ben varsam ölüm yok ölüm varsa ben yokum
-
mikro ve makro düzeyde, en eski felsefi argümanlarda (bilgelerle dolup taşan çağları kastetmiyorum) hep karşımıza çıkan, insanın kendisiyle ve kendisi dışındaki her şeyle ilişkisindeki çekim ve itim durumu empedoklesçi anlayışa göre, iki şeydir: sevgi ve nefret veya o müthiş şair catullus'un sıraladığınca; odi et amo: "seviyorum ve nefret ediyorum". oysa doğum ve ölüm durumları böyle bir ikili var oluşta değildir. en sonda söylemem gerekeni en başta ifade edeyim; insanın doğumu da, ölümü de birdir. o yunan filozoflarının hepsinin taşın altına ellerini sokmaya iten temel niyet, bu birlik durumunu açıklayabilmekti; ya da en azından uygun gelen soruları sorabilmekti. "var nedir?", "yok nedir?", "var olan nedir?", "yok olan nedir?", "varlık nedir?", "yokluk nedir?", "madde nedir?", "daimon nedir?" vs. bu sorgulama süreci elbette ki en alttan başlamalıydı, bu yüzden insanın doğayı sorgulamaya çevresinden başlaması aynı zamanda onun hayvanlardan en büyük farkının da gereğiydi, hayvanlar çevrelerine, insanlar ise kültürel çevrelerine doğuyorlardı. bu gerçek gereğince; sorgulayan filozofların ellerindeki en temel argümanlar iki taneydi: doğum ve ölüm. bir şey mutlaka doğuyor, mutlaka süreç içinde aşınıyor ve sonunda yok oluyordu. bütün var oluşlar ve yok oluşlar belli bir düzende gerçekleştiğine göre; bir harmonia olması söz konusuydu. o halde bir düzen yani harmonia vardı, onun dışında her şey belli bir özden veya kuraldan hareket ederek var olup yok olarak düzeni düzenli kılıyorlardı. (bu konuya özellikle de doga ya da var olan başlığında bir hayli değinmiştim, detay için oraya bakılabilir.)
belli bir düzenin varlığı, "tanrıya inanmıyorum ancak belli bir gücün olduğuna inanıyorum" ifadesinde olduğu gibi bütün filozofları sarıp sarmalamıştır. bunu miletos'lularda, ephesos'lu herakleitos'ta, sicilyalı empedokles'te, protagoras'ta, stoalılarda ve en nihayetinde epikurosçularda açıkça görmekteyiz. bion ve diagoras gibi isimlerin tanrıtanımazlığı böyle bir düzenin varlığına inanmalarına engeldi. ancak ilkçağ tarihi ve kültürü üzerine araştırma yapan üstadların çoğu, bu dönemin tanrıtanımazlarının ve yaşayışın belli bir düzene ihtiyaç duymadığını savunanların, toplum ve ileri gelen kimseler tarafından alaya alındığını hatta mühim komedya yazarı aristophanes'in örneğin; komedyaya konu olan alay edilesi karakterlerinin bir kısmı bu tiplerden oluştuğunu hatırlatırlar. francis bacon'ın "hissiz bir şekilde kutsal olan ne varsa tartışmaya açıyorlar" (serm. fid. xvi.) diyerek eleştirdiği, bu ulvi, sebepli, düzenli yaşayışa aklı yatmamış istisnalar dışında koca bir çağın aslında thales'in ifadesini hatırlatırcasına; tanrılarla ve ulviliklerle dolu olduğunu söylemek mümkündür. zaten burada bahsettiğim istisnai durumun büyük örnekleri vardır, örneğin sokrates'i zehir içmeye götüren sebep olarak yaygınlıkla tanrıtanımazlığı gösterilmiştir, ki sokrates'in savunması'nda platon onun bu suçlamayı reddettiğini söylese de, hatta çağdaş araştırmacıların üzerinde uzlaşma sağladığı gibi; sokrates'in aslında devlet için zararlı bir kişi olacağı düşüncesiyle ölüme gönderildiği bahsi dışında, din ve tanrılar aleminin devlet ve halk bazında pek de hoşgörüyle karşılanmadığının altı çizilmelidir. işte böyle bir çağda bir filozof ve onun felsefi düsturlarının toplamı bu çağda değişik bir hava yaratmıştır. o filozof epikuros, düsturlarının merkezi de epikuros okuludur. bu okul zenon'un stoa okulu ve platon'un akademia'sıyla karşılaştırıldığında daha az rağbet görmüştür. hatta rönesans'ın, aydınlanma'nın ve sistemli sömürgeciliğin dölleyicilerinden ingiliz siyasetçisi, mühim modern kafa francis bacon bakın şöyle der bu okulla ilgili: "diğerlerinden daha aşağıda yer alan felsefe okuluna saygınlık kazandıran şair..." (serm. fid. i.) burada kastedilen felsefe okulu, az önce dediğim gibi epikurosçu okul, söz konusu okula saygınlık kazandıran şair ise, sanılanın aksine bir yunan değil, i.ö. 98-55 yılları arasında yaşamış olan romalı lucretius carus'tur. lucretius carus, epikuros'un öğretilerinin günümüze aktarımındaki en önemli kaynaklardan olan de rerum natura'nın yazarıdır. eserinde de çok net bir şekilde söylediği gibi; o sadece epikuros'un öğretilerini latinceye aktarmakla kendini görevli saymış, mütevazi bir romalıdır, yaygın ve ideal romalı tipine karşılık. roma'da felsefe dilinin gelişmesine katkıda bulunmuş olan bu büyük adamın, tanrıtanımaz olup olmadığı tartışıla dursun, epikuros'un tanrıtanımaz olmadığı açıktır. ancak çağının yaygın kanaatinin aksine, ona göre tanrılar vardır. ancak bunlar, insanların korktukları ve bilgisizce tasarladıkları gibi değildirler. onların varlığı, ortak inanç ile kanıtlanır- tanrısallık ideası, doğal bir ideadır ve içimizdeki ideanın bir kaynağının var olması gerekmektedir, fakat tanrılar bu dünyayı yaratmamışlardır; onlar son derece mutlu oluşumlar olmalarına karşın neden bir dünya yaratma gereksinimi hissetsinler ki? insanların yaşantısıyla ilgilenmezler, kendilerini haz yaşantısına adamışlardır. (epikuros'un herhangi bir eseri günümüze ulaşmadığından onun görüşlerini aktaran lucretius'un dizelerinden örneklerle gidelim)
"tanrısal bir yönetimin sonucudur diyor nesnel,
özdeksel varlığı benimseyen, öne sürenler,
kişilere uygun mevsimlerin, değişmesini, yemişlerin
oluşumunu, öteki nesnelerin düzenlenmesini,
yaşamı yöneten venüs'ün tanrısal sevgiyi göstermek
için kişileri uyardığını, kişi soyunun esenliği
uğruna yeni kuşakların doğmasını sağladığını
sevgiye yolaçtığını, yaltaklanmayı, sevişmeyi
önerdiğini söylüyorlar, hepsinin tanrısal
olduğunu savunuyorlar, insanlar ayrılmış doğrudan,
yanılmış, sapmış görünüyorlar. bilmesem ben de
kurucu öğelerin yapısını böyle düşünmeyi yeğlerdim.
gökleri gözleyip, başka nedenlere dayanarak
tanrılar yarattı diyemem evren bütününü.
...
anlaşılır, tanrıların ölümsüz, kıvançlı olduğu,
özleri gereğince, bizim acımızdan, üzüntümüzden
uzak yaşadığı. sıyrılmıştır onlar korkudan,
sıkıntıdan, yardım beklemezler bizden, dayanarak
özgüçlerine, kızmadan, suç işlemeden. yoktur toprağın
duyarlık gücü, yalnız kurucu öğelerle doludur,
çıkarır birçoklarını güneş ışığına değişik
koşullar altında. eğilim duymuş kimi kimseler,
denize neptunus, bolluğa ceres demeye, sevgili,
bacchus'un adını anmadan geçmemeye, gerçek
öze uygun bir tanımla şaraptan söz etmek
isteyince. diyebiliriz, yeryüzünde tanrılar anası
adının verilmesi kurtarmış tini bozulmaktan
dinlerin getirdiği kötü inançlar yüzünden.
"
yani bizim ibrahim'in dininde gördüğümüzün aksine tanrıların insanların yaşamlarına katkısı yoktur, onlar zevk ve sefa içinde kendilerine ayırdıkları yerlerde yaşayıp gitmektedirler. bu düşüncenin arka planında başka sebepler olabilir, örneğin epikuros böylesine bir düşünceyle koca bir yunan dünyasına karşı geldiğini hatta onlara karşı savaşmak durumunda kalacağını biliyordu ya da bilmiyordu, bu mühim değil ama mühim olan başlıktaki ifadenin epikurosçuluğun en temel yasalarından biri haline gelmesidir.
başlıktaki ifade gerçekten de epikurosçuluğun en temel yasalarından biridir. peki neden böyledir, onu açımlayayım. atomcu demokritos mutluluk duymadan öylesine bir yaşam sürdürenleri aptal olarak görüyorken, epikuros tanrılar ve ölüm korkusundan sersemlemiş gördüğü insanlara mutluluğun nasıl verilebileceği üzerinde kafa yoruyordu. orhan hançerlioğlu mutluluk düşüncesi adlı yapıtında şöyle dramatize eder bunu: "(epikuros) ...insanların, büyücülük eden annesinden titreye titreye nasıl yardım dilediklerini de hemen her gün görüyordu." kuramsal açıdan bilgi ve bilimler epikuros'u ilgilendirmiyordu anlaşılan. o insanların ihtiyacı olan şeyi onlara vermekle kendini görevlendirmiş olabilir, lucretius gibi mütevazi bir şekilde: mutlu yaşamanın sırları.
mutlu yaşamanın sırlarını bulup, prometheus'un ateşi tanrılardan çalıp da insanlara vermesi gibi, yine tanrılar gibi mutlu yaşamalarını sağlamak için; insanlara verebilmek için kafa yoran epikuros'un yukarıda geçtiğince iki korkunun üzerine çağını da karşısına alma pahasına gitmesi gerekiyordu, insanları mutlu kılmak tek gayesiydi. tanrı ve ölüm korkusunu aşmış insanlar, ona göre mutlu olabilirlerdi. o. hançerlioğlu adı geçen eserde sorar: "şu güzelim dünyanın tadını çıkarmak dururken, şişirilmiş iki kuruntu yüzünden acı çekmek neden?"
lucretius, de rerum natura'sında ölüm üzerine şöyle der:
"ağır bir tekmeyi yemeye görsün diri, sonunda,
sarsar, çalar onu birdenbire yere doğa,
karışır birbirine bütün duyular gövdede, tinde.
bozulur ilkelerin düzeni, dağılırlar, yıkılır.
yaşamı sürdüren devinme, sarsılır ele, ayağa.
değin bütün gövde, kopar gövdeyle can arasında.
yaşamı bağlayan bağ, çözülür can, gider damardan.
başka hangi yolla düşünebilir etkisini baskının,
bütün bağları koparan, dağıtan olayın?
az yıkıcı çarpmalarda üstün geldiği olur
son yaşam kımıldanışının, yendiği görülür
güçlü çarpmaların doğurduğu sarsıntıları,
yolunca gider işler, aksamadan, düzen içinde,
ölümün baskın gücünü yıkmış gibi yeniden
uyandırır duyuları. yoksa nasıl döndürebilirdi
ölümün eşiğinden, yeniden sağlardı yaşamı,
bilincini toplayabilirdi onların, önceden
geliştirilen ereğe yönelmede?"
ölüm de doğum da bu düşünceye göre birdir, biri başlar diğeri biterken, biri biter diğeri başlarken. o halde eğer insan demokritos'un dilinde aptallıkla suçlanmak istemiyorsa, biten bir şeyin kaygısından muzdarip olmamalıdır, o sakin olmalı hatta bilgeleşmelidir. bilgeliğin yolu bitenden kaygılanmamaktan geçer, bunu genel itibariyle stoa düşüncesinde de görürüz. ben özellikle de bilge ya da özgür olan entirilerimden birinde, bilgenin özgürlüğünü acı, keder, haz ve şehvetle birlikte, korku'dan sıyrılmışlığına bağlamıştım. en azından cicero'nun stoa felsefesinden bahsederken bize öğrettiği temel direklerden biri budur. bkz. cicero, de finibus.
epikurosçulukta yazgıya yer yoktur, dünyada her şey atomlar düzeyinde fizik nedenlerle açıklanır; "bazılarına göre her şeyin efendisi olan yazgıya gelince, bilge kişi buna güler" hatırlatmasını yapan jean brun 'un da dediği gibi (le stoicisme); epikuros'un bilge gördüğü kişi, stoalı bilge gibi efendisizdir, değişmezliği, kayıtsız kalmayı aradığı, tanrıların ve ölümün korkusundan kurtulmuş olduğu, en nihayetinde "insanlar arasında bir tanrı gibi" olduğu doğrudur. yine brun'un dediği gibi; epikurosçular ve stoalılar bilge kişiyi, aynı imgeden hareketle överler; bilge kişi phalaris'in boğasında bile mutludur, ama epikurosçular için, eziyetler içinde duyulan bu mutluluk, geçmiş bir mutluluğun basit ve yeniden anımsanışı olurken, stoalılar için, ona maruz kalmaktan başka bir şey yapamayacak olana asla bağımlı olamayan bir olayın, eşit bir ruhla kabullenişine dayanır. bu açıdan bakıldığında epikurosçular, stoalı kader anlayışına alayla bakarlar, hatta şaşkınlıkla.
"korkmaz mısın yazgının ardınca gitmeden?
insanlar görseydi bittiğini bir gün
tüm güçlüklerin, düşkünlüklerin, arar
bulurdu yolunu karşı koymanın, kurtulmanın,
gözdağı vermesinden, saçmalığından bilicilerin."
epikuros 'un felsefesine göre ölüm korkusundan sıyrılmanın, mutluluğa ulaşmada en temel ihtiyaçlardan biri olduğunun altını çizdikten sonra, nietzsche'nin socrates ve adamlarının yunan mucizesinin sonunu getirmeleri yüzünden okumaya mecbur kaldığımızı söylediği romalılardan lucretius'un eserine bir kez daha dönerek, metin üzerinden başlıktaki ifadeye kaynak gösterilebilecek ifadeleri ortaya koyup entiriyi sonlandıralım. (şiir çevirisi: ismet zeki eyüboğlu)
"nedendir ölümden sonra acı çekme korkusu,
boşunadır bütün bu karşı koymalar, bilinmiyor
tinin özü, bizimle mi, sonradan mı, önce mi
girmiş gövdeye, dağılır mı ölünce bizimle,
gider mi görmeye bataklıklarını, karanlıklarını
orcius'un, yoksa başka gövdelere mi geçerler
yazgıyla? ennius'un dediği gibi türkülerde.
getirmiş ölümsüz yapraklarla süslü çelengi,
kişi soyu, helicon'un tepesinden, parlatmış italya'yı.
ennius diyor ölümsüz türkülerinde
ne bizden bir nesne kalır, ne tinden,
ne de aceron'un cehennem ülkelerinden.
silik görüntüler üstünedir onun bu sözleri
...
hangi ışık düşmüş içine senin
gidermek için bu korkuyu, yüreğinin
karanlıklarını besleyen güçlüğü yıkmaya?
gün, güneş ışığı değil bu besbelli,
görmek gerek, açıklamak gerek evreni dosdoğru.
yaratılamaz varolmayan bir nesne, yoktan,
tanrı gücüyle, böyledir bizim görüşümüz,
bağlamış bütün ölümlüleri kıskıvrak
derin bir korku, yerde, gökte geçen olayların
görülmeyen, bilinmeyen tüm nedenleri
tanrıların elindedir, buyruğundadır diye.
anlarsak yokluktan varlık yaratılamaz
daha kolay bulunur aradığımız sonuç,
biliriz olmadan tanrısal ettiler nasıl
var olur gördüğümüz bütün nesneler.
yokluktan çıksaydı varlıklar, tüm türler
doğardı nesnelerden, gerekmezdi tohumlar,
insanlar çıkardı denizden, uçan pullu balıklar
doğardı karadan, gökten uzun koyun sürüleri,
tüm küçük diriler, yırtıcı yaratıklar dizi dizi.
...
ilkelerin özleri, yaratılamaz nesneler nesnelerden,
hepsi belli bir türden, ayrı ayrıdır özleri
tüm nesnelerin başkadır nedenleri.
...
açalım sözü biraz daha; gerekmezdi nesnelerin
büyümesinde özlerin birleşme dönemini beklemesi,
yokluktan yaratılma gerçekse, birden delikanlı
olurdu çocuklar, geçmeden ilk ergenlik çağı,
büyümüş ağaçlar çıkardı yerden, oysa bellidir
durum, ardarda olur, nesnelerden oluşan,
belli bir özden doğar tüm nesneler, ayrıca,
böyle sürer türlerin özelliği de, bilinen,
bundandır nesnelerin geliştiğini, sürdüğünü
bilmemiz kendi özleri gereğince, bağımsız.
...
neden yaratmamış doğa insanları yürüyerek
geçsinler diye denizleri, büyük dağları da
elleriyle savuracak, oynatacak güçte, neden
birkaç kuşak boyu yaşamaz bir kişi, nedendir
bir özden gelmeyişi tüm varlıkların?
söylemek gerek yoktan varlık olmayacağını,
tüm nesnelerin kendi özünden geldiğini,
tatlı esintilerle serpilip geliştiğini.
...
yeni bir nesne doğurur yaratıcı varlık
tükenenden, birinin ölümü ötekinin doğumudur.
...
düşünür verimsiz bir tutumla kurucu öğeleri,
"öğe" denecek bir özelliği varsa onların,
özdeş özle donatılmışsa onlardan oluşan
nesneler belli biçimde. acı çeker, ölür
varlık, kurtuluş yok ölümden, direnemez
basınca.
...
kan, kemik? sonuç alınmaz bunlardan, geçicidir
tüm nesneler bu durumda, gördüğümüz gibi, baskılarla.
bölünemez bir nesne başka bir nesneye,
yoktan varolamaz.
...
içinden gideceğini sanırsın
dinlerden gelen korkuların, yüreğini ezmeyeceğini
ölüm ürpertilerinin, sıkıntılardan kurtulacağını
sanır mısın? görürsek ne gülünç, ne saçma bir oyun
olduğunu bunların, bu kişileri titreten korkuların,
üzen, sıkan durumların, savaş araçlarından,
vuruşlardan kaçmayacağını; kralların, komutanların,
altının, yüksek erguvan boyalı giysilerin, parlak
görünümleri önünde eğilmediğini: yalnız usun bize
güç sağladığından kuşku duyar mısın? didinir
durur yine karanlıklar içinde kişinin yaşamı,
ne denli titrerse gecenin karanlığında korkudan
çocuklar, sararırsa, öyle korkarız biz de
gündüzün ışığında korkulmayacak nesnelerden.
çocukların korkudan karanlıkta günü bekledikleri
gibi. bu karanlığı, bu içsel korkuyu gideremez
günün, güneşin aydınlığı, doğanın derinliğine
bir inceleme giderebilir.
...
gördüğümüz sonsuzca kalabilen ilkelerin ölümle
yokolacağını, dağıtır, birliğini bozar onların
ölüm, açar aralarını, ayırır birbirinden.
sonra bağlar birini ötekine, etkiler,
dönüştürür biçimleri, başkalaştırır, değiştirir renkleri
büsbütün, duyarlık kazanır düzenlenen varlıklar
sonra yitirir bunu birden.
...
derinden, yaşamı titreten cehennem korkuları.
örtülmüş tüm insanlar ölüm karanlıklarıyla,
kimse kalmamış yaşamın tadını çıkaracak.
...
ölümden sonra, tartarus'ta kötü, korkulu,
çekilmez bir yaşamın süreceğine, tinin
kandan, yelden geldiğine inananlar, önerenler
tadına varamaz öğretimizin. anlayacaksın tümünü
bunların, göreceksin ileride, ne görklü bir varlık,
ne de gerçek bir yaşam değeri olduğunu.
yurdundan kovulanlar, toplumdan dışlananlar,
ağır, kötü suçlarla suçlananlar, acının
sayılmaz türünü çekenler bile yaşarlar,
keserler kara koyunları, tanrılara adak
diyerek, acılar içinde çırpınırken,
kutlamalık gönderirler mutlu ölülere.
böylece döndürürler, acımaksızın, ruhu
bir yıkım içinde dinlerin yoluna,
bundandır kişinin, korkulur durumlarda,
içinden çıkılmaz, karışık işlerde denenmesi,
ne gün duyulursa yüreklerinden gelen
derin, boğumlu bir gerçeğin sesi, o gün çıkar
ortaya doğruluk, düşler yüz örtüleri, sürükler
törenin sınırlarını aşmaya ün kazanmanın,
varsıl olmanın aşırı tutkusu düşkünleri
sürükler, yönetimin doruğuna çıkmak için,
gece gündüz uğraşmakla, didinmekle, yıpratır.
böyle olur, bunlar, ağır suç ortağı, yardımcısı,
bunlar, ölüm korkusundan beslenen, büyüyen dirim
yaraları; birleşemez sıkıntıyla, iğrenç sövgülerle,
mutlu, güvenli bir varlık, görünüşe bakılırsa.
ölüm kapısında pusuya yatmak içindir bunlar.
bundan gelir ölüm korkusu, sakınmalar, kişilerde,
hepsi boş, kaçışmalar, varsıllığı çoğaltma tutkusu,
para biriktirme, toplumda kan dökme, can alma,
ölüm döşeğinde kıvranan kardeşten sevinç duyma,
kan kardeşin sofrasına korkuyla, kötü gözle bakma.
bir korku, özdeş durumda, sıkça ezilen, üzen,
acı veren kıskançlığın kaynağı gibidir:
yanar, yakınır bu göz kamaştıran, gönül çeken
varlıkları görmek için insan, bakar gözlerinin
önünde geçen olaylara, yuvarlanırken karanlıklar,
çamurlar içinde kendisi, bir iğrenme duyar çevreye.
düşer ölüm tuzağına kimileri de, ün ardında
koşarken. tiksinir yaşamaktan çokluk, sonra döner
ölümün eşiğinden aydınlığa, korkudan titreyenler,
acılar içinde çırpınırken kendi elleriyle canlarına
kıymak istemelerine karşın, düşünmezler acıların
korkudan doğduğunu. kaldırır utancı korku, sevecenlik
bağlarını koparır, dağıtır kutsal görevi, güldürür,
kurtulmak istersen acheron uçurumundan, yüz çevirmiş
kimseler yurdundan, anasından, atasından. nasıl titrer,
sarsılır, ürperir, sararırsa çocuklar karanlıkta,
öyle sarsılırız biz de gün ışığında, gerçekte korkunç
olmayan, yalnız karanlıkta çocukları korkutan,
günün doğmasını bekleten nesnelerden.
yoksa ne duyusal korku, ne karamsarlık, ışıkta,
gün aydınlığında ürkütebilir kişiyi. yalnız
doğanın derin düzenini incelemek bir yana.
...
gösterir
ölüm önceden varolanları yine, eksilen yalnız
yaşam duyusudur, bir de gövdeyi ısıtan sıcaklık.
...
bir yandan varlığı korur gövde bütününde,
bir yandan da kendi kendini, sağlığın
korunmasıdır bunda kural. ortaktır canla
gövdenin bağları, ayrılmaz görünürler.
ne denli güçse günlük tanelerini yok etmeden
kokusunu kaldırmak, öyledir canla tini de
gövdeden ayırmak, tümünü birden yok etmeden.
ilkelerin, kaynakta kaynaşmasından, ortaklaşa
bir yaşam kurulmasından doğuyor bu durum,
bu yüzden, ikisinden biri, can ya da gövde
yardımlaşmadan birbiriyle sezemez, duyamaz.
bunların birleşmesinden yalımlanır içimizde
devinme duyusu. doğamaz kendiliğinden gövde,
tutunamaz, kalamaz ölümden sonra. gövde yitirmez
sıcaklığını su gibi sık sık, oysa gider sıcaklığı
suyun, ancak bozulmaz, dağılmaz özü, kalır yine
eskiden olduğu gibi. böyle değildir canda
durum, taşıyamaz kendini, can gidince gövde,
dağılır, çürür gider büsbütün, böyledir başlangıcı
yaşamın, ana kucağında gizlenmiş olması.
tinle, gövde öğrenir içsel dokunma gücünün
değişmesinden, belli bir ölçü içinde, yaşam
davranışını, yokolmadan birbirinden ayrılmanın
olanaksızlığını. bundan anlayabilirsin neden
sımsıkı bağlı kaldıklarını birbirine, varlığın
süresince, içten birbirine düğümlü olmalarını.
duyu gücü yalnızca canda değil
...
ölümsüz bir nesne değişmez, eklenmez,
tek bölümünün, ya da en ufak bir bölümünün
değişmesi, küçük öbeklere ayrılması, atılması
olanaksızdır. durmadan değişen, başkalaşan
bir nesnenin yokluğa döner, önceki durumu da.
can yitim görür söylendiğince, bozulur sağlığı,
kurtarılır hekimlikle ölümlü varlığı, iyileşir.
böylece yanlış bir düzene karşın, bir gerçek
çıkıyor ortaya, apaçık, ondan kurtuluş yok,
çürütüyor bu yanlış tutumu ikilem.
ölüm adım adım gelir.
...
ölüm kaldırıyor varlığımı, yakmak, yıkmak elinde,
bundan öğreniyoruz, ölümden korkmak gereksiz.
acı duymaz yaşamayan, doğmamış gibi oluruz,
ölümlü yaşamdan ayırınca bizi ölümsüz ölüm.
...
(doğanın uyarımı) neden sızlanırsın ölümden? mutlu muydu yaşamın,
arkada bıraktığın? yakınmalar için de geçmiş
değil mi? tadını çıkarmak istediklerin, bir küpün
deliğinden dudağına değmeden? neden ayrılmak
istemezsin tadını çıkarmış bir konuk gibi
yaşam şöleninden, koca şaşkın, çıkar sessizliğin
tadını, dengeli ol.
...
ne anlam taşır
bizim için sonsuz sürenin akışında biz doğmadan
önce geçen yıllar: bir aynadır bu, doğanın bize
gelecek çağlardan tuttuğu, böyle olacak bizden
sonra da, ölünce, korkulur bir düzenleme mi bu?
daha güvenli değil mi ölüm deliksiz bir uykudan?
...
epiruros da gitti, söndü bir yaşam ışıldağı
olarak, ışık saçmış insan soyuna, engin anlığıyla,
bol bol, gökte, yıldız ışımaları arasında güneş
gibi doğan. dönmek mi istiyorsun, yine de?
ey yaşayan gövde, gören göz, ölmüşsün artık,
uykuda yitmiş büyük bir bölümü yaşamının,
eriyorsun uyanıkken, durmuyor düşler ipliğini
eğirmekten, durmadan oynattın canını, ölüm
korkularıyla, bilmeden yanıldığını, sarsıntılar
içinde bir baş dönmesinin, özgün, ezilmiş
binlerce sıkıntıdan, dolaşmadın mı her yanda
yanılgılar içinde, rasgele adım atmadın mı,
kuşkular içinde sallanmadın mı?
yanılgıyı bilmek sağlıktır.
...
aşırı bir yaşama isteği, ölçüsüz, etkili,
baskın, korkular, kuşkular, titremeler, sarsılmalar,
bellidir beklediği tüm ölüleri, bizi, dirim
sonunun, kurtuluş yok ölümden, kaçmak yararsız.
direniriz sürekli, çevremizde, tedirgin, şaşkın,
tadı çıkmaz yaşamın, boştur uzaması da,
eksiliriz uzadıkça, yanılırız isteklerimizde,
bu yanılma, eksilme bile güzel görünmeye başlar.
...
ekşi sözlük kullanıcılarıyla mesajlaşmak ve yazdıkları entry'leri
takip etmek için giriş yapmalısın.
hesabın var mı? giriş yap