68 entry daha
  • heavy metal tarihinin en ikonik albümlerinden biri olan iron maiden'ın 1982 tarihli the number of the beast'i aslında grubun bir türlü kadro olarak oturmadığı, hatta bir grup için en önemli değişiklik olan vokalist değişikliğinin ardından gelen bir albümdü. ama hiçbir şekilde bu kadar sallantılı bir dönemde, aslında çok kısa bir sürede yazılıp kaydedildiğini hiç çaktırmayan, oldukça profesyonel ve güçlü bir albümdü. sadece kapağıyla bile belli bir kitleye ulaşırdı ama içerdiği şarkılarla sadece görünüş olarak değil, içerik olarak da dopdolu bir albümdü.

    1981 yılının yazına dönelim. iron maiden, ikinci albümü killers sonrası durmadan konser vermeye devam etmekteydi. judas priest'in alt grubu olarak amerika'da konser üstüne konser verilmişti. kısa bir ara sonrası avrupa'da konserler verilmeye devam edilecekti. ama grubun vokalisti paul di'anno bu tempodan hoşnut değildi. di'anno, ingiltere'de birasını içip, daha küçük ve samimi topluluklara konser verip, eldeki kemik kitle ile devam etmeyi ve ilk iki albümdeki şarkılar gibi gaz şarkıları söylemeye devam etmek istiyordu. harris ise iron maiden'ın daha da büyümesi taraftarıydı. sadece hayran kitlesi ve konser sayısı olarak değil, müzikal olarak da bir büyüme istiyordu. daha olgun, daha komplike şarkılar yazmalıydı. bunları di'anno gibi vurdumduymaz bir adam ile yapamayacaktı. neyse ki gözüne birisini kestirmişti. o da kendileri gibi new wave of british heavy metal yapan samson'ın vokalisti bruce bruce'tu.

    bruce bruce, paul bruce dickinson adıyla doğmuş bir ingiliz vatandaşıydı. gençlik yıllarında hem sesinin hacmini hem de başta deep purple ve arthur brown olmak üzere rock müziği keşfetti. birkaç yerel grupta vokalistlik yaparak deneyim kazanan dickinson'ı 1979 yılının bir günü dinleyen gitaristpaul samson, kendisini grubu samson'a davet etti. samson, o donem ilk albümünün kayıtlarını yeni tamamlamıştı. grupta paul samson, gitarın yanında vokal de yapıyordu. grubun davulcusu thundersticks, birkaç sene önce iron maiden'de kısa bir süre çalmıştı. işin ilginci aynı dönemde maiden'ın yeni davulcusu olan clive burr de samson'ın ilk 45'liğinde davul çalmıştı. grubun prodüktörü john mccoy da dickinson'ın hayran olduğu vokalist ian gillen'a bas gitar çalıyordu. dickinson, hiçbir tereddüt etmeden samson'a dahil oldu. öyle ki paul samson, dickinson'ın sahne adı olarak "bruce bruce"u kullanması isteğini oldukça salakça bir fikir olsa da kabul etti. 1979'de survivors albümü kapağında bruce bruce yer alsa da kendisi kayıtlarda yer almamıştı. 1980'de head on albümü bruce bruce'un sahneye çıktığı albüm oldu. albüm listelerde ilk 40'a girdi. bir sonraki yıl shock tactics albümü çıktı. ünlü şarkı yazarı russ ballard'dan şarkı alıp bunu albümün başına koymaları, grubun ticari olarak ne kadar arzulu olduğunu gösteriyorlardı. zaten ikinci albümle itibaren daha büyük bir plak şirketine geçmişlerdi. taktığı maske ile bir gizem yaratan davulcu thundersticks büyük ilgi topluyordu. ancak bruce bruce, artık üçüncü albümünü çıkarmış bu grubun müzikal olarak daha ileri gidebileceğini sanmıyordu. grup arkadaşlarının alkol ve uyuşturucu kullanımı da yardımcı olmuyordu. işte o dönem iron maiden'ın menajeri rod smallwood, bruce bruce'a ulaştı.

    elbette samson ve maiden birbirlerini iyi tanıyan iki gruptu. iki ortak davulcu bağlantısı dışında, samson'ın ikinci albümündeki thunderburst şarkısı aslında maiden'ın the ides of march şarkısının bir kopyasıydı. bruce bruce, maiden'ı daha once canlı izlemiş ve grubun daha iyi bir vokalisti hak ettiklerini düşünmüştü. maiden killers'ı kaydederken, yan stüdyoda samson da shock tactics'i kaydediyordu. yani samson'a çokça maruz kalan harris, grubun vokalistine göz koymuştu. 29 ağustos 1981'de reading festivali'nde sahne alan samson'ın şovu bittiğinde smallwood, bruce'u bir köşeye çekti ve "sana iron maiden'a katılmak için prova yapma şansı sunuyorum" gibi üstten bakan bir soru sordu. bruce ise "ikimiz de biliyoruz ki eğer gruba girmeyecek olsam burada olmazdın" dedi ve kendisinin grubun yaratım sürecine eşit bir ortak olarak dahil olabilmek istediğini vurguladı . yine de bir prova yapıldı. bruce ve maiden üyelerinin kimyası çok iyi tuttu ve karşılıklı sözler verildi. şimdi geriye tek kalan, bu kararın di'anno'ya iletilmesiydi.

    tüm bu değişim yaşanırken grup, di'anno'ya olan biteni yansıtmayıp yüksek tempoda işlerine devam ediyorlardı. eylül ayında konser ep'leri maiden japan çıktı. bu, di'anno'lu maiden'ın son ürünü oldu. 10 eylül 1981'de isveç'te verilen konser sonrası grup, ingiltere'ye döndü ve di'anno'ya kötü haber verildi. di'anno, herhangi bir telif anlaşması yapmadan belli bir parayı tazminat olarak tek parça olarak aldı. bu ya di'anno'nun para pulla işi olmadığını gösteriyor ya da maiden'ın onsuz bir geleceği olmadığını düşündüğünü gösteriyor. bu değişim sonrası grup hiç hız kesmedi, ekim sonunda üst üste beş gün italya'da verilen konserlerle dickinson, görücüye çıktı. dickinson'ın gelişi ve sunduğu geniş vokal genişliği de grubun şarkı yazarı steve harris'e ilham verdi. keza killers albümü çıktıktan sonra maiden'ın cepte bir şarkısı bile yoktu. yeni albüm için sıfırdan şarkı yazmaları gerekiyordu. harris, bu şarkıları yazmaya başladı. bunun yanısıra killers albümü ile gruba katılmış gitarist adrian smith de harris'e bir partner olmuştu. killers'a şarkı vermese de smith hem eski grubu urchin'de yazdığı rifleri harris'e getirdi, hem de yeni şeyler yazdı. dickinson da bu ikiliye destek oldu. ancak samson ile yapılan anlaşma gereği kağıt üstünde dickinson'ın adı şarkı yazarı olarak gösterilmiyordu. 15 kasım 1981'de dickinson'ın iron maiden ile ilk kez ingiliz seyircisi önüne çıktığı konserde iki yeni şarkı (22 acacia avenue ve children of the damned) çalındı. 23 aralık 1981'de verilen sürpriz konserde ise üç yeni şarkı (hallowed be thy name, run to the hills ve the prisoner) çalındı. bu konser ile killers turnesi bitti ve üç ay gibi kısa bir sürede maiden toplamda en az beş şarkıyı yeni albüm için hazırlamıştı. bunu da yeni bir vokalist ile yapmıştı. ve de tüm bu aceleye rağmen bu şarkılar maiden tarihinin o döneme kadar yaptığı en sağlam şarkılardı. bu inanılmaz bir olaydı.

    1982 yılı başında kayıtlar başladı. grup, bir önceki albümde olduğu gibi yine martin birch prodüktörlüğünde çalışıyordu. birch, kayıtlarda özellikle dickinson'ın vokalini en iyi şekilde kullanmaya çalıştı. dickinson da bir şarkıcı olarak birch'in bu albüm kayıtları sırasında verdiği tavsiyelerle sınıf atladığını belirtiyor. harris ve smith'in şarkı yazarlığındaki gelişim, dickinson'ın güçlü vokali ve birch'in kayıtlardaki ustalığı birleşince ortaya cillop gibi bir albüm çıktı. sadece bu da değil. derek riggs'in aslında bir önceki albümden yayınlanan purgatory single'ı için çizdiği, şeytanın insanı kukla gibi oynatırken, onu da aslında grubun maskotu eddie'nin yönettiğini gösteren kapak tek başına dikkat çekiyordu. böylece kapağından içeriğine oldukça güçlü bir albüm ortaya çıktı. albüm öncesi maiden'ın o döneme kadar yazdığı en akılda kalıcı şarkı olan "run to the hills" single olarak piyasaya sürülünce de beklentiler de tavan yaptı.

    albümü açan invaders, aslında grubun demo kaydı olan the soundhouse tapes'te yer alan, daha sonra da woman in uniform single'ı için tekrardan kaydedilen invasion adlı şarkının tematik olarak devamı ya da bir "remake"i. bu şarkının albümün açılışında yer almasının kanımca sembolik bir anlamı var. di'anno'lu dönem ile yeni dönem arasında bir köprü oluştururken, diğer yandan da eskinin üstüne yeni olarak ne koyduklarını gösteriyorlar. invasion, müzik olarak çok tempolu, di'anno'nun vokallerinin çok yırtıcı olduğu bir eser. invaders ise daha orta tempo, dickinson'ın klasik vokal tekniğinin dikkat çektiği bir şarkı. bugün aşina olduğumuz maiden sound'unun daha dickinson'lı ilk albümde, sallantılı bir geçiş dönemi yaşamadan, yer bulması çok acayip bir başka detay bence. kuzeyden gelen vikinglerin saldırılarını ve yağmasını anlatan şarkı, konu olarak ilk iki albümden çok farklı. tarihi konuların maiden'a nasıl ilham kaynağı olacağının bir göstergesi. konu ciddi olunca, müzik de ilk albümlerdeki çılgınlığın yerine kontrollü bir sertliği tercih ediyor. beraber ilerleyen elektro ve bas gitarlar, clive burr'un muhteşem davulu ile birleşince tadından yenmiyor. lakin nakarat, maiden standartlarının çok altında. çok sıradan. bunun yanında dickinson'ın sesine verilen yankı tatsız. işin ilginci invasion'ın nakaratı da pek iyi değildi. bu da şarkıyı dinlerken modumu biraz düşürüyor. bu nedenle oldukça sağlam bir açılış yerine, "fena değil" bir açılış var diyebiliriz. neyse ki bu şarkı bittikten sonra çok uzun süre hayal kırıklığı yaşamayacağız.

    invaders her şeye rağmen ilk iki albümün havasından aşırı uzak değildi ama children of the damned başladığı anda o dönemin maiden fanları çok farklı bir şeyle karşılaştıklarını farketmişlerdi. o zamana kadar maiden, strange world gibi bir ballad ve prodigal son gibi akustik bir eser kaydetmişti ancak bu iki şarkı da müzikal olarak, hatta söz olarak da, albümlerin içinde ayrıksı duruyorlardı. burada ise şarkı bir ballad gibi başlasa bile havası hem bu albümün hem de maiden diskografisinin genel havası ile uyumlu. kıtaların sakinliğinde bruce dickinson'ın vokali şarkıyı akıp götürmekte. dickinson'ın sesindeki hacim muazzam. nakaratta elektro gitarlar şarkıya çok iyi bir rif ile dahil olduğunda bile dickinson'ın vokalindeki hacim hiç kaybolmuyor. vokalinin sabit kalmaması da muhteşem. mesela nakarattaki son "damned"i uzun uzun söylemek yerine notadan notaya sesini dolaştırıyor. işte bu numaraları di'anno'nun yapabilmesi mümkün değil. şarkının aslında iki bölümü var. birinci bölüm "sakin kıta, sert nakarat" diye giderken, ikinci nakarattan sonra burr ve harris ikilisi şarkıyı hızlandırıyor. bruce, "now it's burning his hands" diye başlayan bridge kısmında da şarkının ve öykünün artan temposunu çok iyi vermekte. bir başka muhteşem şey adrian smith'in solosu. bu solo sonrası konserde söylemelik bir "oooohh oh oh oh oh" kısmı var ki eşlik etmeden durmak mümkün değil. şarkı, aynı isimli filmden esinlenmiş. sözleri de bir gece ateşe verilen lanetli bir çocuğu anlatmakta. daha iki sene önce sokakta millete çıplak vücudunu açmaktan zevk alan adamın hikayesini söyleyen grubun böyle mistik bir konuyu bir film gibi, sözlerle uyumlu bir müzik ile anlayabilmesi çok büyük iş. herhangi birini maiden fan'ı yapmalık bir şarkı.

    the prisoner da "children of the damned" gibi bir sanat eserinden esinlenme. bu sefer ilham 1960'ların sonunda ingiltere'de yayınlanmış aynı isimli bilimkurgu dizisinden gelmekte. bu dizide yakın zamanda işinden istifa eden bir casusun bilinmeyen bir bölgedeki bir köye kaçırılıp esir olarak tutulmasını anlatılıyor. kaçıranların ana karaktere "6 numara" adını vermesi de albüme adını veren şarkıdaki 666 teması ile uyumlu. belki de bu yüzden "the prisoner"ı seçtiler. değilse de çok hoş tesadüf. şarkı, 6 numara'nın bu esareti kabul etmemesini anlatıyor. bu şarkı da maiden'ın daha önce yapmadığı şeyleri yapmakta. en önemlisi şarkının introsunun diziden alınan bir konuşma olması. bu ufak sample kullanımı bile maiden'ın müziğinde farklı numaralara ne kadar açık olduğunun göstergesi. şarkı bir smith/harris bestesi. yani maiden diskografisinin ilk smith bestesi bu. özellikle nakaratta smith'in etkisi çok bariz çünkü solo çalışmalarında smith'in metalden daha çok hard rock yaptığını görüyoruz. bu şarkının nakaratı da çok catchy ve aydınlık. hatta dickinson'ın solo kariyerini de düşününce bu şarkıda katkısı olduğuna yemin edebilirim. bruce dickinson'ın vokalleri yine çok güzel ama başka dikkat çeken bir şey dickinson'ın kendine geri vokal yapması. bu kayıt tercihi nakaratı daha da catchy yaparken, di'anno'nun direkt vokal tarzından da ne kadar uzak durduklarını bir daha gösteriyor. nakaratı güzel yapan başka bir şey de "bir mahkum değil, özgür bir adamım ve kanım bana aittir şimdi" diyen sözleri. nakaratın melodik olarak aydınlığı ile birleşince şarkı çok umut verici bir özgürlük çığlığına dönüşüyor. şarkının daha birçok güzelliği var. clive burr'un özellikle girişteki davulu çok güzel. zaten kendisi tüm albüm boyunca tertemiz davul çalmanın en güzel örneklerinden birini gösteriyor. "now you see me" diye başlayan kısımda nedense harris'in bas gitarının sesini birden açmışlar gibi. ama sonuç güzel çünkü harris bu bridge kısmında özellikle çok iyi. bu arada "run, fight" diye başlayan bu bridge kısmı çok bariz bir şekilde ileride aces high'a ilham vermiş. dave murray de albümdeki ilk solosunu bu şarkıda atmakta. hem smith'in hem kendisinin soloları çok iyi. bu şarkı grubun en favori şarkılarından biri olsa gerek keza 2 sene sonra back in the village ile bu konuya geri dönmeyi tercih ettiler.

    eski şarkılara referans verme demişken, albümün sonraki şarkısı 22 acacia avenue de 2 sene öncesinin şarkısı charlotte the harlot'a geri dönmekte. işin ilginç yanı şarkının orijinal yazarı dave murray'nin bu şarkıda imzası olmaması. şarkının bestesi smith'in eski grubu urchin'in countdown adlı şarkısına dayanmakta. hatta hakkında şöyle bir hikaye var: smith'in maiden'a katılmasına yıllar kala harris, urchin'i izlediğinde bu şarkının rifi aklında kalmış. bu albüm için beste çalışmaları sürerken de harris bir anda smith'e "senin bir rifin vardı, neydi o?" diyerek smith'in bu rifi çalmasını sağlamış. üstüne de bu şarkıyı kurmuşlar. şarkı, albümün hem söz hem müzikal olarak "hallowed be thy name" ile en kalabalık şarkısı. birkaç farklı bölümden oluşmakta. açıkçası şarkı benim için çok iyi akmıyor çünkü bu birkaç bölümü çok iyi bağladıklarını düşünmüyorum. o yüzden bende bir bütünlük hissi oluşturmuyor ama bölümler ayrı ayrı güzel olunca görmezden gelebiliyorum. birinci bölümde charlotte adlı hayat kadınını hatırlıyoruz. karakterimiz bir muhabbet tellalı gibi dinleyiciye charlotte'un işindeki ustalığını anlatmakta. ilk şarkıda kendisinin başlangıç için 5 pound, işin tamamı için 10 pound istediğini duyuyorduk. burada toptan 15 istiyor ama eğer tanıdıksan bedava da olabilirmiş. ne kadar da "arabada beş, evde onbeş, hoşuma da giderse bedava" bir şarkı. smith'in urchin'den gelen rifi de şarkının bu bölümünde çalmakta. şarkının ikinci bölümü ise daha hızlı, klasik bir kıta-nakarat tekrarından oluşmakta. burada anlatıcı charlotte'a sorular sormakta ki bu üslup olarak orijinal şarkıyı andırıyor. ancak ilk bölümde charlotte'u öven ve neredeyse satılığa çıkaran anlatıcı burada charlotte'u yaptıklarından caydırmaya çalışıyor. yani bölümler arasında sadece müzikal olarak değil söz anlamında da uyumsuzluk var. söz demişken, bu bölümdeki "erkeklerini eğlendirirken hastalık kapma riskinin farkında mısın?" sözü maiden'ın en kötü şarkı sözlerinden biri olabilir ama daha sıkıntılısına birazdan geleceğiz. nakarat ise muazzam. şarkı, dickinson için oldukça düz ilerlerken vokalist nakaratta zincirlerinden kopuyor ve şarkı leziz bir hal geliyor. benim için şarkının en güzel yeri burası. bir sonraki bölümde ise hem sözler hem müzik sertleşiyor. bunun bir sanat eseri olduğunu bilincinde olmama rağmen maalesef ülkemizin en büyük sorunlarından olan kadına şiddet meselesi yüzünden bu bölümdeki sözler beni rahatsız etmekte. ("döv onu, kötü davran ona, canın ne çekerse yap", "kullan onu, suistimal et, yaptıklarının hepsini kaldırabilir"). rahatsızlığı geçtim, bir önceki bölümde charlotte'u tabir-i caizse "bu bataklıktan çıkarmak" istemesiyle de ters düşüyor. ama dave murray'nin solosu ile şarkı tekrardan toparlıyor. orijinal şarkıda şarkı bir anda yavaşlayınca murray, blues kokan bir solo atmaktaydı. burada da çok yakın bir hareket var. murray, bir anda "çekilin bakayım, bu şarkı benim şarkım" der gibi çok hoş bir solo patlatmış. sonra da tekrardan charlotte'a hayatını nasıl harcadığı hatırlatılıyor ve kahramanımızın kendisini bu hayattan kurtardığını dinliyoruz. adrian smith'in solosuyla da şarkı bitiyor. biraz dağınık bir şarkı ama çok iyi müzikal anlar barındırıyor.

    geldik bir metal klasiği olan the number of the beast'e. şarkı incil'den iki ayet ile açılıyor. birincisi "vay halinize, yer ve deniz! çünkü iblis zamanının az olduğunu bilerek büyük bir öfkeyle üzerinize indi". ikincisi de "anlayabilen, canavara ait sayıyı hesaplasın. çünkü bu sayı insanı simgeler. sayısı 666'dır". çok bilinse de tekrar edeyim. aslında ünlü korku filmi oyuncusu vincent price'ın bu alıntıları seslendirmesini istemişler. ama "25'000 pound'dan azına çalışmam" yanıtını almışlar. bu nedenle de bbc'de radyo tiyatrosu sanatçısı olan barry clayton bu ayetleri okumuş. çok profesyonel bir şekilde şipşak işi halletmiş. grup da çok memnun kalmış. iki sene sonra ise price, michael jackson'ın meşhur thriller'ında seslendirme yaptı. kim bilir, belki de jackson ve ekibi ilhamı maiden'dan almışlardır. şarkı, harris'in bir kabusu üstüne yazılmış bir eser. rüyasında şeytani bir ayine düşen karakterin bunun gerçek mi hayal mi olduğunu anlayamamasını dinliyoruz. en son kıtada ise şeytan'ın ağzından karakterimizin ele geçirildiğini ve şeytanın geri döndüğünü dinliyoruz. şarkının ilk bölümü gergin bir havada bizi bir şeylere hazırlıyor gibi. bruce dickinson'ın müzik kariyerinin en iyi çığlığı ile de bu ilk bölüm kapanıyor. tabii bu çığlık çok kolay çıkmamış. dickinson, saatlerce bu çığlığı bulmak için denemiş. ama buna rağmen sesinde bu denemelerin yorgunluğu hiç yok. bu çığlık dışında aslında şarkıda çok komplike bir şey yok. oldukça sade rifler bulunmakta. davul da çok tadında. çok sürpriz barındırmıyor. tüm müzikal numaralar solo kısmında toplanmış gibi. sololar, ara gitar melodileri leziz. harris'in bas gitarı da bu enstrümantal kısımda öne çıkıyor. metal müziğin standartlarını koyan, çok ikonik bir şarkı. tabii bir yandan da maiden'ı dönemin tutucu kesimi için bir hedef tahtası haline de getirdi. maiden, albüm ve single kapağının da etkisiyle "satanist" olarak adlandırıldı ki gruba baktığında bir avuç, aşırı çılgınlığı olmayan birkaç ingiliz gençten oluşmaktaydı. ayrıca albüm kapağında şeytan eddie'nin kuklası iken, single kapağında şeytanın kellesi eddie'nin elinde. yani şeytanla dalga geçen gruba satanist damgası vurmak da dangalakçaymış.

    "the number of the beast" bir klasik ama ondan bile daha klasiği var: run to the hills. herhalde herhangi bir müzik dinleyicisine hangi maiden şarkılarını bildiklerini sorsak çoğu bu şarkıyı söyler. grup da bu şarkının catchy'liğinin farkında ki albüm öncesi single olarak yayınlamıştı. müzik tarihinin en bilinen davul introlarından biri ile açılan şarkıda burr'ü tebrik etmek lazım. bu ritmi düz bir gitar rifi ile desteklemek yerine şarkıya bend'ler ile çok farklı ve akılda kalıcı hale gelen bir gitar rifi yazmışlar. bir önceki şarkıda olduğu gibi şarkının diğer kalanından ayrı, bir beklenti arttıran bir girişi var. bu bölümde beyaz işgalcilerin cree kabilesine saldırısı ve topraklarını işgal etmesi anlatılıyor. şarkının devamında ise önce beyazların sonra da üçüncü şahsın ağzından kızılderililere yapılan saldırılar anlatılıyor. bu bölümde maiden'ın "galloping" diye tabir edilen, dört nala ilerleyen klasik sound'unu duyuyoruz. keza "galloping" kelimesi de şarkıda geçiyor. yani askerlerin atlarla ilerlemesine çok uygun bir tempo ortaya çıkarılmış. nakarat, bir başka metal klasiği. bruce'un sesinin gücünü ortaya tam anlamıyla ortaya koymakta. hatta paul di'anno, dickinson'ın bu nakarattaki performansını yıllar sonra birkaç kez ti'ye alarak, "ben opera söylemiyorum" ya da "balerin değilim" dedi ve dickinson'a takıldı. ancak di'anno ne derse desin, muhteşem bir nakarat, muhteşem bir vokal performansı. tabii di'anno'nun böyle davranması çocukça olsa da anlaşılabilir çünkü konserde çalınan şarkıları saymazsak yeni maiden'ın tanıtan şarkı bu oldu ve maiden'ın o dönemki en büyük liste başarısına imza attı. daha önce sanctuary single'ı ile maksimum 29. sırayı gören grup, 7. sıraya çıkıp ilk 10'a girdi. eski grubun, bambaşka bir vokal tarzı ve yeni bir müzikal anlayışla çıkıp senin başarılarını solladığı zaman elbet bir kıskançlık olur. bruce'un bu şarkıya sadece sesini değil, şarkı yazma kabiliyetini de verdiğini biliyoruz ama başta bahsettiğim nedenlerden dolayı yasal olarak ismi besteciler arasında geçmemekte. hatta besteye katkıda bulunurken aklında frank sinatra'nın meşhur my way'indeki vokal melodileri varmış ama açıkcası ben şarkının bu son halinda dickinson'ın aldığı ilhamı duyamıyorum. ancak şuna inanıyorum ki, dickinson maiden'e dahil olmasaydı steve harris'e rağmen iron maiden kaybolup giden bir metal grubu olacaktı.

    peki harris ve dickinson'ın eli değmeyen bir maiden şarkısı nasıl oluyor? çok güzel örnekleri var aslında ama gangland onlardan biri değil. şarkıyı adrian smith ile clive burr yazmış. burr'un şarkı yazarı olarak yer aldığı iki maiden şarkısından biri. büyük ihtimalle besteci olarak yer almasının nedeni şarkıya yazdığı davul introsu. bu intro çok güzel olsa da şarkının geri kalanı için aynı şeyi demek zor. birincisi akılda kalıcı bir rifi yok. hatta adam akıllı bir rifi bile yok. ikincisi, şarkıyı gitarist ve davulcu yazmasına rağmen kıtalarda gitar davulun ritmine sanki uyamıyor gibi. üçüncüsü, belki paul di'anno'ya yakışacak bu şarkı dickinson'ın sesini ortaya çıkaramayan, çok kısıtlı bir vokal aralığında ilerleyip biraz sıkıcı hale gelen bir eser. dördüncüsü de mafya hesaplaşmasını anlatan konu özellikle albümdeki diğer şarkıları düşününce daha az heyecan verici. ama solo öncesi gitar harmonileri cidden çok iyi. adrian smith'in solosu da leziz. yani, bu albümün daha zayıfça şarkılarında bile her zaman çok güçlü yanlar da bulmak mümkün. grup da bu şarkıdan pek memnun kalmamış. "keşke b-side olarak kalsaydı" demişler. sağlık olsun, nasılsa sonraki şarkı albümdeki bütün defoları unutturacak.

    hallowed be thy name... daha üstüne ne denebilir ki? bu şarkıyı dinleyene kadar maiden'dan birkaç şarkı dinlemiş ve bildiklerime hayran olmuştum. bu şarkıyı keşfettiğimde ise maiden sevgimin ayrı bir seviyeye geçeceğini bilemezdim. önce her melodisi aklıma kazındı, sonra sözlerinin de ne kadar çok şey ifade ettiğini farkettim. artık ilk iki albümdeki dinlemesi zevkli ama empati yapamayacağın karton karakterler yoktu. belki bu şarkının karakteri ile de empati yapamazsın ama nick cave'in the mercy seat'i ile birlikte idama yürüyen bir kişiyi bu kadar iyi anlatabilen, onun hissettiklerini hissettirebilen başka bir şarkı yok. şarkının klasik gitar rifi bir kenara, sadece başta çalan zil bile şarkının ne kadar güçlü olduğunu anlatabilir çünkü bu çalan zil, şarkı sözlerinin resmini çizmekte. mahkum, çalan zillerle sabahın köründe son gününe uyandırılıyor ve geçmişi ile hesaplaşıyor. sözler bunları anlatırken de arka planda çalan ziller, o gerginliği yansıtıyor. şarkı boyunca mahkum bir sorgulama içinde: "bu gerçekten bir son mu yoksa delice bir rüya mı?" "gözyaşlarım akıyor ama neden ağlıyorum? sonuçta ölmekten korkmuyorum. hiçbir zaman bir son olmadığına inanmıyor muyum?" "biri hücresinden bağırıyor: "tanrı seninle olsun". eğer bir tanrı varsa, neden beni ölüme terketti?". en sonunda da kendisi için üzülmememizi öğütleyerek hayat denen aldatmacadan ayrılıp gerçeği görmeye gittiğini söylüyor. şarkıda tam olarak mahkumun suçlu ya da suçsuz olduğuna dair bir ima bence yok. ama suçsuz olarak darağacına gönderildiğini düşünmek şarkıyı daha da güçlü kalıyor. müzikal olarak bir gitar rifi şöleni. birkaç riften oluşuyor ama hepsi birbiri ile çok uyumlu ve tek başlarına çok iyiler. hangi birini öne çıkarmalı bilmem. tüm bunların bas gitarist tarafından yazılması çok acayip. o kadar farklı notayı birbirine bu kadar iyi bağlayıp, neredeyse hepsinin akılda kalıcı olması harris'in dehasının bir ürünü. sözlere bir kere daha geri dönelim. şarkının ismi matta incil'indeki bir duadan gelmekte (bunun için siz böyle dua edin: "göklerdeki babamız, adın kutsal kılınsın"). ama tek ilham buradan alınmamış. harris, genç bir müzikseverken çok dinlediği ve daha sonra tanışacağı rock grubu beckett'in life's a shadow şarkısının sözlerinin bir kısmını (ç)almış. 2018'de ise mahkeme salonu dışında bir anlaşma yapmışlar ama maiden'ın beckett'a ne kadar para verdiği açıklanmadı ama gbp 550k (4.8 milyon tl) olduğu söyleniyor. helali hoş olsun diyelim.

    albüm hallowed be thy name gibi epik bir eser ile muhteşem bir şekilde sona eriyor. ama maiden'ın ilk iki albümünde olduğu gibi burada da sonraki basımlarda albüme eklenen bir şarkı var. bu şarkı total eclipse. şarkı aslında "run to the hills"in b yüzü olarak piyasaya sürülmüştü. albüm çıkmadan önce gangland'in yerine bu şarkının yer alması konusunda tartışmalar olmuş ancak grup üyeleri gangland'i albüme daha uygun görmüş. sonra da pişman olmuşlar. zaten albümün turnesinde de total eclipse'i çalarlarken, gangland'i çalmamışlar. hatta gangland, hiçbir zaman konserlerde söylenmemiş. bence de total eclipse, çok daha iyi bir eser. albümün 1998'de çıkan remastered versiyonlarda gangland'in ardına eklenerek hak ettiği yeri bulmuş. bu şarkının yazarları arasında yine clive burr'ü görmekteyiz. herhalde gangland'da olduğu gibi girişteki davul pasajlarını kendisi yazdı. ama aslen harris ve murray'in eseri. çok gaz bir rifi var. hatta hava olarak sonraki albümlerde duyacağımız sound'a yakın durmakta. öte yandan sololar başladığında sert bir müzikal değişim yaşanıyor. bu değişimle de bence ilk albümün sound'una geçiliyor. bir diğer değişim de bruce'un "gone are the days" diye başladığı son kıtaya girişte yaşanıyor. bruce'un tiz notalarda gezinmesi çok leziz. sadece müziğiyle değil, kıyameti anlatan sözleriyle de gangland'dan daha iyi bir tercih olurmuş. bu albümü dinlerken, total eclipse'i de gözden kaçırmamak lazım.

    albüm, 22 mart 1982'de yayılandı. 10 nisan 1982'de maiden, ilk kez ingiltere albüm listelerinde bir numarayı gördü ve albüm iki hafta zirvede kaldı. turneye ise daha albüm yayınlanmadan şubat ayının sonlarında başlamışlardı. turnenin ingiltere ayağının son konserini beast over hammersmith adıyla bir video olarak yayınlamak için kaydettiler ama harris kayıtları beğenmeyince bunlar uzun süre rafta kaldı. ama önce 2002'de konser cd'si olarak, sonra 2004'te early days dvd'sinin içinde materyal olarak çıktı. bir önceki sene bruce'a maiden vokalistliği teklifinin sunulduğu reading festival'in 1982 versiyonunda bruce, bu sefer maiden ile sahne aldı. bu konserden kayıtlar da 2002'de çıkan bbc archives albümünde bulunabilir. grup, avrupa'yı sallasa da amerika'da halen o kadar büyük değildi. grup, rainbow, scorpions, 38 special ve yine judas priest'in alt grubu olarak amerika'da birçok konser verdi. turnenin sonunda da avustralya ve japonya'ya gidildi. 10 aralık 1982'de niggata'da verilen konser ile neredeyse bir sene boyunca aralıksız ilerleyen 188 konserlik turne bitti. ama kısa bir nefes alış sonrası yeni albümün kayıtlarına başlanacaktı.

    the number of the beast, maiden için bir dönüm noktasıydı. di'anno ile aynı tarzda durmadan devam edip, ortalama bir metal grubu olarak ilerleyebilirlerdi. ama harris, risk aldı ve baskın bir karakter olan dickinson'ı gruba getirdi. belki dickinson, yeni bir hava ve şarkılara bir güç getirdi ama hiçbir şey güllük gülistanlık değildi. mesela dickinson, harris'in sahnedeki hegemonyasına karşı çıkıp, onun hareket alanını kısıtlıyordu. vokalist ve bas gitarist, kuliste zaman zaman birbirlerine saldırmaya ramak kalaya kadar tartışıyorlardı. harris'in tek takıştığı kişi dickinson da değildi. clive burr da harris'ten nasibini alıyordu. her şeye rağmen grup, bu sınavdan başarıyla çıktı. albüm hem sattı, hem eleştirmenler tarafından beğenildi, hem de zamana yenilmedi. harris, egosunu dizginleyip dickinson ve smith'e bir alan tanıdı. derek riggs, epik kapaklar çizmeye devam etmesi gerektiğini anladı. martin birch, dickinson'ın vokalini ve grubun albüm sound'unu geliştirmeye devam etti. grup, ilk iki albümle kendini çok iyi tanıtmıştı ama "the number of the beast" metal dünyasını fethetmek adına riskli ama sonucu çok başarılı bir adım oldu.

    4,5/5 verdim gitti.
    albümü en iyi anlatan şarkılar: hallowed be thy name, run to the hills, 22 acacia avenue
9 entry daha
hesabın var mı? giriş yap