkadaş size prosedürü anlatacak. tekrar başınız sağolsun.

    çok şaşkındım. eve gitmek çok mantıklı geldi. ama öncesinde bi 5 dk kadar beklemem gerekiyormuş. dedemin şahsî eşyalarını bana vereceklermiş.

    kapıda bekleyen taksicinin yanına gidip" abi seni de beklettik kusura bakma. son bi 5 dk işimiz kaldı. sonra eve gidicez" diye durumu izah ettim. " önemli değil kardeş. sen bak işine. taksimetre çalışıyor zaten. kaçmadığınız sürece sorun yok :) " dedi.

    dedemin eşyalarını (cüzdan, saat, kıyafetler, ayakkabılar kısaca üzerindeki her şeyi) bir kaç evrağa imza attırıp, mavi bir çöp poşetine koyup bana verdiler. bekleyen taksiye bindim. "gidelim abi" dedim.
    taksici "bey amca gelmiyor mu ? " diye sordu. "ölmüş" dedim. "dedem ölmüş"

    taksici yol boyunca " allah allah, hay allah, vay be, hey allah'ım ya, işe bak be " diyip durdu. ineceğim yere geldiğimde benden ücret almadı. başsağlığı dileyip şaşkınlığını belirtti.

    eve geldim. zili çaldım. eşim kapıyı neşeyle "hoş geldiniiiizz" diyerek açtı. çok şaşkın hissediyordum. ama bu şaşkınlık garip bir şaşkınlıktı. olumsuz değil gibi. sanki sürpriz yapılmış gibi bir şaşkınlık.

    "ee deden gelmedi mi ?" diye sordu. elimdeki poşete bakarak "öldü" dedim.
    "allah korusun be yapma şöyle kötü şakalar. kendi evine mi gitti ? " diye sorusunu yineledi. "öldü be öldü! " dedim.
    (10-15 dk önce taksideki telefon görüşmemizde yandan dedemin sesini duyduğu için inanmıyor haliyle)
    "hadi ya söylesene gelmeyecek mi ?" diye sorunca kızdım. "öldü ulan işte öldü. al işte nüfus cüzdanı, al bak hırkası, al sana ayakkabıları" diye poşeti döktüm. inandı. ama yinede inanamıyordu. ağlamaya başladı. onu acısıyla başbaşa bırakıp balkona çıktım.

    dedem çok yaşlı sayılmazdı. 66 yaşındaydı. nasıl öldü diye soran olursa ne diyecektim ki?. en önemlisi de, şimdi annemi arayıp ben ne dicem. ne diyim nasıl anlatayım diye düşünüyordum. birden aklıma dedemin annesini (annemin babaannesi) aramak geldi. kendisi 86 yaşında bursa da yaşıyordu. gayet dinç ve sağlıklıydı. müthiş bir hafızaya sahipti. bir sigara yakıp bu kara haberi öncelikle annesine söylemeye karar verdim. bursa'yı aradım. (cep telefonu kullanmıyordu, yalnızca ev telefonu vardı)

    bursa'yı aradığımda telefonu dedemin kardeşi (annemin amcası) açtı. ağlıyordu. (tüm telefon görüşmesi boyunca da ağlayarak konuşacaktı)

    -alo amca ben günerizm. noldu niye ağlıyorsun ?
    - başımız sağolsun yeğenim.
    - a aa. size kim söyledi amca ?(henüz eşim ve taksici haricinde kimse bilmiyordu)
    - kim söyledisi mi var yiğenim. kollarımda can verdi rahmetli.
    - nasıl olur (birisi benim çayıma bonzai falan karıştırdı herhalde diye düşünüyorum)
    - amca şaka mı yapıyorsun rüya mı bu ?
    -keşke şaka olsa yiğenim. keşke şakaa. öldü anacağım
    - ne ? babane öldü mü ?
    - ah kuş gibi uçtu gitti anam
    - dedem de öldü amca.
    - ne ? abim mi ?
    - evet. 15 20 dk önce hastaneden eve dönerken rahmetli oldu.
    - neee!! ahh anamamı yanayım agama mı yanayım ah ben napayımda nerelere alıp başımı vurmak gideyim....(ağıt yakma minvalinde birşeyler söylemeye çalışıyor ama beceremiyor da)
    -neyse kapatıyorum amca. haber vermek için aramıştım. başımız sağolsun.

    (buraya kadar okuyanlar, 'hadi lan', 'serin hikaye bro' , 'kafan güzelmiş kardeş güle güle kullan' deyip inanmayabilirler. açıkçası bana da anlatılsa inanmakta tereddüt yaşardım. ama yemin ederim ki tam olarak böyle oldu. ana-oğul aynı gün aynı saatlerde rahmetli ol/du/muş/lar.)

    "yahu işe bak. biz cenaze haberi vermek için arıyoruz, bize cenaze haberi veriyorlar" diye geçirdim içimden. bu telefon görüşmesi sonlanmadan eşim yanıma gelmişti. " nolmuş" diye sordu. her şey o kadar hızlı ve tuhaf ilerliyordu ki. çok garip bir duyguydu. gülmemek için zor tutuyordum kendimi. eşim, üzgün ve meraklı gözlerle "nolmuş söylesene" diye tekrar sordu. "babane de ölmüş" dediğim anda tutamadım kendimi gülmeye başladım. o kadar çok güldüm ki. normal bir gülme de değil kahkaha atıyordum. hayatımda karnım ağırayacak şekilde hiç bu kadar gülmemiştim. gerçekten canım acıyordu gülmekten. eşim delirmişim gibi endişe ile bakıyordu suratıma. o'nun öyle baktığını gördükçe daha çok gülesim çıkıyordu. bu da yetmez gibi o sırada annem aradı. ağzımla gülmek yetmiyor gibiydi. çok ama çok güldüm. gülmekte olduğum için telefonu açamadım. çünkü kendimi tutamıyordum.

    biraz dinlendikten sonra ciddi davranmaya zorladım kendimi. gülmek çok iyi gelmişti. rahatladım. babamı aramaya karar verdim. çünkü annemi arayıp baban öldü diyemezdim. az önce her ikisini de yaşadığım üzere,
    telefondan cenaze haberi almakta vermekte çok zordu. babam en azından fiziksel anlamda da annemin yanında olduğu için alıştıra alıştıra söylerdi. babama haberi verip, duşa girdim.

    çok yorulmuş ama rahatlamış hissediyordum. nedenini bilmiyorum zerre üzüntü yoktu içimde. gamsız gamsız yattım uyudum.

    ertesi gün annemler geldiler. evimiz cenaze evi olduğunda daha bi hissettim durumun ciddiyetini diyebilirim. ama yine de beni bu ciddiyetten alıkoyan bir takım unsurlar vardı. fazla üzülemiyordum. zorlama bir hüzün vardı üzerimde. çok az üzülüyordum. öyle diğerleri gibi de ölen(ler)e değildi üzülüşüm. ben, annemin hallerine, ağlayanların ölüleri bir daha hiç göremeyecek oluşuna, dayımın bekle ölmezsin dediği gün babasının ölüşünden yaşadığı vicdan azabına falan üzülüyor gibiydim.

    birde şu çok tuhaf geliyordu bana. adını bilmediğim komşu ve akrabalar " allah rahmet eylesin, çok iyi adamdı. varsa bi tane daha pide alabilir miyim, " falan diyordu. tuhaftı.

    o gün benim için, toplasak aynı 10 cümle ile geçti diyebilirlerim.

    hoş geldiniz/dostlar sağolsun/evet ana oğul kader işte/buyrun/sağolun/buyrun pideniz/dostlar sağolsun/ buyrun ayranınız/ yarın öğlen namazından sonra/buyrun çocuğa da ayran/evet aile kabristanımıza yanyana/ maalesef kaşarlı yok hepsi kıymalı/dostlar sağolsun.

    kendime, kendim bile şaşıracağım derecede metanetli ve marifetliydim o gün. şef garsonlara taş çıkaracak bir performans sergiliyordum. gelen sayısını aklımda tutup, yiyen yemeyen, hatta yememiş gibi davranıp ikinciyi yemek isteyen kişileri tespit ediyor, mutfak ile herkes arasında mekik dokuyordum. içten içe de kıllanıyordum bu durumdan.
    (ikinciyi yemek isteyeni kasdetmiyorum)
    beni kıllandıran, görece duygusal biriyimdir. çok üzülmem falan gerekiyordu. ben pek bir şey hissetmiyordum. tuhaftı.

    4 gün sonra gece 2 gibi tuvalet ihtiyacı hissiyle uykumdan uyandım. halbuki gece gece hele de uyuduktan sonra beni uyandıracak şiddette hiç gelmezdi benim tuvaletim. neyse. tuvalete gittim ama yapamadım. yatağa geri döndüm. uykuya dalmadan tekrar tuvaletim geldi. tekrar gittim, ama yine yapamadım. yapmak için kendimi zorladıkça olmuyordu. yapamıyordum.
    noluya ya diye söylene söylene yatağa tekrar geri döndüm. uykumu kaçırmak istemiyordum. tam o sırada birden bire dehşet verici derecede bir korku hissettim. aklıma bir anda dedem geldi. o da ölmeden önce böyle tuvalete gidip gidip yapamıyordu.
    acaba ölüm hissi buna benzer bir şey miydi ? insan ölmeden önce böyle tuvaleti gelecekmiş gibi mi hissediyordu ? azrail birazdan gözükecek miydi ?

    o kadar çok titriyordum ki, birbirine vuran dişlerimin tıkırtısından eşim uyanmıştı. (bir erkek eşinin yanında her ne sebeple olursa olsun hiçbir zaman titremek istemez)
    "noldu" diye sordu. "yok bir şey"dedim. gizlemeye çalıştım titrememi. "üşüyor musun bu havada" dedi.
    "evet üşüdüm biraz. yat uyu sen," dedim. titreyişlerim ve ölüm korkum o kadar şiddetli olmaya başlamıştı ki, eminim her insan, bu duyguyu yaşamaktansa ölmeyi tercih eder.
    kalbim çok hızlı atıyordu. tişörtümün üzerinden kalbimin ritmini görebiliyordum. kulaklarımda kalbimin sesi zonkluyordu. kalbim kalbim kalbim...
    birazdan öleceğime o kadar kesin, o kadar emindim ki "tamam işim bitti" dedim. saniyeler de geçmek bilmiyordu bir türlü.

    titreye titreye giyinip hastaneye gittim. acil servisteki nöbetçi doktor, dedemin öldüğü günkü doktordu. muzaffer hoca. onu görünce hepten fenalaştım.

    beni görür görmez hatırladı. şikayetimi sordu.

    ben: görmüyo musun ölüyom hocam bir şey yap!!
    doktor: üşüyor musun ?
    ben: hayır. sadece öleceğimi hissediyorum.
    doktor: hastanın ateşini ve tansiyonunu ölçelim
    ben: ya bırak allasen tansiyonu hoca. elektroşoku hazırlaa. ölüyom diyom sana sen tansiyon mansiyon.
    doktor: ne oldu da titremeye başladın ?
    ben: uyuyordum. tuvaletim geldi diye uyandım. sonra yapamadım
    doktor: dedeniz gibi mi ?
    ben: evet. hadi. yap bir şeyler de ölmeyek bizde dedem gibi.
    doktor: tansiyonunuz yüksek. dedenizle yaşananlardan etkilenmiş olmalısınız. durumunuzun psikolojik olduğunu düşünüyorum. şuanda bu poliklinikte psikiyatri servisi yok. ama bakırköy'deki hastanede 7/24 acil psikiyatri servisi bulu....
    ben: yav bırak. dedemi de oraya göndermiştin daha eve varamadan öldü adam. her geleni başından savmak için tutturmuşsun bir türkü bakırköy de bakırköy. ölüyorum diyorum ölüyorum.
    doktor : beyfendi durumunuz çok yüksek bir ihtimalle psikolojik.
    ben: dedeminkide mi psikolojikti ha ?
    kakamı yapamıyorum diyorum işte aha aynısı. çok hissediyorum öleceğim. yazıklar olsun size be. yazıklar olsun lan.
    (güvenlik görevlisi koluma girer) yazıklar olsun be. haram ulan haram. bi hap ver bi iğne falan vur. o maaşın haram sana. esas senin psikiyatri acile gitmen lazım.

    söylene söylene güvenlik görevlisiyle birlikte hastanenin bahçesine geldik. bana sigara ikram etti. titremem geçmişti. daha iyi gibiydim. ölüm korkumda azalmıştı. güvenlik görevlisi :
    " muzaffer hoca kurt bir doktordur. bence o'nu dinle. gidiver sende psikiyatri servisine kardeşim nolcak sanki" dedi.
    bir kaç gün önce dedemin poşetini bana veren güvenlik görevlisiydi bu. efendi bir adama benziyordu. ben güvenliğin tek omzuna elimi koyup, "tamam da abi. güzel abim. ben daha önce hiç bir zaman böyle bağırmadım hiç bir doktora. söyle o'na, öyle inanmıyormuş gibi falan yapmalar, vay efendime söyleyim her önüne geleni bakırköy'e postalamalar falan. yapmasın." dedim. "tamam söylerim" dedi. çok profesyonel bir güvenlikti. beni kızdıracak hiç bir şey yapmadığı gibi, çokta alttan almıyordu da.
    sayesinde ben o kadar yüksekken nasıl bir anda sakinleştiğimi anlayamadım bile.

    eve taksiyle değil yürüyerek geldim. eve gelince içimi yine kötü bir his kapladı. tekrar evden çıkıp camiye gidip abdest aldım. (not: deistim)
    mevsim sonbahar olduğundan sabahın 5'inde soğuk su, bu sefer harbiden üşütmüştü beni. yine titremeye başladım. titreye titreye iki rekat namaz kıldım.(secdede titrerken allah bilir ne tuhaf bir görüntü veriyordum) allah'a eğer yanlış düşünüyorsam beni affetmesi için biraz dua edip ölmeyi bekledim.
    allah'ı ikna etmeye ve barışmaya çalışıyordum. (manik depresif ataklarda dine yönelimin sıkça rastlandığını sonradan öğrenecektim)

    "eyyy rabbim. seni tüm kusurlardan tenzih ederim. ben sana ateistim demedim. deistim dedim. bak beni yanlış anlıyorsun. gerçi seni tüm kusurlardan tenzih ettiğim için beni yanlış anlama ihtimalini de kendi kendime çürütmüş oluyorum. tamam öyle demeyelim o zaman. sen yanlış anlamıyorsun ben anlat(y)amıyorum diyelim. şuan korkumdan dolayı yalakalık yapıyormuşum gibi gözükse de söyleyeceğim. seni seviyorum ben. var olduğunu da biliyorum. varolmayan bir şey sevilir mi ? sen kalpleri en iyi bilensen, seni nasıl sevdiğimi de bilirsin. ben varlığına ve şevkatine hep inandım.
    ayrıca ahlak denen olguyu, beni bu coğrafyada dünyaya gönderdiğinden dolayı islam dini üzerinden alarak yetiştiğim için pratikte aslında bir müslümandan çokta farkım yok. onlarla aynı şekilde yaşıyor gibiyim. hem görüyorsundur ramazanda oruç falan da tutuyorum hala. zekât da veriyorum ama kırkta biri falan diye hesaplayıp yılda bir yapmak kusura bakma da yani ne bileyim.
    beni sorgulama konusunda özgür bıraktıysan, aklıma uygun şekilde ve ölçüde davranıyor olmamdan daha normal ne olabilir ki ? hem araştırdım sen 40/1 diye bir şey dememişsin. belki birisi uydurdu ve ardından gelenler de işlerine böyle geldiği için devam ettirdi bunu.
    bir sürü peygamber yolladığın için, bazen bir beşermişcesine fikir değiştirdiğin için (bir dinde haram dediğine ötekinde helal diyorsun, kabeyi bile değiştirdiğin yazıyordu) bunun gibi şeyler kafamı karıştırdı.
    kafamın karışık olması normal değil mi dinde?
    yoksa bunca şeye rağmen kafası karışmayanlar mı normal senin nezdinde ?
    bağışla ama söylemeden edemeyeceğim. eğer o metinler sana aitse kusura bakma ama bence sende de hata var. tek bir kitap tek bir peygamber göndersen böyle olmazdı. kafamızın karıştığını görmek senin hoşuna gidiyor ol'ma'malı. çünkü sen bizi seviyorsun. bunu biliyorum ben. çok iyi biliyorum hemde. görüyorum. vücudumda, hayvanlarda, bitkilerde görüyorum bize sevgini. her
    şeyi bizim için dizayn etmiş gibisin. bebek doğar doğmaz anasının memelerinden yemeğini gönderiyorsun. hemde gününe göre kıvamını ayarlayacak kadar da ince ve düşüncelisin. bence çok yücesin ama seni insanmışsın gibi betimledikleri için antipatik geliyor kafası karışıklara. yakacaksan da yak boynum kıldan ince sana. ama yani o zaman da hatam ne bunu söyle bari bileyim.
    yakmak için yarattıysan ve ben senin kulunsam, zaten bu senin tasarrufunda. istediğini yaparsın.
    aramızda illa bir sorgu sual konuşması yaşanacaksa önce niye yarattığını söyle bana. valla çok merak ediyorum. bu konuda
    "bilinmek istemişsin" ondan yaratmışsın diye diyolla.
    senin bir şeyi istemen arzulaman bana garip geliyor. bunlar insana özgü şeyler değil gibi. istemekte neymiş. sen ol dersin olurdu. hayır kabalık etmek istemiyorum özür dilerim.
    üzgünüm tanrım ama kafam gerçekten çok karışıktı. sen biliyorsun yıllarca araştırdım seni. ne yani inanmadığım halde yalancıktan inanıyormuş gibi mi yapsaydım. kızdırdıysam tekrar tekrar özür dilerim. ki sen insan değilsin kızmazsın. kaldı ki kızacak olsan, sıra bana gelene kadar ohhoo allah bilir kimlere kimlere kızardın. gerçi allah'ta sensin. elbette sen bilirsin. senin kızabileceğini sanmamakla birlikte kızsan bile müdahale etmediğini görüyorum. her
    şeyi duyup görmene rağmen müdahale de bulunmayışına niye dua ediyorum onu da bilmiyorum. bence mercimek kadar beynim ile seni anlayamadan öleceğim. kalpleri en iyi sen biliyorsan bu duayı benim ağzımdan duymak "istemen" manasız olacaktır. bu yüzden duama şimdi son veriyorum. yaşamayı seviyorum. kabul edersen sevinirim. adettendir fatiha okuyacağım. ama bak günde 50 kere tekerleme gibi, ne anlama geldiğini bilmeden okuyan kullarından değilim. manasını biliyorum. öteki türlüsü güzel değil bence. aminnn. "

    duamı bitirdim. burda ölsem iyiydi.
    camide ölmek, arkamdan"çok mübarek adamdı" falan dedirtebilirdi.
    ailem sanki herhangi bir trafik kazasında falan ölüşüme üzüleceklerinden,
    camiide ibadet ederken ölüşüme daha az üzülürler gibi geliyordu.
    evet bence böyleydi.
    aileme, oğlunuz nasıl ölsün diye seçenek sunulsa "camide" şıkkını işaretlerdi.
    o değilde saniyeler içinde nasıl bu kadar şeyi düşünüyorum da niye bu kadar hızlı çalışıyor gibi beynim. midem bulanıyor. camiye kusmak mı ? allah korusun.

    aklıma sürekli birşey, sürekli başka bir şey, ondan sonra da bambaşka bir şey geliyordu.

    karıncaya nereye gidiyon demişler, kabe'ye gidiyorum demiş.
    sen bu minnak ayaklarla kabe'ye gidemezsin ki ehehehehe demişler.
    karınca bu durur mu patlatmış cevabı:
    gidemesem de yolunda ölürüm beee
    - thug life müziği -

    bu gibi dini fabllar geliyordu aklıma. bide bir yandan dedemin ölümünden nedense kendimi sorumlu hissediyordum. doktor başka hastaneye sevk etmesine rağmen ben o'nu eve getirmeyi tercih etmiştim. diğer yandan kendime moral de veriyordum. eve gelip inleye inleye ölmedi ki dedem. tamam eve getirmeye niyetlendim ama daha takside rahmetli oldu adam. ben bakırköy'e götürmeye niyet etsem bile yine yolda ölecekti. eceli gelmişti. tabutun üzerinde yeşil örtüde "eğer ecel geldiyse, bu ne ertelenir ne de öne alınır" minvalinde bir ayet yazıyordu. işime gelince dini argümanlarla kendime moral verip, işime gelmediğinde dini reddediyor olmak çok omurgasızca ve ikiyüzlü bir davranıştı. ben dedemi eve götürmeye niyet etmiştim ve "ameller niyetlere göredir" diye bir hadis vardı.

    sırtımı caminin duvarına dayadım. çok yorulmuştum. içimden sürekli kelime-i şehadet getiriyordum. tam azraili görüp öleceğim anda, şaşırıp yanlışlıkla euzübesmele çekmekten korkuyordum. içim geçmiş. uyumuşum.

    hatta öyle uyumuşum ki rüya bile gördüm. sabah ezanı okunmaya başladı. (sabah ezanının diğer ezanlardan ayrı bir makamı vardır. oldum olası ürpertir beni)
    ezan okunduğunda aslında uyandım gibi ama bilerek gözlerimi açmadım. korktum. aha dedim. galiba bu kez harbiden öldüm. belki de şuan tabutun içindeyimdir bile. cenaze namazımı kılıp beni gömecekler diye düşündüm. cesaretimi toplayıp gözümü açtım. bir kaç yaşlı amca gelmiş camiye. onlarla beraber sabah namazını kılıp, oradan bakırköy'e gittim. :)

    sonradan yıllar süreceğini öğreneceğim bir ilaç(lar) tedavisine başladık. normalde adrenalin tutkunu biriyimdir. motorsiklet kullanmayı, hız yapmayı, denizde uzun uzun açılmayı, gerektiğinde kavga etmeyi, toplumsal olaylara müdahil olmayı vs seven bir yapım var. yükseklikten, böcekten uçaktan falan korkmam. hatta bir gün fırsatım olursa paraşütle atlamak çok isterim. sadece şu tripofobi dedikleri şeyden hafif ucundan kenarından var gibi. haricinde başka bir fobim yok(ya da şimdilik öğrendiğim yok diyelim) yani bunları niye söylüyorum. korkak birisi olduğumu düşünmüyorum. ama gel gelelim şu atak esnasında hissetiğim o korku, o duygu, o anlar.. allah düşmanımın başına vermesin dedikleri cinsten. tam bir dehşet. daha uygun bir kelime gelmiyor aklıma. ne söylersem nasıl anlatırsam anlatayım iyi ifade edemeyeceğimi düşünüyorum. gerçi şimdilerde daha büyük problemlerim olduğundan çokta takmıyorum. eskiden atak gelecek korkusuyla yaşardım. korkacak olmanın korkusu gibi bir şey. korkmaktan korkmak. insan gerçekten de psikolojik sorunlarını iyi şekilde ifade edemiyor. ya da ben edemiyorum bilmiyorum.

    atak gelirse gelsin, ne yapayım ki yani. sonuçta elimde olan bir şey değil. aynı şekilde geldiği gibi geçer gider. bu kafada düşünmek iyi geldi bana. beni öldürmeyen şey güçlendirir modunda takılıyorum :)

    "insan zamanla her
    şeye alışır" cümlesi gerçekten çok doğru bir önerme. alıştıkça da zamanla neden-sonuç ilişkisini kurabiliyor. bazen nerde nasıl davranacağımıza biz değil beyin karar veriyor. (hormonlar mı demeliyim bilemedim) mesela benim bu psikolojik rahatsızlığımın sebebini ben şuna benzetiyorum;

    pazarda çocuğunu kaybeden bir anne düşünün. kaybettiğini farkettiği anda, ya bulamazsam kaygısıyla ah vah tüh diyip üzülüp ağlaması gerekiyor. ama sağlıklı bi zihne sahip olan annenin, beyni ona sonra ağlarsın diyor. beyin "çocuğumu bulmalıyım" sinyalini gönderiyor.(çocuk ise henüz sağlıklı düşünemediği için kaybolduğunu fark ettiği anda direkt ağlayacaktır)
    anne, poşetlerini bir tezgaha emanet bırakıp çocuğunu aramaya koyuluyor. (daha fazla hız ve manevra kabiliyeti için poşetlerini birine emanet etmeyi akıl edebildiğine göre beyni çalışıyor) ararken aklına tedirginlikte geliyor elbette (ya çocuğumu kaçırırlarsa, organ mafyası, dilendirirlerse vs) ama bu tedirginlikler sağlıklı bir beyinde "çocuğumu arayıp bulmalıyım" sinyalini daha da güçlendiriyor. tedirginlikler o an gönderilen sinyalin gölgesinde kalıyor.
    sonunda anne çocuğunu buluyor. bulduğu an ağlamaya başlıyor. neden ağlıyor bu anne ? halbuki çocuğunu bulduğu için gülmesi, sevinmesi gerekmez miydi ?

    işte sevinç gözyaşları dediğimiz şey tam olarak bu. aslında kısa sürede o kadar stres yaşadı ki beyni, ama bu duygusunu tam anlamıyla yaşayamadı. çocuğunu bulmak istemesi, ağlamak istemesinden daha ağır bastı. dolayısıyla yaşanamayan dışa vurulamayan duygu bilinç altına gönderildi. çocuğunu kaybettiğini anladığı anda yaşanamayan duygu melebaaa diye belirecek, o ak(a)mayan yaşlar, ilk fırsatını bulduğu müsait an ister istemez dökülecek o gözlerden.

    bu konuda ahkam kesecek en son kişi bile değilimdir. ama naçizane tavsiyem şudur.
    hiçbir duygunuzu içinize atmayın. iş yerinde birisi sizi sinirlendirdi mi. heh işte bunu sineye çekmeyin. gidip ben şu şu hareketine şu şu lafına çok kızdım diyebilin.
    birisi mi öldü ? çok mu üzüldünüz ? ağlayın ulan. yaşayın acınızı. utanmayın. ayıp olacak diye düşünmeyin. gizli bir yere çekilip öküz gibi ağlayın gerekirse. boşalın.
    birini çok mu seviyorsunuz. söyleyin. hissettirin. belli edin. ölünce söyleyemeyeceksiniz çünkü. insanız, kalplerimizde duygu/his taşıyoruz. kalbinizde gereksiz yük olmasın. boşalın. sevginizi de ,nefretinizi de ölçülü bir şekilde usulünce boşaltın.
    yoksa hasta olursunuz demedi demeyin :)

    boşalın ve boşaltın dedik diye ekleme gerekliliği hissettim :) yarın metrobüste gördüğünüz ilk güzel kıza yürümeyin. kimseyi rahatsız etmeyecek şekilde yapın her ne yapıyorsanız. en azından karşınızdaki kişinin rızası olsun. her şeyi yapmakta özgürdür insan.
    ama başkasının rahatsızlığı başladığı anda sizin özgürlüğünüz biter. ben rahatsızlığımı özgürce yaşayamadığım (rahatsız olduklarını dile getirmeseler bile belki oluyorlardır diye düşündüğümden) için hala ara sıra bana melebaa yapıyor. dert etmeyin geçer. geçmese bile onla yaşamaya alışırsınız (buda zaten geçmek ile aynı şey sayılır)

    he bide son olarak. birisi size panik atak/anksiyete/obsesif kompulsif bozukluk/manik depresif/bipolar bozukluk rahatsızlığım falan var derse,
    hee aynısı benim kaynımda da vardı moduna girmeyin hemen. söyleyen kişiyi de rahatsızlığını da küçümsemeyin. çarpılıp dine imana gelirsiniz animallah.
    akıllı olun ulan :)
1 entry daha
hesabın var mı? giriş yap